1. YAZARLAR

  2. CENGİZ DUMAN

  3. Deniz Geçişi Mucizesinin Yahudilik ve İslama Yansımaları: Pesah ve Aşura
CENGİZ DUMAN

CENGİZ DUMAN

Yazarın Tüm Yazıları >

Deniz Geçişi Mucizesinin Yahudilik ve İslama Yansımaları: Pesah ve Aşura

25 Aralık 2009 Cuma 02:07A+A-

Giriş:

Binlerce yıl önce gerçekleşen ve İsrail oğulları tarihinin en önemli dönemlerinden biri olan deniz geçişi mucizesinin önemi, daha sonraki İsrail oğulları ve Yahudilik sürecinde, o günün kutsal hale getirilerek öneminin devam ettirilmesine sebep olmuştur. Bu yazımızda İsrail oğullarının deniz geçişi mucizesi sonrası bu günün önemi ve anısına dindeki yapılanmasını ve bu önemli günün İslam'a yansımasını ele alacağız.

İsrail oğullarının Mısır'da her türlü zulüm, eziyet ve işkenceye uğradıkları kölelik dönemi ile Hz. Musa önderliğinde tevhidi ve beşeri hürriyetlerine kavuşmaları arasındaki en önemli olay nedir diye sorsak cevabı ne olabilir?... Hemen yazalım!.. Mısır'dan Çıkış eylemi, yani İslami terminolojiyle göre söylersek, HİCRET… Bu çıkış/hicret eyleminin ise en önemli, kritik noktası neresidir denecek olursa, verilecek cevap denizden geçiş mucizesinin yaşandığı andır deriz.

Neden deniz geçişi mucizesi?.. Çünkü Cenabı Hakk, eğer İsrail oğullarını Mısır'daki Firavun zulmünden kurtarmak istemeseydi, Firavun ve ordusu onları hem cezalandıracak ve hem de tekrar Mısır'a götürüp tekrar köle konumuna irca edecekti.

Oysa Allah, deniz geçişi mucizesi ile hem İsrail oğullarını, Firavun'un elinden kurtarmakta, hem Firavun ve ordusunu cezalandırarak helak etmektedir. Yani "bir taşla iki kuş birden vurulmaktadır." Neticede İsrail oğulları kölelikten, esaretten kurtulmuş; onları yıllarca zulüm ve eziyete maruz bırakan Firavun ve ordusu helak edilerek cezalandırılmıştır. Deniz geçişinin üçüncü bir faydası daha vardır. Bu olay Cenabı Hakk tarafından kıssa edilerek, tüm insanlığın öğüt ve ibret alması için örneklik haline getirilmiştir. Dolayısıyla bir başka açıdan bakıldığında, kıssadan öğüt ve ibret alındığında, insanlığı da tevhidi hürriyetine kavuşturmaktadır.

İşte İsrail oğulları tarihinin bu önemli anı, yani deniz geçişi mucizesi, daha sonra binlerce yıllık İsrail oğulları tarihine damga vuracak şekilde anılaştırılarak, bu günde yaşananların daha sonraki süreçte ibadi olarak mükerreren hatırlanması sağlanmıştır.  Öncelikle Tevrat sayfalarında öğüt ve ibret olarak insanlığa sunulan bu olay, Kur'an-ı Kerim ile kıyamete kadar baki bir örneklik olarak tüm insanlığa kıssa edilmiştir.

Bu örnek olayın kıssa olarak aktarımında Tevrat ve Kur'an arasındaki en önemli fark Tevrat, olaydan kazananları ve ders çıkarmayı İsrail oğulları ile sınırlarken; Kur'an bu olayı yaşayanların etnik niteliğine değil, Müslümanlığına dikkat çekerken aynı zamanda tüm dünya insanlığının örnekliğine sunmaktadır.

Bunun yanı sıra Cenabı Hakk, günün önemine binaen "Pesah" "Hamursuz" bayramı ilan ederek, bu günü bayram olarak idrak edilmesini istemiş ve böylece ibadî yönden anılaştırmıştır.

Deniz geçişi mucizesinin Yahudilik'e yansımaları:

Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ta yer alan ifadelerde; Allah’ın, Musa ve Harun’un, İsrail oğullarını, Mısır’daki, Firavun zulmünden kurtarmak için bir mucize olarak denizi yarıp1, Mısır’dan çıkardığı günü, kutsal bir gün, bayram ilan ettiğini görmekteyiz. İbranice "Pesah"2 adı verilen, "Hamursuz bayramı", Mısır'daki kölelikten kurtuluşun anısına her yıl sekiz gün olarak kutlanmaktadır. Mısır'dan çıkış çok acele, ansızın ve apar topar olduğundan, Yahudiler kendileri için hazırladıkları ekmeklerin hamurlarının mayalanmasını beklemeden pişirirler. Bu yüzden Yahudiler, bu bayramda mayalı hiçbir ürün yemez. "Pesah", "Hamursuz" bayramı boyunca, mayasız hamurdan yapılmış "matsa" adındaki ekmeği yerler.

Tevrat’ın Levililer kitabında Âşûrâ/Pesah günü ile ilgili olarak şunlar ifade edilmektedir. “RAB Musa'ya şöyle dedi: Yedinci ayın onuncu günü günahların bağışlanma günüdür. Kutsal bir toplantı düzenleyeceksiniz. Benliğinizi yenecek, RAB için yakılan sunu sunacaksınız. Hiç iş yapmayacaksınız. Yaşadığınız her yerde kuşaklar boyunca sürekli yasa olacak bu. O gün sizin için Şabat, dinlenme günü olacak. Benliğinizi yeneceksiniz. Ayın dokuzuncu günü, akşamdan ertesi akşama kadar Şabat'ı kutlayacaksınız.”3

Yahudilikteki Pesah/ Âşûrâ orucu şöyledir; "İster babanın ister annenin ilk çocuğu olsun, Bar-Mitsva olmuş her Behor, Pesah’tan önceki gün oruç tutmakla yükümlüdür. Bayanlar oruç tutmayı adet edinmemişlerdir… Küçük bir çocuk için (kendisi behor değilse bile) babası oruç tutmalıdır. Baba behor ise çocuğun yerine orucu annesi tutabilir fakat mecbur değildir. Oruç, akşam üç tane yıldız çıkana kadar tutulur ve akşam Pesah kiduşu ile bozulur."4

“…Âşûrâ gününde oruç tutmak Yahudilere farz kılınmıştı. Onlar, yedinci ayları olan Tişrin’in onuncu gününe rastlayan Âşûrâyı bayram telakki ederek bir takım merasimler icra eder ve bir yıllık günahlardan temizlenmek üzere oruç tutarlardı.”5 Mısır’daki, Firavun zulmünden kurtulan İsrail oğullarına, kurtuldukları bu gün anısına6 saygı gösterip bu günü, her yıl anmaları için bayram ilan eden Allah; İsrail oğullarına, bunda sürekli olmaları uyarısında bulunmuştur.

Deniz geçişinin mucizesinin İslam'a yansımaları:

“Aşr Arapça’da “on” demektir.”7 “Âşûrayı on sayısı ile ilgili olan aşr ve âşir veya develerin güdülmesiyle ilgili ışr kökünden türemiş Arapça bir kelime kabul edenler olduğu gibi, bu dilde “faula” vezninin bulunmadığını ileri sürerek İbraniceden geldiğini söyleyenlerde vardır.”8 “el-Aşur” Aşure günü, Arabî aylardan muharrem’in onuncu günü, dokuzuncu gününe de denir.”9

Kur'an-ı Kerim'dekideniz geçişi kıssalarında; "Yüce Allah İsrail oğullarının Firavun zulmünden kurtuluşunu, Firavun hanedanının suda boğuluşunu söz konusu ettiği halde, bunun hangi gün gerçekleştiğini zikretmemektedir."10

Kur'an-ı Kerim'de yer almayan "Âşûrâ günü" ve orucu ile ilgili dini ve kültürel bilgi birikimimizin, hadis külliyatında yer alan rivayetlerden kaynaklandığı malumdur.

İslam dinin kitabı Kur'an'ın, Hz. Muhammed'e(s.a.v) vahyedilmeye başlanması ile birlikte gelişen olaylar sonucu Yahudilerin yoğun olarak yaşadıkları Medine’ye gelen Hz. Peygamber; daha önce Mekke'de devam ettiği bu gündeki geleneksel orucunun Yahudi ahkâmında da uygulandığını duyar.

“İbn Abbas radiyallahu anh’dan: Allah resulü sallallahu aleyhi vesellem, Medine’ye geldiğinde Yahudilerin Âşûrâ günü oruç tuttuklarını gördü ve sordu: “Bu nedir?” Cevap verdiler: “Bu Salih bir gündür; çünkü o günde Allah, Musa ile İsrailoğullarını düşmanlarından kurtarmıştır da (Musa) o günde oruç tutmuştur. “ Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Ben Musa’ya sizden daha yakınım.” Sonra kendisi o günü oruç tutmuştur; (ashabına da) o günde oruç tutmalarını emretmiştir. (Buhari, Müslim ve Ebu Davud)”11

Hz. peygamber Medine’ye hicretinden sonra Yahudiler ve onların yoğun dini ve kültürel adetleri ile karşılaştı. İşte Hz. Peygamber, Yahudilerin Âşûrâ günü oruç tutma ibadetini böylece öğrendi.

Ancak bu rivayetten Hz. Peygamberin, Mekke’den ve Bi’set öncesinden beri uyguladığı bu orucun, Yahudilerde de olmasının sebebini araştırdığını anlamaktayız. Yahudilerden, Âşûra gününde tuttukları orucun, Hz. Musa döneminden gelen bir ibadet olduğunu anlayan Hz. peygamberin; Yahudilerin de Kureyş’liler gibi Âşûrâ gününde oruç tutmalarını hoş karşıladığı ve derhal onlara uyduğunu anlamaktayız.

Dolayısıyla Mekke'de, Kâbe'nin örtüsünün değiştirilmesine istinaden Mekke Araplarına yada Kureyş kabilesine has geleneksel bir oruç olarak tuttuğu Aşura orucunu; Hz. Musa sünneti olduğunu öğrendiği "Pesah" orucu ile pekiştirmek için vakit geçirmeden hem kendi tuttuğu hem de Ensar ve Muhacirine emrettiğini görmekteyiz. “Seleme bin el-Ekva radiyallahu anh’dan: Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem, Eslem’den bir adama emretti: “Haydi halka ilan et! Kim yemişse günün kalan kısmını oruçla geçirsin. Kim yememişse orucuna da devam etsin. Çünkü bu gün, Âşûrâ günüdür.” (Buhari, Müslim ve Nesai)”12

Hz. peygamberden rivayet olunan bu hadiste, resulullahın vakit geçirmeden Âşûrâ/Pesah orucunu uygulamaya geçirdiğini anlamaktayız. Bu hadisten anlaşılacağı üzere; Muhacirinden, Âşûrâ orucu tutanların oruçlarına devam etmelerini emrederken; Mekke’de tutulan Âşûrâ orucundan bîhaber olan Ensar’ın da, resulullah’tan haber aldıkları andan itibaren bu orucu tutmaya başlamalarını emretmiştir.

Sonuç:

Geçmişte İslam noktai nazarından bakıldığında, tek bir din olan bu iki dinin, -Yahudilik ve İslam- aynı olayı gündem eden bir günü anması önemli bir vakıadır. Medine'ye geldiğinde Yahudilerin "Pesah" orucu tuttuğunu ve bunun sebebini öğrenen Hz. Muhammed(s.a.v) tereddütsüz olarak silsilesinde son resul olduğu bir dinin, peygamberinin -Hz. Musa- uygulamasına hemen tabi olmuş ve bunu kendi uygulaması haline getirmiştir.

Bu önemli günü, deniz geçişi mucizesini dile getiren Kur'an kıssasının amacı da budur. Kur'an kıssaların temel gayelerinden birisi de geçmişteki Yahudilik, Hıristiyanlık, Sabiilik gibi dinlerin temelinin İslam, bunları insanlara ileten tüm resullerin aynı Allah'ın elçileri ve mesajlarının tevhid olduğunun altı çizmektedir. Kur'an'ın üçte biri veya bir başka algılamaya göre dörtte üçünü kapsayan kıssalar; dünya, dinler ve insanlık tarihini gündem etmesi ve ortak noktalarda buluşturması açısından önemlidir.

Görüldüğü gibi İsrail oğullarının deniz mucizesi ile Tevhidi ve beşeri hürriyete kavuştukları gün; hem Yahudilik ve hem de İslamiyet'e yansımalar yapmış, her iki dinde, bu günün, öğüt ve ibret olarak ibadî anlamda hatırlanması amacıyla gerçekleştirilen ritüeller oluşmasını sağlamıştır.

Bu günün bin yıllardır, Yahudilik ve İslam tarafından halen fiili olarak – Pesah bayramı ve orucu, Aşura orucu- hatırlanması; Kur'an'da yer alan deniz geçişi kıssasının tarihsel gerçekliğini de vurgulaması ve kıssanın algılanışının bu bazda olmasını göstermesi bakımından önemlidir kanaatindeyiz. Esasen bu yazıyı da evvelki deniz geçişi kıssası ile ilgili yazılarımızı tamamlayıcı olması açısından, bu gaye ile dercettiğimizi belirtelim.

 

Dipnotlar:

1- https://www.haksozhaber.net/author_article_detail.php?id=13408

2- http://www.pressyado.com/2009/04/08/hamursuz-bayrami-pesah-passover/

3- Kitabı Mukaddes/Levililer Bab23/26.

4- http://www.sevivon.com/bayramlar/pesah/alahalar.asp

5- T.D.V İslam ansiklopedisi; , Âşûrâ maddesi; İstanbul, 1996; c.4; s.25.T.D.V, A.g.e; İstanbul, 1996; c.4; s.25.

6- Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları, Ankara-1990, c.IV, s321.

7- T.D.V, A.g.e; İstanbul, 1996; c.4; s.24.

8- T.D.V, A.g.e; İstanbul, 1996; c.4; s.24.

9- Arapça-Türkçe Büyük Lûgat; Bayrak matbaası; Ankara, 1981; c.3; s.379; İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları, İstanbul–1996,  c.II, s. 87.

10- İmam Kurtubi, A.g.e, Buruç Yayınları, İstanbul–1996, c.II, s. 85.

11- Rûdanî; A.g.e; c.2; s.53; Kütüb-i Sitte; Akçağ yayınları; Ankara, 1990; c.9; s.463–464; Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih tercemesi ve şerhi, D.İ.B.yayınları; Ankara, 8. baskı; C.6; s.308–309; D.İ.B, A.g.e, Ankara–2006, c.I, S.276.

12- Rûdanî; A.g.e; c.2; s.53.

YAZIYA YORUM KAT

25 Yorum
  • sadi ÇEVİK / 29 Aralık 2009 16:27

    "kavaid-i Ehl-i Sünnete muhalefet ediyor. Ve bazı kelâmları, zahiri dalalet ifade ediyor fakat kendisi dalaletten müberrâdır. Bazan kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz"
    muhterem saidmansur bey! kevaid'i ehli sünnet'e muhalefet etmenin hükmü nedir biliyormusun? galiba, kevaidi ehli sunnet'e muhalefet, dalalete sapmaktan ötürü, "küllü dallin finnar dır" çünkü peygamber, "se tefteriku ümmeti sebune ve selasete firketin. külluhum finnari illa ennaciyete" ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak fırka'i naciyenin dışındakilerin hepsileri cehennemliktir; demiştir."aldannıyor fakat aldatmaz" bir insan aldanmaya müsait ise aldatmaya da müsaittir. bu zuhrufatlı sözlerle ikna etmeye çalışıyorsanız aldanırsınız. kardeşim! aldanan aldatıldığının farkına varmadığı müddetçe aldatır'da."kelam küfür görünür, fakat sahibi kafir olamaz" bununla firavın'ı mi kurtarmaya çalışılıyor? said'i nursi bu hükmü kimin adına veriyor.said'i nursi ibni arabiyi gah yerden yere vuruyor,gah yrden göğe vuruyor. said'i nursi ibni arabiyi hem ahireti inkar etmekle itham ediyor, hemde sahabilerin mertebesine kavuşmamiştir diye dert yanıyor.ibni arabiye göre kendisi öyle bir makamdadır ki, o makam nübüvvet makamından da üstündür...

    Yanıtla (0) (0)
  • saidmansur / 29 Aralık 2009 15:32

    Sadi kardeşim seninle uğraşmıycam. biliyorum ki sizi İbn Abbas gelse ikna edemez, edememiş.

    Yanıtla (0) (0)
  • sadi ÇEVİK / 28 Aralık 2009 21:51

    Başka bir yerde şöyle der:"...Muhyiddin-i Arabî gibi müthiş bir hârika-i hakikat, bir dâhiye-i ilm-i esrâra karşı mübârezeye mecbur ediyorsun...Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâdîdir, fakat her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir." demegojiye bakın,velveleye bakın!
    said mansur bey sen göğsünde kaç tane taşıyorsan taşı...

    Yanıtla (0) (0)
  • Uğur Kaya / 28 Aralık 2009 21:50

    İbn-i Haldun'un Mukaddime'sinden bir bölümü özetleyeyim.
    "Musa(as) İsraillileri Suriye topraklarında hakimiyet kurmaya davet ettiği,buranın mülkünü Allah'ın onlar için takdir ettiğini haber verince,bu konuda acziyyet göstermişler ve"orada cebbar bir kavim var,onlar oradan çıkmadıkça biz kattiyen oraya girmeyiz"(5/22)demişlerdi ve "Rabbinle beraber ikiniz onlarla savaşın"(5/24)dediler.
    Bunun yegane sebebi;tecavüzlere mukavemet ve hak arama konusunda acz gösterme hususuna canlarının iyice alışmış olmaları ve bununla ünsiyyet etmiş olmalarıdır(Fravunun baskıcı, cabbar, kahhar, ceberrut idaresi; onlardaki cesaret,şecaat ,mukavvemet hislerini körertmişti)neticede Allah onları sergiledikleri bu tavır sebebi ile Tih çölünde 40 yıl sürgünle cezalandırdı bu 40 yllık süre içinde ne şehre inebilmişler nede diğer insanlarla yaşama imkanı bulabilmişlerdi.Bu 40 yıllık çölde yaşama cezasının hikmetide şudur;bu aşağılanmayı,horlanmayı, zilleti huy haline getiren bu nesil çölde yok olsun bunlardan sonraki nesil ise çölün çetin ikliminin kazandırdığı tabiattan ötürü ahkam ,kahr bilmeyen cesaretli yeni bir nesil yetişsin"
    Neticede bunlar Mısır'dan çıkmamış olsalardı ne değişecekti bilmiyorum çıktıklarında da birşey değişmedi nihayetinde onlar Müslümanlara Kur'anın ihbarı ile en büyük ibret oldular onların Kur'an daki mesellerinden alacağımız çok ibret var çooook wesselam

    Yanıtla (0) (0)
  • Uğur Kaya / 28 Aralık 2009 20:47

    Tevrat'daki çıkış 11-12-13. bölümünde özetle şöyle geçiyor"Rab Musa'ya fravunun başına bir bela getireceğim o zaman gitmenize izin verecek geceyarısı mısırdan boydan boya geçeceğim fravunun ilk çocuğundan değirmendeki kadın kölenin ilk çocuğuna hayvanlarda dahil ilk doğanlar ölecek israillilere söyle bir fısh kurbanı boğazlıyacaklar ve kurbanın kanını evlerinin yan ve üst kapı sövelerine sürsünler bu bir belirti olacak kanı görünce üzerinizden geçeceğim Mısırı cezalandırırken ölümsaçan size hiçbir zarar vermiyecek buğün sizin için anma günü olacak bayram olarak kutluyacaksınız yedigün mayasız ekmek yiyeceksiniz kim bu yedigün içinde mayalı birşey yerse israilden atılacak pasah(mayasız)ekmek bayramı kutlıyacaksınız birinci ve yedinci günler kutsal top
    lantı yapacaksınız o günlerde hiçbir iş yapmıyacaksınız çünkü ordular halinde ogün sizi Mısırdan çıkardım"
    Denizden geçiş,denizin yarılışı mucizesi ise 13. bölümün bir kısmında 14. bölümün tamamında geçiyor.
    Hulasa İsrailoğluları için asıl kutsiyyet,ehemmiyet denizin yarılışında değil 11-12-13. bölümünü özetlediğim Fravun'un halkınında baskısı ile HZ Musa'ya ve İsraillilere gitmelerine izin verdiği o dehşetli geceydi.

    Yanıtla (0) (0)
  • saidmansur / 28 Aralık 2009 20:32

    Sayın kardeşim,

    Burada Said Nursi davası gütmüyoruz, ama Said Nursi'nin davasını güdüyoruz. O'nun davası da Kur'an ve sünnettir. Nitekim kendisi şöyle der: "Bir adam İbn Hacer'e nazar ettiği vakit, Kur'anı anlamak ve Kur'anın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil."

    Yine der ki: "Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i Ehl-i Sünnete muhalefet ediyor. Ve bazı kelâmları, zahiri dalalet ifade ediyor fakat kendisi dalaletten müberrâdır. Bazan kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz."

    Başka bir yerde şöyle der:"...Muhyiddin-i Arabî gibi müthiş bir hârika-i hakikat, bir dâhiye-i ilm-i esrâra karşı mübârezeye mecbur ediyorsun...Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâdîdir, fakat her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir."

    Yanıtla (0) (0)
  • sadi ÇEVİK / 28 Aralık 2009 16:42

    Sait Mansur Bey, firavunun İsrail oğullarına yapmış olduğu zulümden bahis ediyor. Niye firavun zalim mi imiş? Niye en hakiki iman firavunun imanı değil mi imiş? Müslümanların sözde entelejansya’sı olan molla cami ve Said’i nors’i gibilerin, beğenisine mazhar olan,( bir ara, ibni Arabî gibi zatların niçin sahabilerin mertebesine kavuşmadıklarını düşündüm) ibni Arabî’ye göre en büyük iman firavunun imanı değil midir? Yine İbni Arabî’ye göre, Hz. Harun'un Allah'ın buzağı da dâhil, bütün suretlerde göründüğünü bilmeyecek kadar basiretsiz olduğu, onun için israil oğullarını buzağıya tapmaktan alıkoymaya çalıştığı, Hz. Musa ise bu gerçeği bildiği için Hz. Harun'u engellemesinden dolayı azarladığı ve buzağıya tapmalarına göz yumduğu (Fusus, Harun Fas'sı) gibi burada sayamayacağımız örneklerle peygamberlere hakaret etmekte olup firavunu temize çıkarmamış mi dir? İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 179–180.
    Deniz’in beri tarafındaki kavga’yı ve kavganın taraftarlarını fark etmeden, denize girmenin bir manası yoktur. gördüğüm kadarıyla arkadaşlar,beri tarafı halletmeden denize girmişler.
    Deniz, “küllü firkin ke tavdil azim” oldu. Yani her bir tarafı, büyük bir dağ gibi olu verdi. Ya denizin beri tarafında ki “fırk’ın” her biri nasıl idi.
    İbni Arabi burada Harun’u aptallık ile suçlarken, Musa ile firavunu ayni kafaya sahip olduğunu iddia etmektedir. Musa’ya, Harun’a, ibni Arabî’ye hazret diyenlerin dikkatine.
    saidman bey! iki ayrı inançtan birinden vaz geçmeniz lazımdır.zira Allah bir insanın içine iki kalp yerleştirmemiştir.

    Yanıtla (0) (0)
  • cengiz duman / 28 Aralık 2009 16:41

    Said kardeşimizin tespitlerine tamamen katılıyorum. Çok isabetli bir yorumlar yaptığı için tebrik ediyorum. Cenabı hakk feyzinizi arttırsın. Allah'a emanet olun.

    Yanıtla (0) (0)
  • kenan / 28 Aralık 2009 16:30

    Sayın Mansur kardeşim,düştüğün not için eyvallah,ama ben çokşükür ki meselenin cahili filan değilim.Baştan söyleyeyim,bahis mevzuu olan kavramlar Kur’an’da geçse de,bilinir-bilinmez,anlaşılır-anlaşılmaz gibi düalizmi dayatan karşılıklara mesafeliyim.Kur’an, muhatap her akla,samimiyeti ve gayreti doğrultusunda kendisinden alınması gerekeni verir.Bu anlamda bilginin,özellikle hır gür çıkarmadan samimi ortamlarda talip olanlarla paylaşılması önemlidir.Bir türlü meramımı anlatamıyorum,maksadım,“dil” unsurunun karakteristiğine dikkat çekmek.Dikkat edilirse, lgili ayette kalplerinde eğrilik bulunanlara ve fitne çıkaranlara bir eleştiri, ikaz ve sonuç itibariyle de durum tespiti vardır.Devamında da öyle sanıldığı gibi işin tahsilini yapanların,bilinen anlamda ilimde ileri gidenlerin filan değil,bilakis samimiyetle Allah’ın iradesine teslim olup gereğini yapanlara atıf vardır.Dolayısıyla, Kur’an’ı gerçekten anlamak için kafa yoranların,sizin de mutezile ve muhalifler bağlamında vurguladığınız geleneğin oluşturduğu bir takım kabullere rağmen,bahis mevzuu olan konu ve kavramlara ilişkin farklı anlamlar çıkarılması kadar doğal bir şey yoktur.Birkaç yazıdır tartışıldığı gibi,sahip olunan bilgiye ve önkabullere bağlı farklılıklar,ancak insanların birbirlerine saygılı ve tahammüllü olması ve tabii ki yargılamaya değil anlamaya çalışması halinde azabilecektir.Düşünce ve bilgi bazında birebir örtüşmeyi iyi niyet çerçevesinde arzu etmek başka bir şey,bunun böyle olmasını şart koşmaksa bir başka şeydir.Benim kendi adıma demeye çalıştığım şey,mevsukiyeti tartışmasız olan Kur’an metninde yer alan bazı sure/ayetlerin,anlamları itibariyle,nasıl oluştuğu tartışmalı kabuller noktasında ele alınması ve bu kabullerin sanki ilk muhatapmışçasına icbar edilmesidir.Bu elbette bizim içinde geçerlidir ama sonuçta burada, muhabbet olur,hakikat öğrenilir ümidiyle tartışıyoruz,yoksa fitne vs.çıkarmak için değil.Ortada bir ürün var,küçümsemek işimiz değil.Ama çıkarılması gereken anlam da bu değildir.

    Yanıtla (0) (0)
  • saidmansur / 28 Aralık 2009 09:30

    Sayın Kenan kardeşim,

    Al-i İmran 7 ayetine göre ayetlerin bir kısmı muhkem ve diğer bir kısmı müteşabihtir. verdiğiniz ayetler de genelde müteşabih kısmına giriyor. bu ayetleri, başta ümmül kitab olan Fatiha suresi olmak üzere muhkem ayetlere göre anlamak gerekir diye düşünüyorum.

    Kulun fiili Allah'tandır diye sünnet alimleri ittifak etmiştir. Mutezile mezhebi ve diğer bir kısım haricinde aksini iddia eden yoktur. ancak şunu söylemeliyim ki muhkem ayetler göz önüne alındığında başta rızık, hidayet olmak üzere bütün ihtiyaçlarımızı Allah'tan bekledikten ve istedikten sonra, insan fiilinin insana mı yoksa Allah'a mı ait olduğu çok da önemi kalmıyor.

    selametle

    Yanıtla (0) (0)
  • saidmansur / 27 Aralık 2009 23:53

    Sayın Cengiz Duman,

    aşura orucunun, mucizenin önemini ve mecazi anlaşılmasının yanlışlığını gösterdiğini belirtiyorsunuz. bana kalırsa, bu oruç mucizenin öneminden ziyade israiloğullarının firavunun zulmünden kurtuluşunun önemine dikkat çekiyor. Allah Teala, Hz.Musa'dan (as) ısrarla bu nimetini israiloğullarına hatırlatmasını istediği gibi bu orucu da bir hatırlatıcı olarak onlara emretmiştir. diğer taraftan yanlış olan vaki olanı mecaza hamletmektir. fakat mecaza hamletmeksizin, kıssa için benzer şartları temsil ve sembolize eder demekte ve ibret almakta bir mahzur olduğunu düşünmüyorum. zaten kıssalardan maksat da budur. Mesela, Hz.Musa (as) ve firavun aynı anda hem ehl-i imanı ve ehl-i küfrü temsil ettiği gibi yine aynı anda hem müslüman alimleri ve müşrik filozofları temsil edebilir ve yine aynı zamanda hem kalbi ve nefs-i emmareyi temsil edebilir. Halbuki bu iki şahsiyet mecazi değil bizzat vaki olduklarını biliyoruz.

    selametle

    Yanıtla (0) (0)
  • kenan / 27 Aralık 2009 20:59

    Arkadaşlar: Al-i İmran / 103 2de geçen kaynaştırdı,kılındınız ve kurtardı” dan kasıt nedir?Onlarca ayette müslümanların yapıp etmelerini Allah'ın kendi üzerine aldığına işaret eden ifadeler var. Sırf bu sebeple "Kulun fiili Allah'tan mıdır, yoksa kendinden midir?"vb. sorular kelam ilmine konu olmuş."Ben attım deme, Allah attı de","Allah arşı istiva etti, Allah’ın eli inananların üstündedir",”Hz. Muhammed’in savaşlarında melekler ordusundan bahsedilmesi” ve daha bir dolu örneklere dikkat çekmek isterim. Amacımız ayetlerde anlatılmak istenenin var olan dille ikmal edildiğini hatırlatmak. Gerçi birçok arkadaş buna değinmeye çalıştı ama anlam karmaşası yaşandığı için olsa gerek üzerinde durulmadı.Yine, Galu bela ifadesinin, şeytan ve Allah’ın konuşmasının geçtiği ayetler. Dünyanın altı günde yaratıldığını söyleyen ayet .”Yeryüzünde fitne çıkaracak insan mı yaratacaksın?”,sorumluluğu dağın almadığını ama insanın yüklendiğine işaret eden ayet örneklerden de anlaşılacağı gibi cansız varlıkların konuşturulduğu misaller “denildiği gibi “Dil” meselesinin hakkını vermeyi gerektiriyor.Burada Arapçayı bilmezsek Kur’an’ı anlamak zordur gibi bir dayatma içinde değiliz. Kastımız hangi dil olursa olsun, bir üstadın dediği gibi harfi harfine anlam çıkarmanın zorluğunu vurgulamak. Üstelik vahyin diyolog şeklinde, sözel bir iletişimle geldiği de bir realitedir. Unutmayalım ki kelimeler aynı zamanda beden dilini, yani insanın kızgınlık, öfke, sevinç, hüzün, düşünce vs.gibi hallerini ve tabii ki toplumun genel karakterini de ihtiva ederler. Deyimler, atasözleri,halk arasında konuşulan kıssalar, hikâyeler,şiirler,menkıbeler ve fıkralar o dille beraber yaşarlar.Yani Vahiy bahsedilen gerçekliğe tevhidi bir mesaj yüklemiştir. Dil bilimcilerin iddiası budur.Yani kıssaların ve mucizevî anlatıların bir başka türlü yorumlanmasının “dil” den kaynaklanan haklı sebepleri vardır.Hakikatte Allah’ın kadir oluşunu tartışmak gibi densizliği sergilemek de kimsenin işi değildir.
    Bilmem anlatabildim mi?

    Yanıtla (0) (0)
  • Murat AYDOĞDU / 27 Aralık 2009 19:36

    "On gece" tabirini, şimdilik spontan bir anlatım olarak surenin genel anlamı içinde kendime yeterli buluyorum.
    Her meseleyi mecazi algılayanlara saygım olsa da, bunun insan fıtratına uygun bir çok ritüeli banalleştıreceğinin farkındayım.
    Temel şart olmasa da, Tevrat'ın güzel şeyler içerdiğini belirteyim. Sizin çalışmalarınızdan da yararlanıyorum ve açıklamalarınız için teşekkür ederim.
    Allah'a emanet olun.

    Yanıtla (0) (0)
  • cengiz duman / 27 Aralık 2009 00:22

    Selamün aleyküm, Yazılarımıza ilginiz ve katkınız dolayısıyla teşekkür ediyorum. Sorunuza istinaden, Fecr suresinde geçen on gece ile Aşura günü arasında bir ilgi yoktur deriz. Aşura günü, yazımızda değindiğimiz üzere Kur'an'da belirtilmemektedir. Bu günün tanımı tamamen Hadis rivayetine dayanmaktadır. Ve "GÜN"dür. Tevrat'ta ise kanunları belirten "Levililer" kitabında, Aşura günü için şu ifadeler yer almaktadır: "RAB Musa'ya şöyle dedi:" YEDİNCİ AYIN ONUNCU GÜNÜ günahların bağışlanma günüdür. Kutsal bir toplantı düzenleyeceksiniz. Benliğinizi yenecek, RAB için yakılan sunu sunacaksınız.O gün hiç iş yapmayacaksınız. Çünkü Tanrınız RAB'bin huzurunda günahlarınızı bağışlatacağınız bağışlanma günüdür.O gün benliğini yenmeyen herkes halkımın arasından atılacaktır.O gün herhangi bir iş yapanı halkının arasından yok edeceğim.Hiç iş yapmayacaksınız. Yaşadığınız her yerde kuşaklar boyunca sürekli yasa olacak bu.O gün sizin için Şabat, dinlenme günü olacak. Benliğinizi yeneceksiniz. AYIN DOKUZUNCU GÜNÜ, AKŞAMDAN ERTESİ AKŞAMA KADAR Şabat'ı kutlayacaksınız." (LEVİLİLER23/26-32)Buna rağmen, muharref yahudilik, bu güne mahsus emri, sekiz kutsal güne çıkarmıştır!.. Dolayısıyla ritüellere de zam yapılmıştır!.. İslamiyet'te de "on"uncu gün oruç tutmanın Yahudilere benzemeye vesile olacağı addedilerek -dokuz,on,onbir- olarak "üç" kutsal güne çıkarılmış dolayısıyla ritüeller daha da arttırımıştır.Dikkat ederseniz Cenabı Hakk, Deniz geçişi mucizesini anılaştırarak, o günün ibadi bir ritüel haline getirilmesini emretmektedir. Bu bize iki hususu gösterir. Birincisi;"yedinci ayın onuncu gününün" kutsallığını, yani mucizenin önemini. İkincisi bu mucizeyi "allegorik/mecazi" yorumlayanların yanlış yolda olduklarını... Dolayısıyla Tevrat ile paralel deniz geçişi kıssasını beyan eden Kur'an'ın bu kıssasındaki mucize
    "allegorik/mecazi" olarak yorumlanamaz bu tavır Kur'an ve Tevrat'a ters bir yaklaşımdır. Bu vesileyle de geçen yazınızdaki bir hususa da cevap vermiş olalım. Allah'a emnet olun

    Yanıtla (0) (0)
  • a.ali anadolu / 26 Aralık 2009 23:48

    sanki peygamber sav. e saldiri oluyor, sanki onu sav.i koruyormussunuz gibi rollere girerek, butun bir nakil silsilelerini inkar edip, kendinizi onlarin ustunde goreceksiniz,.

    beyler nedir bu hal, Neden israrla bu bir kac hadisin ustunde tartismalarinizi surduruyor, bunlar uzerinden birilerine biryerlere saldirilar yapiyorsunuz, sizler gercekten, Allah icin birseyler mi yapmak istiyorsunuz, yoksa, okunulan terceme kitaplariyla alim ulema mi gorunmek istiyorsunuz.

    Neden birdefaya mahsus, olan bir meseleyi sanki kerc edercesine, "bakin mucizeye," veya tevil yollariyla dallandirip budaklandiriyorsunuz.

    Ona kalmissaniz domuz etide haramdir, ve bugun tibben de zararlari aciklanmaktadir, yine bir baska hadiste, kim zorda kalirsa yiyebilir (acliktan olmeyecek kadar) buyurulmaktadir, simdi sizler kalkip bakin resulullah domuz etinin yenmesini tavsiye ediyor, yada bakin haram olan birseyin yenmesini nasil hadis olarak kabul edebiliriz mi diyeceksiniz, eger aklinizi baslibasina olcu alirsaniz, nakillerden mustagni eylerseniz elbette buda mumkundur, cunku, bir sey harammi artik tamam, ama illetler, fetvanin muhatabinin halini hic akliniza bile getirmezsiniz,

    Mesela yine, "men terkessalate fegad kefere" buyurulmaktadir, bununda sahih bir hadis oldugunu, Dort mezhebin islam fik hi isimli bugunku ezherde okutulan ders kitabinda belirtilmektedir. vede bunu mezhep imamlari buna yakin hadislerin toplanmasiyla ictihadlar yapmislardir, ictihadi yaparkende kili kirk yarmislardir. vede degisik ictihad sekillerini kullanarak fetvalarini vermisler ama kimsede hadisi inkar etmemistir.

    beyler, lutfen islami konularda munazara yaparken daima Allah korkusunu hakem edelim, bir mesele hakkinda gereken arastirmalari, butun gorus sahiplerinin delillerini bulalim, tedris edelim, mesele olan seyleri tartismak icin degilde, faydalanabilmek icin caba sarfedelim... selam dua.

    Yanıtla (0) (0)
  • a.ali anadolu / 26 Aralık 2009 23:48

    akil basli basina kaldigi zaman, ortaya cikan sonuc ene, nefsin gudusudur.

    halbuki akil nakile tabi olmak zorundadir, kendi fonksiyonunu icra edebilmesi icin, nedir bu, dislilerin ayri ayri donmesi neticesinde sedece kendi etrafinda donmesi, birbilerine kentlenmis halde donmesi neticesinde bir gorevi, bir hareketi ifa etmesi gibi.

    Akil kendi halinde kaldigi zaman neye nelere tabii olacagi, nelerin komanda edecegi bilinmez, halbuki akil nakile yani bir alimin gorusune, bir sahabenin naklettigi hadise, yada kendisine ulastirilan bir ayetin hukmune endekleslendigi zaman ortaya cikan sonuc kendisine ulastirilan nakil vesileiyle hakkin islevini yerine getirmesindeki asli gorevinin ifaa edilmesidir.

    Simdi eger bizler akli baslibasina bir hukum verici olarak alirsak kisir dongulerde dolasir durur, akabinde hergun degisen seylerin pesinde kosar dururuz ama hic bir zaman bir neticede alamayiz zira burda esas olan aklin kendi basina olay, meseleye vakif edilme durumudur, iste buda on pilana cikaran insanlarin akillarini nakillerden ayri dusunmelerinin neticesinde verecegi nefsin putlastirilmasidir.

    Simdi soralim. bin kusur yildir nakiller yoluyla gelen bir takim hadislerin, Bircok guvenilir hadis kitablarinda bu zamana kadar gelmesini, vede bu zamana kadar hic bir ilim ehlinin hadis mufessirinin sanki gormemis gibi, israrla bugun bir hadis ilim dalinda tedrisat gormus butun mufessirleri silip atarcasina, onlari cahillikle, iftiracilikla suclarcasina, saldirmanin, ozellikle bir kac hadis hakkinda israrla durulmasinin amac ve niyyeti olgunlukla karsilanacak bir durum degildir.

    yani simdi bir zaman resulullah bir mesle hakkindaki bir uygulamasini, "hah bakin mucizeymis" der gibi alaya alip ortaligi epey zamandir velveleye vereceksiniz, dort mezhep imamini da gecin, bunu nakil eden sahabeyi de silip supureceksiniz, ve kendinizi, bos zamanlarinizdan kalan kisimla ogrendiginiz seylerle sahabeden de uste cikaracaksiniz, sonra.

    Yanıtla (0) (0)
  • Murat AYDOĞDU / 26 Aralık 2009 22:27

    Sn Cengiz Duman öncelikle kıssadaki akademik seviyeden fiili duruma geçişinizi beğendiğimi belirteyim, teşekkür ederim.
    Fecr suresinde geçen "On gece" nin olayla bağlantısı var mıdır? Zira bu "On gece" ile ilgili diğer tüm yorumlara ikna olamadım. Saygılarımla.

    Yanıtla (0) (0)
  • cevvad / 26 Aralık 2009 20:57

    "ama o akıl, akıl olmak lazımdır. ben böyle bir aklı, akıl kabul etmiyorum." ben!!! kuyumculuk sanaatında herhangi bir sarı metal konusunda tereddut edildiği zaman mihenk taşı diye bir taşa sürer üzerine kezzap suyunu ndökerler; altın olup olmadığı ortaya çıkar.
    senin aklı akıl olarak tespit etmen için mihengin nedir; üzerine kezzabını nasıl dökersin. birde sana şunu da söyleyeyim ki kuran terminolojisinde akıl diye bir şey yoktur. aklı kullanmak ve kullanmamak vardır.pislik aklını kullanmayanların üzerindedir. bende,peygamber, deve sidiğiyle insanları tedavi etmeyeceğini ve necis olan şeylerde şifa yoktur. şeklkinde aklımı kullanıyorum. peygamber her hangi bir insanın üzerine ister hayvanların ister insanların sidiği değdiğinde kendinizi yikayin der. için ve ya yalayın demez.

    Yanıtla (0) (0)
  • saidmansur / 26 Aralık 2009 16:33

    Buhari ve sair hadis imamları bu türden hadisleri zanlarına dayanarak mecmualarına aldılar. şimdi ise bazı adamlar yine kendi zan ve vehimlerine dayanarak aynı hadisleri çöpe atmak istiyorlar. önümüzde iki zan var. şahsen Buhari'nin ve o hadis imamlarının zannına tabi oluyor ve o hadisleri doğru olabilir zannıyla bir kenarda tutmayı tercih ediyorum. evet akıl ve nakil çeliştiğinde akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. ama o akıl, akıl olmak lazımdır. ben böyle bir aklı, akıl kabul etmiyorum.

    Yanıtla (0) (0)
  • cevvad / 26 Aralık 2009 09:36

    o günkü insan,o günkü zaman ve o günkü peygamber, gibi söylemler'e karnımız toktur. o günkü insan deve sidiğini içmeye müsait bir fiziki yapı ile mi yaratılmıştı?
    bu tip ukalalrı konuşturduğun zaman islam cihan şumuldur;tarihsel değildir diyor. bazı şeylerin arkasına sığınmayın. zaman mış,mekanmış o günkü insan mış vs. Allah'ın elçisine de hakaret etmeyin.bu safsataları da mucizedir diye yutturmayın.
    bunlar mucize olamaz diyenlerle de dalga geçmeye hakkınız yoktur.

    Yanıtla (0) (0)
  • Anka Ateş Kuşu / 25 Aralık 2009 23:52

    Selam
    Tevrattaki mayasız ekmek yeme kısmını okuyunca anlamamış ve üzerinde de fazla durmamıştım.Şimdi sizin çalışmanız ve yorumlarınızı okuyunca İlahi Metinler Araştırma Çalışmamızda bize farklı bir fikir sunduğunuz için teşekkür ederim.

    Yanıtla (0) (0)
  • cevvad / 25 Aralık 2009 22:32

    sadi kardeş! doğru söyliyorsun.insanları tükürük ile, gargara suyu ile,deve sidiği ile tedavi etme cihetine giden bir peygamber ve yapmış olduğu bu uygulamasına da, mucize deyip insanları ona davet etmek,davete icabet etmeyenlere'de deli demek,rasyonalist vicdanın insafına havale edelim.

    Yanıtla (0) (0)
  • a.ali anadolu / 25 Aralık 2009 18:19

    Dehri, soruyor, ey ehali Allah var diyorlar, bunca zaman goren varmi. Sizler akilli insanlar Gormediginiz bir seyi nasil kabul edersiniz.

    ..Insan topraktan yaratilmis diyorlar, bizde oldukten sonra topraga gidecegimize, toprak olacagimiza gore, madde yasasina aykiri olan bir seyki, toprak topraga nasil zarar verecek, yani bu kabir azabi nasil gerceklesecek....)

    Merhum hocanin cevaplarida bir baska, mana dolu, tefsir etsen zaman yetmez, merhum hemen eline aldigi bir sert toprak parcasini dehrinin kafasina firlatir, dehrinin kafasi gozu kan icinde, kadiya gelir ve hocadan davaci olur.

    Kadi sorar bu adama senmi vurdun, hoca evet der,

    Nedenini sordugunda, bu adam bana Allahin gorunmedigini oyleyse gorunmeyen birseyin aklen varliginin mumkun olmadigini soyledi bende bu adama bu toprak barcasiyla cevap verdim. der. Hissettigi aciyi goremiyor ama duyuyor, hissediyor, O zaman bu adamin Allahin inkari hususunda one surdugu iddia da batildir.


    ...., Bu adam kafasindaki agridan bahsediyor, sorun bakim agrinin seklini, agirligini, rengini, vs. biliyormu gormusmu, Hayir oyleyse Bu adam bir acidan bahsediyor, sebebide bir topraktir, kendiside topraktandir, demekki toprak topraga etki yapabiliyormus, buda bu sorunun cevabi.

    Sonuc olarak, dehri o insanlarin arasindan boynunu buker ve ceker gider.

    Ve bu adam bir daha ayni seyleri tekrarlamamis, kendini sorgulamis, ve birdaha ortalikta gorulmemis.

    Yanıtla (0) (0)
  • a.ali anadolu / 25 Aralık 2009 18:19

    Zaman la islamin hukumlerinin alternatifi olarak kafalarindan bir takim tekerlemeler olusturup musluman toplumlarin icine girerek, akla uygunmus gibi gorunen bazi meseleleri gundem edip muminlerin aklini celmeye, vede dini hukumler hakkinda kafalarda sorular olustutup muminler icine fitne tohumlari ekmeye calisan guruplar sahislar, ekoller olusmus, iste buna islam alimleri ve de bunlarin bu taarruzlarini gorup mucadele etmek icin felsefe dalinidi hifzeden islam alimleri, tarihin bircok kesiminde hep bunlarla mucadele etmis, ve bu tip guruplari ve sahislarida dehriyyun olarak bizlere aciklamislar dir.

    iste bu tip sahislar halkin ozellikle avam takimini muhatap alarak, bir takim hadis ve ayetlerin akla uygun olmadigini oyleyse bunlarin gecersiz oldugu hemen mirildanmaya baslarlar, hele muhatabindan birazda tebessum gorunce, daha tatli dillere burunerek, bir hadisin yada bir sunnetin inkar ettirme sevinciyle kopurdukce kopurur durur,.

    Iste bu tip unsanlarin amaci ne hadis tahsisi nede bir yanlisin duzeltilmesi, nede insanlarin salahina vesile olmaktir.

    bu tip insanlarin amaci, dillerine doladiklari bir hadisi sirf akillarina uymadi diye, sirf kendi goruslerini desteklemedi diye,

    o hadisin zaman ve zeminini goz onune almadan, o hadisin soylendigi zamanin teknoloji sartlarini goz onune almadan, sanki o anin gunumuzde yasanmis bir olay gibi algilanarak tum dikkatleri, islami konu ve mesajlara tepki olusturmak yada, Toplum nazarinda inkari saglanacak bir takim seylerin bugun ilk provasini denemektedirler.

    Merhum nasreddin hocanin, bu tip insanlara karsi zamaninda verdigi mucadelelerden birini aktaralim.

    Vaktiyle bilimin icerisinden biraz seyler ogrenen bir dehri vardigi her yerde insanlari basina toplar, kendisinin hazirladigi uc soruyu o yorenin ilim sahibi kisilerine yoneltir verdikleri cevaplarin yetersizligi neticesinde gobek atarmis.

    Bir gun bu dehri, nasreddin hocaya denk gelmis, millet toplanmis, sorular ve cevaplar icin halk pur dikkat

    Yanıtla (0) (0)
  • sadi ÇEVİK / 25 Aralık 2009 15:49

    "bu fakir, bu zaman ve yörenin, 1400 yıl önceki arap yarımadasına kıyas edilemeyeceğini, o yüzden de bu hadiselerin vakii olabileceğini iddia etti. acaba hangimiz daha rasyonalist düşündü ve hangimiz duygusal düşündü? hakkıyla rasyonalist vicdan hakem olsun.." evet sayın saidmansur bey!dğrudur. öyle demiştiniz. ve o zaman deve sidiği içmek bile normalmış diye ilave yapmıştınız. yani peygamberin, tedavide, deve sidiğini bile insanlara içirmiştir iddiasını da kabul etmiştiniz.zira o da hadis ve o da buharidedir.
    bir dine ihtiyaç duyduğunda hırıstıyanlığı seçeceğini söyleyen murat belge,ateistin tekidir. Aklı olsa musluman olur...

    Yanıtla (0) (0)