Demokrasinin Mumu
Bu ülkenin demokrasi tarihine bakıldığında demokrasinin kendi tarihi ile tezat birçok gelişmelerin yaşandığı görülür. Halka umut dağıtırken “halka rağmen” politikalarla adeta bir açmaza düşülmüştür. En başta koyulan “Türkleştirme” ideali peşinde tüm halk kesimleri (Türklerde dâhil) baskı ve vesayet altına alınmıştır.
II. Mahmut ile birlikte hız kazanan ve Osmanlı’nın içlerine doğru yol almaya çalışan batılılaşma hareketleri ortaya şekilsel değişikliklerin sadece şekilden ibaret olmadığını bununla birlikte bir kültüründe empoze edilmeye çalışıldığını gösteriyordu. İlk defa devlet dairelerine resimlerini astıran, Avrupa tarzında müziği serbest bırakan, ilk defa Avrupa’ya öğrenci gönderilen, pek çok Avrupa tarzı okulun açılmasını sağlayan II. Mahmut aslında bu toprakların I.Mustafa Kemalidir dersek herhalde abartmış olmayız. Yönetimsel anlamda da birçok yeniliği Osmanlı’ya sokan II. Mahmut’un başarılı olamamasının sebebini ya da “Atatürk” olamamasını belki bölge ve dünya siyasetinde ve Batı’ya gönderilen öğrencilerin tecrübesizliğinde aramak mümkündür.
Batı’dan dönen gençler her ne kadar hararetle Batı’yı savunsalar da yeterli deneyime sahip değildiler. Batı hayranlığı, Batı’ya olan öykünme ve özellikle Rus tehdidine karşı Batı’nın yanında yer alma aynı zamanda bunlarla birlikte Batı’nın kültürünü de karşılayabilme isteğini doğurmuştur. Tanzimat ve Islahat Fermanları içerik ve şekil olarak bakıldığında ve Meşrutiyet hareketleri ile birlikte değerlendirildiğinde hep Batı’ya yaranma onun hoşnutluğunu kazanma, güçlünün yanında yer alma güdüsünün tezahürleri olduğu görülecektir.
Ulus devlet yapılanmasının kabarttığı iştihalar, Osmanlı’yı ısırıp parçaladıkça içeride beliren bu soysuzlar çetesi; Jön Türkler ve İttihat Terakki’nin teorisyen ve fedai kadroları içeride sesleri güçlü çıkan asker-yönetici-aydın bir seçkinci sınıfın ilk temellerini atarlar.
30 Mayıs 1876 da Abdülaziz bir saray darbesi ile Hüseyin Avni Paşa’nın başında bulunduğu bir ekip tarafından tahttan indirip yerine V.Murat geçirilir. Fakat Mithat Paşa ve darbeci kadro V.Murat’ın aczi yeti dolayısıyla Abdülhamit ile anlaşırlar ve onu padişah yaparlar. Bundan altı ay sonra da I.Meşrutiyet ilan edilince iki meclisli bir sisteme geçilir ve Ayan Meclisinin üyelerini (38 üye) Abdülhamit belirler, Mebusan Meclisine ise halk tarafından 96 mebus seçilir ki bunların 40’ı Hıristiyan’dır. Padişahın Meclisi fesh etme ve tehdit oluşturanları sürgüne gönderme gibi yetkileri vardır ve Abdülhamit bunu 1877-78 Rus Savaşının ardından kullanarak Meclisi fesh eder. Yaklaşık otuz yıl ülkeyi deyim yerindeyse tam bir “tek adam” gibi yöneten Abdülhamit’e karşı muhalefetin tamamı İttihat ve Terakki çatısı altında örgütlenmiştir. Merkezleri Manastır ve Selanik’tir. Buralardaki subayların 1908 teki isyanları üzerine durumdan çekinen Abdülhamit II. Meşrutiyeti ilan edip Rus savaşı sonrası Meclis’i tekrar açsa da İttihat ve Terakki’nin tertiplediği 31 Mart vakasını (13 Nisan 1909) engelleyemez. Sonrasında Mahmut Şevket Paşa Selanik’ten gelerek Padişahı tahttan indirir ve tüm yetkiler ve iktidar İttihat Terakki kadrolarının eline geçer. İttihat ve Terakki hürriyet ve meşrutiyet söylemlerine rağmen Abdülhamit’den çok daha baskıcı bir yönetim kurar. Düşünsel altyapısını Prens Sabahattin ve Mizancı Murad’ların oluşturduğu Ahrar Fırkası kapatılır. İttihadi Muhammediye v.b. gibi derneklerin faaliyetlerine son verilir. Faili Meçhuller başlar. Muhalif gazeteciler öldürülür. Serbesti Gazetesi yazarı Hasan Fehmi Bey’i Sadayı Millet Gazetesi yazarı Ahmet Samim’i buna örnek olarak verilebilir.1912 seçimlerinde muhalefetin Meclise girmeleri engellendi.”Sopalı Seçim” de denen bu seçimde İttihat Terakki 275 sandalyenin 269’unu almayı başarmıştı(!).1913 de bir darbe daha yapıldı Babı Ali basıldı. Hükümet Enver, Talat ve Cemal Paşaların eline geçti. Güya demokrasi denen bu gelişmeler düpedüz oligarşik bürokratik yapının oluşmasını sağladı. Bu kara gidişat güya hürriyet adına güya meşrutiyet adına Osmanlı’yı I.Dünya savaşına sokarak sonunu getirdi.
Türkiye Cumhuriyeti dönemi de yine 29 Ekim’deki bir oldubitti ile başladı. TC’nin ilk muhalefet partisi 1924’te TC’nin kurucu kadrosu arasında yer alan Karabekir, Cebesoy ve Orbay’ın öncülüğünde liberalizmi (hürriyetperverlik) ve halkın hâkimiyetini (demokrasiyi) ilke edinerek kuruldu. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın anlayışında fikir hürriyeti ve dini serbestlik de yer almaktaydı. Ancak sonrasında malum gelişmeler ve sonrasında Takriri Sükûn Kanunu ve kurulduktan altı ay sonra TCF’nin kapatılması.1927 Seçimlerine CHF tek başına girerek demokrasiye yeni bir anlam kattı(!). Tek partili bir demokraside adayları belirleme yetkisi tek bir kişinin elindeydi o da Mustafa Kemal’di. Mustafa Kemal tayin ettiği adayları şöyle takdim ediyordu.
“Aziz vatandaşlarım, Cumhuriyet Halk Fırkası namına bütün memlekete TBMM azalığı için tespit ettiğim zevatın heyeti umumiyesini ittilaniza (bilginize) arz ediyorum. Her vatandaş için yeni devrede beraber (Çalışmayı münasip gördüğüm arkadaşlarım heyeti umumiyesinin birlikte görülmesini faideli addettim. Bunlardan her daire-i intihabiyyeye (seçim bölgesine) tefrik edeceğim mebus namzetlerimi ayrica imzam tahtında arz edeceğim."
Artan baskılar halktaki huzursuzluğu da artırınca M.Kemal güdümlü bir muhalefet oluşturmaya karar verdi ve Fethi Okyar tarafından Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu. SCF'na halk büyük ilgi gösterdi ve kısa sürede Istanbul, İzmir, Aydın, Samsun ve Trabzon gibi illerde örgütlendi. İzmir’de yapılan toplantıda izdiham yasandı. Halk baslarına zorla giydirilen şapkaları yerlere atıp çiğnedi. Vali Kazım Pasa ve Halk Partililerin engellemelerine rağmen halk Fethi Bey'i karşılamaya gider. Güvenlik kuvvetlerinin rastgele ateş açması üzerine 14 yasında bir çocuk öldürülür. Çocuğun babası yavrusunun cesedini Fethi Bey'in önüne koyarak "iste size bir kurban! Başkalarını da vermeye hazırız. Yeter ki sen bizi bu zalimlerin elinden kurtar!" der.
Bunun üzerine M.Kemal diktatörlüğünün kalemşorları olan Y.Kadri ve F.Rıfkı’yı harekete geçirerek anti propagandaya başlaR ve aradan fazla geçmeden SCF’yi kapattırır ve sonrasında Menemen Provokasyonu ile partinin tüm üyelerini doğduklarına pişman eder.
İkinci dünya savaşı sonrasında oluşan dengeler karşısında çok partili daha doğrusu çok chp’li hayata geçilmek zorunda kalındı. Totaliter rejimler olan İtalya Japonya ve Almanya gibi ülkelerin yenilgileri ortaya çıkan Sovyet tehdidi ve 19.Yüzyılın İngiltere’sinin yerini alan ABD’nin güçlenmesi bu demokratikleşme liberalleşme sürecini cazip hale getirdi. CHP’den ayrılan Celal Bayar, Adnan Menderes ve Refik Koraltan gibi politikacılar CHP’ye göre daha az bürokratik ve daha az merkeziyetçi bir çizgiyi benimsiyorlardı.1909 larda başlayan darbeci ve vesayete dayalı sistem tıkanmış halk 1940’lı yıllarda çıkartılan Varlık Vergisi ve Ayniyat Vergisi uygulamaları ile iyiden yiye bunalmıştı. Bir İttihat Terakki mirası ve CHP geleneği olan açık oy gizli tasnif ve CHP bürokratlarının keyfi uygulamaları sonucunda 46 baskın seçimlerinde yine CHP 390 vekil çıkartmayı başardı (!).
Ancak CHP içindeki “tanrıtanımaz” zihniyet alışkanlıklarından vazgeçmeye çalışsa da bunu başaramadı ve 14 Mayıs 1950’de DP 408 vekil çıkartarak adeta CHP’yi meclisten sildi. Dört yıllık demokratikleşme çabalarına halk inanmamıştı. Bu kadar vekile rağmen DP her zaman darbe tehdidi ile karşı karşıya kaldı ve kendisini hiçbir zaman güvende hissedemedi. Bunda DP’nin sisteme köklü bir eleştiri getirememesinin de payı elbette büyüktü.15 General ve 150’ye yakın albayı emekli etmeye cesaret etse de kendisine yönelik klasik irtica söylemleri Ticaniler üzerinden DP’ye yöneltiliyordu. CHP’nin ilk tarikat açılımı diyebileceğimiz Ticanilerin büstlere saldırma vaklarına sıkça rastlanır olmuştu. DP irtica söylemlerinden kurtulabileceği umuduyla 1951’de Atatürk’ü Koruma Kanununu çıkarttı hatta din üzerinden politika yapıyor diyerek Millet Partisini kapattı. Anlaşılan o ki DP ile yeni tarz bir darbe ve vesayet rejiminin temelleri atılıyordu.
1954 seçimlerine gelindiğinde ise DP yine ezici bir çoğunluğa sahipti ve 503 vekil çıkartmış CHP ise 31 sandalyede kalmıştı. Bu 1957 seçimlerinde de sürdü oyları azalsa da yine 424’e 178 gibi bir çoğunluğa sahipti. Yalnız demokratikleşme yerine gittikçe otokratikleşen bir çizgiye evrilen DP halk nezdindeki inanılırlığını yitiriyor ve CHP’nin başındaki entrikaları iyi bilen İnönü’nün manevraları ile iyiden iyiye köşeye sıkışıyordu. Seçimle işbaşına gelemeyeceğine kanaat getiren CHP farklı metotları devreye soktu. İstanbul Ankara’da CHP tarafından başlatılan öğrenci eylemlerine DP tarafından buralarda sıkıyönetim ilan edilerek karşılık verildi.
Menderes panikleyince güçlü olduğu Ege’de mitingler düzenleyerek hem moral depolama ve hem de birilerine (!) mesaj verebilmeyi amaçlıyordu. Ortaya çıkan “Dokuz Subay Hadisesi”nde de DP sınıfta kaldı. Hükümete karşı darbe hazırlığındaki 9 Subayı deşifre eden Yarbay Samet Kuşçu arkadaşlarına iftira atmak ve yalan beyanda bulunmaktan on yıl ceza alırken diğer darbeci subaylar ise serbest kaldılar. Ayrıca Harp Okulu öğrencilerinin de Hükümete karşı yürüyüş düzenlemeleri ortamı iyiden iyiye gerdi. Her ne kadar DP soruşturma başlatsa da darbe planlarının ortaya çıkacağından endişe eden cunta erken davranarak 27 Mayıs 1960 da darbeyi yaptı.27 Mayıs bundan sonra uzun yıllar(bir başka darbeye kadar 12 Eylül 1980) Hürriyet Bayramı olarak kutlandı.1961 de yeni bir anayasa hazırlandı ve MGK, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi demokratikleşmeyi hizaya çekecek kurumlar oluşturuldu.
Menderes ve diğer iki bakanın idamı ve DP’nin kapatılmasının ardından girilen seçimlerde neo-demokrat kanat ( AP 158 YTP 65 CKMP 54 olmak üzere) toplam 277 sandalye kazanırlarken bu halkın darbeye tepkisi olarak yorumlandı. Bunun yanında ilginçtir Türkiye’de sol diye tanımlayabileceğimiz çevre ise 27 Mayıs’ı hep “ilerici” olarak sahiplenmiş ve arka çıkmıştır. Sol’un genelde darbelere bakışında demokratik açıdan değil de gereklilik gereksizlik (diyalektik) açısından ve ürettiği hayali düşmanlar özelinden bakıyor olması da ayrıca düşünülmesi gereken diğer bir durumdur.1965 seçimlerinde uygulanan nisbi seçim yöntemi AP’nin birinci çıkmasını engelleyemedi.
1971’in 12 Martında önü alınamayan öğrenci halk ve köylü isyanları sonucunda Demirel’e muhtıra verildi. Ordu komutanlarının verdikleri muhtırada çağdaş uygarlık hedefinden geri dönüldüğü bundan sorumlu olan Hükümet’in yerine demokratik yollarla yeni bir Hükümet’in kurulması gerektiği bu yerine getirilmez ise ordunun gereğini yapacağı belirtiliyordu. MNP ve İşçi Partisi kapatılırken Anayasadaki demokratikleşme eğilimi tırpanlandı. Rejim aradan çok da değil yirmi yıl bile geçmeden tekrar tıkandı. Parti enflasyonu koalisyonlar azınlık hükümetleri peş peşe geldi. Ancak bu sefer ordu nedense seyrediyor hiç acele etmiyordu. Komünistler ve Ülkücüler birbirine girmiş her gün onlarca genç ölüyor bunların yanında sosyal ve siyasal anlamda bir İslami uyanış hareketi tevhidi kimliği ile tebarüz etmeye başlıyordu.
Ordu uzun yıllar bekledi. Binlerce insan öldü ya da kayboldu. Ordu 27 Mayıs’taki hatasını tekrarlamamış son ana kadar bekleyerek kendisine meşruiyet kazanma politikasını gütmüştü.11 Eylül 1980’e kadar devam eden olaylar 12 Eylül sabahı adeta bıçak gibi kesildi. Yeni bir anayasa 82 Anayasası ile 61 Anayasası ile verilen kısmi özgürlükler geri alındı. Demokrasi yine raftaydı ve indirilse bile tüm toplum için değil askerin izin verdiği belli kesimler için indirilecekti. Herşeye rağmen ANAP darbenin muktedir paşasının (Kenan Evren) tüm gayretlerine rağmen tek başına hükümete geldi.Özal bilhassa ikinci döneminde ele aldığı Kürt sorununa ilişkin yaklaşımları federatif yapıyı dillendirmesi sorunun merkezine inme isteği ve gayreti 1990 Körfez Savaşı ile başlayan “Yeni Dünya Düzeni”nin konjonktürüne uygun düşüyordu.Ama Özal TC’nin ilk sivil C.başkanı olduktan kısa süre sonra şüpheli bir şekilde öldü.
Halk yönetime katıldıkça rejim açısından arızalar çıkmaya devam ediyor ve bu arada büyük kentlere göçün sonunda metropolleri dolduran bu kitleler bilinçleniyor mutaassıp aileler kendi mazbut halleriyle kendi geleceklerinde söz sahibi olmak istiyorlardı. Bu geniş kitleleri keşfeden 70’li ve 80’li yılların İslami söyleminden etkilenmiş ya da bu söylemden gelen kadroların oluşturduğu Erbakan liderliğindeki Refah Partisi oldu. Hem namaz kılıp hem iktidara talip olan hem hanımı başörtülü olup hem de bununla var olmayı deneyen RP 1995 seçimlerinden yüzde 21 oyla birinci çıktı. Zaten bir sene önce de yerel idare seçimlerinde fırtına gibi esmişti. Erbakan - Çiller Koalisyonu o yılın ortalarında kurularak Erbakan, Başbakan oldu.
Not:28 Şubat ve sonrasındaki “demokrasi” macerasını bir sonraki yazımızda ele alalım inşallah.
YAZIYA YORUM KAT