Dergilerin mevsukiyeti üzerinden Türkiye Müslümanlarının tarihi
Üsküdar Özgür-Der'in 2022-2023 seminer programları Hamza Türkmen'in sunumuyla başladı!
Zekeriya Aydın / HAKSÖZ HABER
Üsküdar Özgür-Der 2022-2023 seminer programları, Hamza Türkmen’in anlatımıyla "Dergilerin Mevsukiyeti Üzerinden Türkiye Müslümanlarının Tarihi" konulu seminerle başladı. Müslümanların yakın dönem tarihlerinin, çıkarttıkları dergi ve gazetelerin mevsukiyeti üzerinden işleneceği seminerler her ayın ilk pazartesi Üsküdar Özgür-Der şubesinde devam edecek.
Konuşmasına Mevsukiyetin tanımıyla başlayan Hamza Türkmen, mevsukiyet kelimesinin, Arapçada “vsk” kökünden gelen mevsuk yani "belgelenmiş, vesikalı" sözcüğünden alıntı olduğunu; bir bilginin, bir kanaatin şüpheye düşmeden onaylanması durumunu ifade ettiğini belirtti.
Tarihi vakıa bilgisine nasıl ulaşılacağının usulüne de değinen Hamza Türkmen: Eski gazeteler veya dergiler hadis alma yollarının en alt derecesi olan “vicade” tarzı senetsiz bir bulma işi değildir. Bu mevkuteleri kimlerin çıkarttığı, arşiv boyutu, hangi matbaada ve kaç tarihinde basıldığı hep kayıt altındadır. Tarihi bilgiyi elde etmenin de fıkıhta üç yolu vardır.
1. Vakıayı yaşamak veya arkeolojik kazı gibi kesin bulgulara ulaşmak.
2. Vakıa bilgisine anlatılarla veya sonradan kişiden kişiye değişen öncüllerle anlatı veya kayıt tarzında ulaşmaya çalışmak.
3. Vakıanın, vakıa ile ilgili ve irtibatlı herkesin, aynı aktarımda bulunduğu mütevatir/kesin haber yolu. Mesela Kur’an’da hicretten bahsediliyor, ama bu konuyla ilgili müslim veya gayr-i müslim tüm tarihçiler bu göçün Mekke şehrinden Yesrib şehrine yapıldığını ihtilafsız olarak anlatmaktadırlar.
--
Gazete ve dergi vakıasının oluşum ve gündeme geliş sürecine de kısaca değinen Hamza Türkmen: Metal baskı olarak matbaa Johannes Gutenberg tarafından Avrupa’da 1140 yılında bulundu. “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi” kitabında Hilmi Ziya Ülken matbaanın Osmanlı topraklarına geliş sürecinden bahseder.
1337-1453 Feodal dayanaklı İngiliz ve Fransız tahtı veya hanedanları arasındaki “Yüz Yıl Savaşlarının” rahatsız ediciliği nedeniyle Kostantiniyye’ye gelen Gutenberg, Fatih Sultan Mehmet’e matbaa işletmeyi teklif etmişti, diyerek tarihi akışı izleyicilere aktardı.
Matbaa ile yaygınlaşan Latince İncil baskıları, Papalığın otoritesini kırarken; Rönesans, Reform, Sanayileşme Devrimi, Pozitivizm ve uluslaşma sürecine bağlı, Avrupa modernitesi olarak belirginleşen Batılı paradigmanın yaygınlaşmasında bir bildiri, propaganda ve iletişim aracı olarak gazete 17. yüzyılda yayımlanmaya başladı. İlk genel kültür dergisi de Londra’da 1631 yılında yayımlandı (Unterredungen).
--
II. Mahmut döneminde Moniteur Ottoman adı altında 1831'de çıkarılan gazete, Osmanlı'daki ilk süreli yayın olmuştur. Bu gazete Osmanlı'daki ilk resmî gazete olup Babıali'de Alexandre Blacque tarafından basılmıştır. Fransızca yayımlanan Moniteur Ottoman birkaç ay sonra Takvim-i Vekayi adıyla Osmanlı Türkçesi olarak yayımlanmaya başlamıştır. Gazetenin yayımına 1940'lı yıllarda son verilmiştir.
Vekâyi-i Mısriyye ise 1828'de Mısır'da Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından Türkçe ve Arapça olarak bastırılmaya başlanmıştır.
Türkçe ilk dergi Vekayi-i Tibbiye de 1849 yılında yayımlanmaya başladı, diyerek devam etti.
--
Hamza Türkmen konuşmasını gazete ve dergilerin süreç içerisinde ifa ettikleri fonksiyonlara değinerek sürdürdü. Halkla iletişim veya halk arasında iletişim aracı olarak ilk defa M.Ö. Çin’de duvar gazeteleri var. Eski Mısır’da da… Bu anlamda iletişim aracı olarak Muhammed Aleyhisselam’ın varaklar, papirüs veya deriler üzerine yazılmış “davet mektupları” var. Kağıt İslam dünyasına M.S: 8 yüzyılda gelmiş, Avrupa’ya da bizden 2-3 asır sonra ulaşmıştır.
Ama gazete de dergi de 17.-19. Yüzyıllar arasında oluşan, Avrupa veya Batı paradigmasının kullandığı araçlardır. Moderniteye ait yanı tartışılmalı… Bu araç hep Batı paradigmasını yaygınlaştırmak ve entelektüel akışı Batı adına denetlemek için kullanıldı. Ama iletişimde etkindi, biz Müslümanlar da el atmaya çalıştık ama bu aracın taşıyabileceği hadareti yeteri kadar tartışmadık.
İletişim ve tebliğde etkin olan dergi-mecmua veya gazete aracını İslami mücadelede ilk defa, Cemaleddin Afgani (1839-1897) ve Muhammed Abduh (1845-1905) öncülüğünde, aynı adlı İttihad-ı İslam hareketinin örgüt adıyla 13 Mart 1883’te “Urvetu’l Vuska” dergisi çıkartılmaya başlandı.
Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’un biyografilerinden öğrendiğimiz kadarıyla bu hareketin ve derginin “beş temel ilke”si öne çıkıyor:
1. Kur’an ve Sünnet’i yeniden kavramaya çalışmak.
2. Dini kültürü hurafe ve bidatlerden arındırmak.
3. Yeni problemler karşısında ilmihalimizi yenilemek için tutarlı içtihatlar gerçekleştirmek.
4. İslam aleminin tümünde sömürgecilere karşı cihadı yaygınlaştırmak.
5. İstibdat yönetimine karşı şura temelli yönetim modelleri oluşturmak.
Bundan sonraki ıslah, ihya ve inşa çabalarının ve 20. Yüzyıl tüm ıslah hareketlerinin de ortak programı haline gelen bu beş ilkeye dayanarak beş bölgede Urvetu’l Vuska’nın devamcısı olan şu mecmualar çıkmıştır:
Menar 1898’da Mısır’da.
Sırat-ı Mustakim 1908’de İstanbul’da.
Sebilürreşad (Sırat-ı Müstakim’in yeni formu) 1912’de İstanbul’da.
Tercümanu’l Kur’an 1925’de Hint Kıtasında.
Eş-Şihab 1926’da Cezayir’de.
Mecelletüz Zeytuniyye 1936’da Tunus’ta.
Osmanlı’da çıkan İslami dergilere, gazetelere ve mahiyetlerine değinen Hamza Türkmen bu alanda yaşanan tecrübeleri izleyicilere aktardı.
Kürd Teâvun ve Terakki Gazetesi 1908
Ceride-i Sufiyye 1909
Muhibban 1909
Tasavvufi, siyasi, yemek dergisi 1909
Volkan 1910 (İttihad-i Muhammedi Fırkasının dergisi)
Hikmet 1910
Tearüf-i Müslimin 1910 (Sırat-ı Mustakimden kopan Tatarların çıkarttığı genel dergi)
Beyanu’l Hak 1912 (Elmalı Hamdi’nin yazdığı)
Sebilürreşad 1912
İslam Dünyası 1913 (Sadece Osmanlı Müslümanlarına hitap eden Tatarların)
El-Medaris 1913 (Medrese öğrencilerinin çıkarttığı edebi, siyasi, kültürel dergi)
Ceride-i İlmiye 1914 (M E Ş İ H A T makamının dergisi)
İslam Mecmuası1 914
Cihân-ı İslam 1914 (Cem‘iyyet-i Hayriyye-i İslâmiyye tarafından I. Dünya Savaşı ortamında Türkçe, Arapça ve Urduca yayımlanan bir propaganda dergisidir.)
Hilafetin 1924’te kaldırılması ve Anayasaya 1928’de Laiklik maddesinin ilave edilmesinden sonra çıkan dergilerden de örnekler veren Hamza Türkmen:
1970’ler, hem ulusal ve küresel vesayetten hem de gelenekçi-batini telakkilerden kimliğimizi/elbiselerimizi temizleme ve cahili değerlerden hicret etme dönemine adım attığımız yıllardır.
Bu süreçteki “Ve siyabeke fe tahhir, Verrucze fehcur..” (74/4-5) davranışını bile bildikleri kadarıyla vahiyden anladıklarına şahitlik eden ve Türkiye’deki tevhidi uyanışa açık kimlikleriyle öncülük yapan dergilerin ilk üçünü şöyle belirtebiliriz:
1. İslam’ı hakikatleri fikri, itikadi ve ameli bir bütünlükte sunma gayretinde Nisan 1976’da yayımlanmaya başlayan Düşünce dergisi.
2. Daha çok Kur’ani kavramlar ve dini anlama usuli konusunda yoğunlaşan ve Mayıs 1976’da yayımlanmaya başlayan Kriter dergisi.
3. Tevhidi uyanışın birikimini ameli boyutta temsil etmeye çalışan, Anadolu’daki MTTB ve Akıncılar gençliğine taşıma çabası gösteren Eylül 1977’de yayımlanmaya başlayan Yeni Ölçü dergisi.
Bu dergilerdeki muhteva daha kitlesel dergiler olan Şura, Tevhid, İslami Hareket, Hicret, Akıncılar dergileriyle daha basit ve özet ifadelerle kitleleştirilmeye çalışıldı diyerek dönemin Müslümanlarının arınma çabalarını ve tecrübelerini izleyicilere aktardı.
Peki elbisemiz nasıl kirlenmişti sorusuna cevap arayan Hamza Türkmen:
Osmanlı’da “nimet”i kaybetme veya nimetten uzaklaşma (8/53) hali üzerine kafa yoran en önemli müellifler veya kalemiyye sınıfı İbn Haldun’un “Mukaddime”sindeki tespitleri takip etmişlerdir…
Kınalızade, Koçi Bey, Katip Çelebi, Mustafa Naima, Ahmet Cevdet Paşa gibi tahkik ehli, İslam dünyasında ilk defa Vakanüvistik tarihçiliğinden İbn Haldun’un “Umran ilmi” fikrinden yararlanarak olayların nedenselliğini tahlil etmişlerdir.
İbn-i Haldun'a göre tarihin görünür yüzünde bir dizi olaylar yer alırken, tarihin asıl manası gizli yüzündedir. Önemli olan tarihi gelişmelerin sırrını kavramaktır. Nakledilen bilgilerin ve olayların bir mantık süzgecinden geçirilip, gerçeğe uygun olup olmadığını anlamak gerekir. İbn-i Haldun'a göre tarihin gerçek bilgisine ulaşabilmek için sosyal olay ve olguların tutarlı bir gözleme tabi tutmak için bunu yapacak bir bilime ihtiyaç vardır.
İbn-i Haldun, bu ilmin ilk kez kendisi tarafından kurulduğunu belirtip bu ilime "Ümran ilmi" der ki; gerçekten de bu keşfi ile bir taraftan bilimsel tarihçiliğin diğer taraftan da sosyolojinin temellerini atmıştır. İbn-i Haldun bu yeni bilimin araştıracağı konuları şöyle özetler: "Geçmiş çağlarda yaşamış kavimlerin durumları ve yaşayışlarında meydana gelen değişiklikler; bunların idareyi ve ülkeyi ellerine geçirmelerinin sebepleri; insan topluluklarının tabiatları, “yerleşik veya göçebe” hayat sürme, göçler ve nüfus hareketleri; devlet kurma, devletlerin kuvvet kazanmaları ve çökmeleri; üretim ve tüketim, bilim, sanat, ticaret, kâr ve zarar olayları; zamanın akışı içerisinde bu sayılan durumların değişmesi ve değişmelerin sebepleridir."
İbn-i Haldun’a göre devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Buna göre, devletin geçirdiği aşamaları beşe ayırır. Devletlerin normal yaşam sürelerinin de 120 yılı aşamayacağını düşündüğü ileri sürülmüştür.
İbn-i Haldun’a göre bu süreç bir toplumsal yasadır ve kişilerin iradesinden bağımsızdır. Böylece determinist bir tutum ve anlayışa sahip olduğu söylenebilir.
İbn Haldun’a göre umranın gayesi ve hedefi, hadaret ve refahtır. Gayesine ulaşan umran bozulmaya başlar, aynen canlıların tabii ömürlerinde olduğu gibi ihtiyarlık dönemine girer. Umranın bozulmasının en önemli sebeplerinden biri şudur: Hadaret ve refahtan hasıl olan ahlak bozuk bir ahlaktır. Oysa ahlaki bozulmaya İslami sabiteler ve fıkhi ölçüler terk edildiğinde düşülür. Allah’ın emri “şûrâ” mükellefiyetine uyulmadığında saltanat ahlaksızlığı sökün eder.
İslami sosyoloji üzerine çalışmaları olan İlyas Ba Yunus, İbn Haldun’un tespitlerinde ayet ve hadisleri kullansa da maddi ölçülere dayandığını, ed-dinin temel ölçüleri yerine daha çok asabiyeyi geçirdiğini vurgular.
İbn Haldun’un görüşlerine paralel görüşleri olan Kınalızâde Âlî, (ö. 1572) organik toplum görüşüne sahip bir düşünür olarak toplumu bir insan bedeni gibi ele almıştır.
Gelibolulu Mustafa Âli (1600) ve Koçi Bey’in (1650) eleştirilerinden sonra
Kâtip Çelebi’nin (1656) toplum teorisinde, Âlî Efendi’nin organik görüşüne paralel gibidir. Çelebi’ye göre toplum, ahlât-ı erbaadan (dört karışım) meydana gelmiş olan fert gibi dört rükundan (erkân-ı erbaa) oluşur. Bu dört rükun “ulema, asker, tüccar ve reaya”dır. Toplumu oluşturan bu dört temel sınıf, arasında dengeyi kuracak “kılıç sahibi” gerekir. Ulemaya da oldukça öncelik tanır.
Mustafa Naima (ö. 1716) ise, “beşik uleması konumuna düşen din adamlarını çok ciddiye almaz. İbn Haldun’dan farklı olarak yaşlanan ve çöküş sürecine girmiş olan devletin, “büyük adamların”/ulu’l el-bab’ın öncülüğünde bir takım müdahele ve gayretlerle kurtarılabileceğini ileri sürmektir.
Ahmet Cevdet Paşa (ö. 1895) Tımar sisteminin bozulması – ve zafer kazanılmadığı içinde ganimetlerin elde edilmemesi sebebiyle bütçe açığı olduğunu ve çözülme nedenini de bunun oluşuturduğunu işler. Yusuf Akçura’nın (ö.1935) “Üç Tarz-ı Siyaset” ile ortaya koyduğu çözümü ise ilkesiz bir pragmatizme dayanır.
Urvetu’l Vuska’nın eleştirisi, Sünnetullah’ı anlayan ve İslami esasları önceleyen bir çözümden yanadır. Temel çözüm, şimdiki İslami hareketlerin ezici çoğunluğunun gözettiği söz konusu beş temel ilkeye dayanır.
Hilafeti, Küçük Asya’yı ve misak-ı milli sınırlarını işgalden kurtarmak ve bağımsızlığı savunmak için Mehmet Akif ve Eşref Edip Ankara’ya geçip cihad fıkhı doğrultusunda Sebilürreşad mecmuasıyla aktif yayın yaparlar, vaazlar organize edilir, nizami orduya asker toplanır. Ama sonuçta hüsranla karşılaşıldı diyerek konuşmasını sona erdirdi.
Program kısa bir sinevizyon izletisiyle nihayete erdi.
HABERE YORUM KAT