Demokrasi, Demagograsi
Türkiye dâhil bütün İslâm ülkelerinde uygulanabilecek ve İslâm'a da uygun olacak bir rejimden söz ediyorum. Bunun adı “İslâmî demokrasi”dir. Bu ismi kullananlar arasında Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de vardır. Ancak modernite müminlerinden bazılarının düşünceme tahammül edemediklerini, benim için “entelektüel derinlikten yoksun” dediklerini görüyorum. Onlara göre “İslâm beşerî bir kurumdur, kutsallığı yoktur, katı laikliği bırakıp liberal-laik demokrasinin yerleşmesi için İslâm'ın da kısmen kullanılması faydalı olur…”. Bize göre ise İslâm kullanılmaz, yaşanır ve bütünüyle uygulanır.
Peki demokrasi ile hiçbir alış-verişi olamaz mı?
Bunun cevabını şöyle vermiştim:
Demokrasinin çeşitli tanımlarından birinin veya tamamının İslâm ile örtüşüp örtüşmediği veya İslâm’a uygun düşüp düşmediği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüş, kitap ve makaleler yazılmış, hatta Doğu'da ve Batı'da tezler yapılmıştır. Bu yazının konusu, bu uygunluk veya uygunsuzluğun tespiti değil, ülkemizde genelgeçer demokrasi tanımlarının uygulamaya uygun düşüp düşmediğidir. Bundan otuz kırk yıl önce kitaplar ve makalelerde demokrasi “Ya doğrudan veya temsilcileri aracılığı ile halkın kendi kendini yönetmesidir.” diye târif edilirdi. Şimdilerde bu tanım: “İnsan haklarına riayet edilen, mümkün ise bireye kadar yönetime katılma imkânı veren bir siyasî sistem.” olarak târif edilmektedir.
Dönüp uygulamaya baktığımızda görülen manzara hiç de tanımlara uymamaktadır; çünkü perde arkasında bulunan ve yönetmek için seçilmedikleri hâlde yönetime hâkim olan güçleri bir yana bıraksak bile görünüşte iktidar partiler arasında el değiştirmekte, partilere de parti karar ve disiplini hâkim bulunmaktadır. Milletvekili adayları parti tarafından belirlenmekte, bu belirlemede halkın irade ve menfaatinden ziyade partinin başında bulunanlar ile bunların maddî-manevî güç aldığı çevrelerin dedikleri olmaktadır. Milletvekillerinin temsil, yönetime katılma ve denetim fonksiyonları sıfıra yakındır. Milletvekili, arkasında binlerce insanın bulunduğu müstakil bir temsil kişiliği değil, oy sayısını dolduran, verilen vazifeleri yapan bir birimdir. Meclis'in göze çarpan yerinde “hâkimiyetin millete ait olduğu” yazıldığı hâlde gerçekte hâkimiyet, milyonlara nisbetle bir avuç teşkil eden seçilmemiş/temsil yetkisi olmayan güçlerin elindedir. Onlar istemedikçe anayasa ve kanunlar değiştirilemez, haklar ve hürriyetler verilemez, alınamaz, alınmış kararlar uygulanamaz. Halkın temsilcilerinin elini kolunu bağlayan, iradelerini dizginleyen bir görünmez el bir kâbus gibi üzerimize çökmüş bulunuyor. Gerek halk ve gerekse onun temsilcileri bu eli kaldırmaya, kırmaya kâdir olamıyor, bu şuurdan ve güçten mahrum bulunuyorlar.
Bütün bunlar vakıaya, olup bitene uygun düşen tesbitler ise medyada boy gösterme imkânını bulan bir kısım üst düzey(!) yetkililerin, değerli olmasalar bile önemli olan kişilerin ikide bir çıkıp halk iradesinden, halkın dediğinin olduğundan, halkın yararının her şeyin önünde bulunduğundan, kendilerinin halka hizmet için bu eziyetlere (!) katlandıklarından, adaletten, hakkaniyetten, hukuk devletinden... bahsetmeleri demagojidir; bunlar demagoglardır ve demagogların üst düzeyde bulundukları siyasî sistemin adı demokrasi değil, demagograsidir.
Uygulamadaki aksaklıklar bir yana bırakılırsa teorik olarak demokrasi insan hakları temeline oturuyor, insan hakları denilince öncelikle birey olarak insanın hakları kastediliyor ve zaruret bulunmadıkça bireyin hakları, topluma, devlete, ideolojilere, inançlara... karşı korunuyor. Demokrasinin önemli eksikliklerinden biri ise, hakların, ödevlerle dengelenmesinde kendini gösteriyor; tarih boyunca yaşanan haksızlıklara, baskılara, gereksiz kısıtlamalara karşı bir tepki söz konusu olduğundan hakların öne alındığı ve ödevlerin, haklara nispetle gölgede kaldığı anlaşılıyor.
Burada “ahlakî denetim” ifadesinden, İslâm din ve kültüründe önemli yeri olan “el-emru bi'l-ma'rûf ve'n-nehyu ani'l-münker” kavramını ve uygulamasını kastediyorum. “Ma'rûfu emretmek, buyurmak, yaptırmak, münkeri yasaklamak, yaptırmamak, engellemek” manasına gelen bu ifadeyi anlayabilmek için “ma'rûf” ve “münker” kavramlarını tanımlamak gerekir.
“Marûf”, “meşrû” kavramını içine alır ve onu aşar, burada meşrûluk Müslümanlar tarafından benimsenmiştir, hayat tarzı hâline gelmiştir ve ihlali toplumca tepki sebebi olur.
“Münker” de ma'râfun zıttıdır. İslâm toplumunun inanç, ibadet, ahlak-âdâb alanında ortak değeri oluşur; bu ortak değerler korunur, bunlara yönelik saldırılar ve ihlaller karşısında toplum tepki gösterir; el, dil ve gönül yoluyla ihlale karşı çıkar ve engellemeye çalışır. Bu tepki, eşyanın tabiatı icabı böyle olduğu gibi, âyet ve hadislerle de emredilmiştir, bu vazife, İslamî yönetimlerde bir kurumun doğmasına sebep olmuş ve buna “hisbe, ihtisâb” teşkilatı denmiştir.
Her önüne gelenin bilir bilmez ahlâkî denetim vazifesini yapıyorum diye harekete geçmesi, kendine göre ihlal saydığı davranışlara tepki göstereceğim diye haksız davranışlarda bulunması, haklı olsa bile karşı tarafın direnmesi sonucu çatışmaların çıkması kaçınılmaz olduğu, bunun da anarşiye yol açacağı, kamu düzenin bozacağı ortada olduğu için zaman içinde, hisbenin (ahlâkî denetimin) dil ve gönül ile olanı halka bırakılmış, el ile olanı (yaptırım uygulanarak icra edileni) devlete; yani özel manadaki ihtisab kurumuna bırakılmıştır.
Tipik bir örnek vermek gerekirse, Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Melikşah'ın emriyle Vezir Nizamülmülk'ün yazdığı Siyasetname isimli kitapta kaydedildiğine göre, sarhoş olarak evine dönen büyük bir komutana ihtisab görevlisi rast gelmiş, onu atından indirerek kırbaçlamıştır (Çavdaroğlu terc. s.57-59; Benim İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri isimli kitabıma da bakılabilir).
(Devamı var).
Yeni Şafak
YAZIYA YORUM KAT