Demokrasiye utanç davası…
Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya "AK Parti'nin laikliğe aykırı fiillere odak olduğu gerekçesiyle kapatılması istemiyle dava açtığını" söylüyordu haberdeki cümle…
Ajanstan gelen bu cümleyi okuduğum zaman bir süre şaşa kaldığımı söylemem gerekir…
Hiçbir şey beni bu kadar şaşırtamazdı, hiçbir şey devlet aktörlerinin ve yüksek yargının mantıksızlık ve futürsuzlukta bu noktaya gelmiş olduğunu düşündüremezdi.
Bu nasıl olabilir?
Daha bundan 6 ay önce yüzde 47'lik bir oy oranıyla iktidara gelmiş, bugün yapılan kamuoyu yoklamalarında en az o kadar oy oranına sahip bir siyasi parti hakkında sudan sebeplerle kapatma davası nasıl açılabilir?
Aslında söylenmesi gereken tek şey şudur:
Bugün ülkede yaşayan her iki kişiden birinin oyunu almış bir siyasi partiye belirsiz ve keyfi nedenle açılan bu dava aslında demokrasiye açılmış bir davadır…
Siyasi partiler demokrasinin temel unsurlarıdır. Bu unsurları tahrip etmek savcı ve yargıç eliyle bile olsa demokrasiyi tahrip etmek anlamına gelir…
Başsavcı AK Parti'nin laiklik karşıtı fiillerin odağı haline geldiğinden söz ediyor, muhtemelen yapılan anayasa değişikliklerini kastediyor.
Ancak bu anayasa değişikliklerinde ne laiklik sözü geçiyor, ne laikliğe ilişkin bir düzenleme var…
Bu değişiklikler özgürlükler alanını genişletiyor.
10. madde yapılan değişiklik şu: Devlet organları ve idare makamları, bütün işlemlerinde ve "her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılması"nda kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır.
42. maddeye ise şu ek yapılmış durumda:
"Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yüksek öğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir"…
Bu ibarelerden dolayı mı, özgürlükler alanı genişletildiği için mi AK Parti kapatılma davasıyla karşı karşıya kalacak.
Bunu hangi akıl, hangi mantık, hangi vicdan açıklar?
Bu nasıl bir ülkedir ki, ortada somut hiçbir kriz unsuru yokken kendi eliyle kendisini cendereye sokar?
Bu nasıl yüksek yargı sistemidir ki, çoğunluğu itibariyle savcı ve yargıçları salt kendi sübjektif ideolojik kanaatlerinden ötürü, bu çerçevede verdikleri hayallerindeki bir rejim mücadelesinden dolayı ve kanundan güç alarak ülkeyi ekonomik, politik, uluslar arası faturası ağır olacak, istikrarı zedeleyecek böyle bir durum içine iterler?
Ama oluyor…
Daha birkaç gün önce Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan, Türkiye'nin sırtında bir leke duran başbakan ve bakan idamlarını adeta onaylar tarzda açıklamalar yapmıyor muydu? 27 Mayıs ihtilali için 'devrim' tanımlaması getirmiyor muydu?
Sorumsuzluk, istikrara kasıt, toplumu yasalara uyarlamaya çalışan yargıçlar hükümeti…
İstediğiniz gibi tanımlayabilirsiz…
Sonuçta tahrip olan sadece demokrasi değildir, sadece istikrar değildir; yargı da tahrip edilmektir, adalete inanç yıpratılmaktadır.
Açıkçası durum, atılan adımın sorumsuzluğu, katılığı ve çağdan kopukluğu akla Sezer'in yargıçları tabirini getirmektedir. 1930-1940'ların kemalizmine geri dönüşü düşündürmektedir...
Nitekim Prof. Dr. Ergun Özbudun'un "En iyi ve sağlam yol halkı kapatmaktır. Uzaydan halk getirmektir… " sözleriyle karar verdiği ilk tepki ironiktir.
Ne var ki ne dünya ne Türkiye 1940'larda yaşamıyor…
Her geçen gün demokrasiyi öğrenme ve içselleştirme konusunda yol alıyoruz…
Açık: Anayasa Mahkemesi kapatma kararı vermeyecek…
Tersine, kanımız o dur ki, açılan bu davaya verilecek toplumsal tepki demokratik olgunlukta, yasakçı mantığın ifşa edilmesinde ülkenin yeni bir aşamaya geçmesinin zemini olacaktır.
Aynı 27 Nisan ve 22 Temmuz 2007 arasında olduğu gibi…
Yeni Şafak gazetesi
YAZIYA YORUM KAT