1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. “Demokrasi Adacığı” Söyleminden Apartheid Rejimine: İsrail
“Demokrasi Adacığı” Söyleminden Apartheid Rejimine: İsrail

“Demokrasi Adacığı” Söyleminden Apartheid Rejimine: İsrail

​​​​​​​Ulus-devlet yasasıyla birlikte İsrail, bir çeşit apartheid rejimine net bir biçimde evrilecek.

03 Ağustos 2018 Cuma 20:48A+A-

Ceyhun Çiçekçi, Anadolu Ajansı için “İsrail ulus-devlet yasası: 'Demokrasi adacığı'ndan apartheid rejimine” başlığı ile yazdığı yazıda, Siyonist İsrail’in demokrasi adacığı söyleminden nasıl apartheid devletine dönüştüğünü analiz ediyor:

İsrail'in geçtiğimiz günlerde oyladığı ve kabul ettiği Yahudi Ulus-Devleti yasası, içeriği itibariyle Yahudi olmayan kitleleri dışlayan ve devletin hukuki boşluklarını teolojik referanslarla doldurmayı planlayan bir seçki sunuyor. Bu bağlamda, Filistinli Araplar ve Yahudilerin 'kan kardeşi' Dürziler, bu yasa yoluyla devletin ilgi alanından çıkmış görünüyor. Ayrıca teolojik referanslar yoluyla İsrail, her fırsatta teokratik bir rejim olması hasebiyle hedef tahtasına koyduğu İran rejimine de bir adım daha yaklaşmış oluyor. Bir bağlamıyla tarihi geç bir hamleyle yakalama, bir bağlamıyla da modern devlet paradigmasını dünyevilikten sıyırarak arkaikleşme çabası.

İlerleyen satırlarda da işleneceği üzere etnik atıflarla tanımlanan ulus-devlet, günümüz dünyasında kabul görebilecek bir önerme değil. Hiç değilse çeşitli sebeplerle farklı farklı coğrafyalarda yaşayan göçmen kitleler, kendisi de aslen bir göçmenler devleti olan İsrail'in tahayyül ettiği etnik bir devlete imkan vermiyor. Lakin yine de böylesi bir yasa çıkararak devletin formunu revize etmek, kuşkusuz İsrail'in uluslararası ilişkilerine de fikri düzeyde çelişkilerle dolu bir gelecek vaat ediyor.

Söz konusu yasa, aslına bakıldığında belki de tarihin genel akışı itibariyle oldukça geç bir hamle olarak da okunabilir. Nihai kertede ulus-devlet, özellikle de fikri zemini itibariyle Fransız İhtilali'yle serpilen ve 19. yüzyılda varlığını tartışmasız bir biçimde kabul ettiren bir devlet formu olarak görülür. İmparatorluklar çağının da bitişini sembolize eden bir düzlemde kurulan ulus-devlet tahakkümü, günümüzde de uluslararası politikanın ismiyle müsemma hatlarını belirliyor. Devletler, temsil ettiklerini iddia ettikleri ulusların birer yansımaları ya da tam tersi bir yönde uluslar, modern devlet yapılanmalarının birer icadı olmasa da çeşitli araçlar yoluyla (milli eğitim, zorunlu askerlik vb.) bina ettikleri birer özne olarak varlıklarını merkezi bir noktada konumlandırıyor. Günümüzde dünyevi egemenliğin yegane kaynağı olarak telakki edilen uluslar, devletler eliyle menfaatlerini belirliyor, belirlediği menfaatleri minvalinde pratikler üretiyor ve başarılı ya da başarısız eylemleriyle uluslararası politikayı inşa ediyor. Kısacası ulus, ana akım yaklaşımlarca kabul gören yegane aktör. Ulusun her ne kadar kurgusal ve flu bir eylemliliği olsa da devlet, nihai kertede anayasal sınırları itibariyle ulusa dayanıyor ve bütün bir meşruiyet kapasitesini ulusun çeşitli yollarla mobilizasyonu vesilesiyle elde ediyor. Kompleks bir içeriği haiz olduğu aşikar olan bu süreçler, günümüz dünyasının da politik yapısını ana hatlarıyla betimlemiş oluyor.

Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek

İsrail'in bugüne kadar uluslararası toplum nezdinde kurguladığı ve her fırsatta kullandığı temel söylem stratejisi, ülkenin bölgesinde modern bir devlet yapılanmasını ve bir demokrasi adacığını temsil ediyor oluşuydu. Bu söylem stratejisi uyarınca İsrail, Soğuk Savaş döneminin de uzantısı olarak devam edegelen uluslararası sistemin öncü ülkeleri nazarında makbul bir noktada konumlanabiliyordu. Modern bir devlet, modern bir ulus, modern bir ordu ve modern bir demokrasi. Bölge dışı güçlerin bölgesel eylemlerine eşlik edebilecek optimum aday, bu söylem stratejisi doğrultusunda işaretleniyordu. Kısacası İsrail, inşa ettiği devlet yapılanması ve sahip olduğunu iddia ettiği niteliklerle, özellikle Batılı büyük güçlere ortaklık edebilecek kapasitede olduğunu göstermek istiyordu. Hem paydaşı olduğu coğrafya hem de bu coğrafyanın halkları nezdinde 'medeniyet taşıyıcı' bir role pozisyonlanmak için söylemsel düzeyde elinden geleni yaptı. Otoriter, diktatöryal, monarşik, feodal bir coğrafyada modern bir demokrasi, modern bir devlet! İşte bu cila, İsrail'i muhatapları nezdinde değerli kılıyordu.

Ortadoğu, gündelik siyasette dahi şiddetin baskın olduğu, envai çeşit terör yapılanmasına mekan sağlayan, devlet altı oluşumların devlet mekanizmalarını ve otoritelerini her yeni günde sorguladığı ve altını oyduğu, modern uluslararası ilişkilerin temel parametrelerine ayak uyduramamış bir istisnai coğrafya olarak resmediliyordu. Böylesi zorlu ve olağandışı bir coğrafyada, modern bir devlet aygıtı olarak ayakta kalabilmek dahi büyük maharet isteyen bir durumdu. İsrail, girdiği ve kazandığı askeri mücadelelerle modern devletin üstünlüğünü de bu istisnai coğrafyada kabul ettirmiş oluyordu. Bu bağlamda İsrail, yukarıda da anıldığı üzere medeniyet taşıyıcısı rolünü modern ve demokratik bir devlet oluşunda pekiştiriyordu.

Bu modern devlete çağdaşlık statüsü bahşeden ve Batılı bir hüviyet kazandıran ana elemanlardan biri de demokratik bir işleyişe sahip oluşuydu. İsrail, her ne kadar aksi yönde de pek çok eleştiri alıyor olsa da demokrasinin temel dayanaklarını inşa etmiş ve sistemin bu hatta yürümesini bir biçimde sürekli kılabilmiş bir devletti. Düzenli seçimler yoluyla belirlenen meclis ve hükümetler eliyle yönetiliyordu. Hatta hem sistemik gerekçeler hem de demografik yapısındaki çeşitliliğin de bir getirisi olarak, düzenli seçimler neredeyse yok gibiydi. İsrail, belirsiz aralıklarla sürekli seçim sathına giren bir politik aygıta sahipti. Küçük partilerden müteşekkil kalabalık partiler sistemi, bir Yahudi atasözünün de yansıması gibiydi: İki Yahudi, üç fikir. Bu olgu, sistemin çoğulcu yapısını ispatlayacak kanıtlar arasında olması hasebiyle, İsrail açısından yıllar yılı övünç kaynağı olarak sunulmuştu. Bölgesindeki diğer devletlerin ya askeri diktatörlüklerle ya da klanik yapılanmaların politik tezahürleriyle yönetildiği düşünüldüğünde, İsrail'in eline yıkılması güç bir söylemsel hegemonya geçiyordu. Bir 'demokrasi adacığı' olarak İsrail, hem küme yükselmiş oluyordu hem de giriştiği pek çok illegal eylemi bu istisnai varlığıyla perdeleyebiliyordu. Demokrasinin promosyonunu önceleyen yapılarla ilişkilerinde kolaylaştırıcı bir faktör olarak devreye sokulan bu söylemsel hegemonya, Filistin topraklarındaki bariz işgal eylemlerini dahi makul gösterebiliyor ve tarihsel perspektiften kolonyalist olarak isimlendirilmeyi ziyadesiyle hakeden bir yapılanmayı kabul ettiriyordu. Buna 'ölümü göstererek sıtmaya razı etmek' de denilebilir. Ölüm, her günü şiddetle dolu arkaik Ortadoğu'ydu. Sıtma, bizatihi kendisiydi.

İsrail, apartheid rejimine evrilecek

Lakin söz konusu yasayla birlikte İsrail, sıklıkla da eleştirildiği üzere bir çeşit apartheid rejimine net bir biçimde evrilecek. Böylesi bir evrim de kuşkusuz, İsrail'in bugünlere kadar kurguladığı ve büyük bir ustalıkla işlevselleştirdiği demokrasi adacığı söylemini marjinalize edecek. Çağımızda varlığını sürdürüyor oluşu ise modernliğini sorgulamaya engel değil. Dini atıflara alan açan bu yasa metniyle İsrail, seküler-Batılı modelden kopuşunu da anlatmaya çalışıyor. Artık İsrail, hem demokrasi adacığı olarak hem de modern bir yapı olarak öne süreceği argümanlarda elini daha da zayıflatmıştır. Konjonktürel bağlamda oldukça rahat bir periyodun tadını çıkaran İsrail, özellikle de uluslararası sistemdeki yavaş ama etkili bir dönüşüm süreci olarak güç kaymasının nihayete erdiği noktada kendisini fazlasıyla yalnız hissedebilir. Nihayetinde tarih, büyük güçlerin yükseliş ve çöküşlerini dramatik bir biçimde bizlere gösterir.

Bir diğer boyut ise ulus-devlet yasasıyla birlikte ötekileştirilen ve yabancılaştırılan kitleler olarak öncelikle Araplar ve Dürziler, artık İsrail'in tanımlı stratejik açıkları olarak da görülebilir. Bugünlere kadar Filistinli Araplar zaten İsrail'in yumuşak karnı olarak değerlendiriliyor ve bu stratejik açık, çeşitli politik ve stratejik yöntemlerle pasifize edilmeye çalışılıyordu. Resmi olarak İsrail vatandaşı olan bu kitleler, daha ziyade Batı Şeria'ya bitişik lokasyonlarda ikamet etmekle birlikte İsrail için potansiyel bir tehdit olarak telakki ediliyordu. Bugün artık bu tehditler listesine daha ziyade ülkenin kuzey bölgelerinde yaşayan Dürziler de eklenebilir. Her ne kadar İsrail devletinin salt vatandaşı olmayıp bürokratik mekanizmalarında da üst düzey pozisyonlar elde edebilen bir kitle olsa da Dürziler, bu yasayla birlikte artık İsrail'in yumuşak karnını oluşturan bir diğer etnik grup olarak öne çıkabilir.

Neredeyse bütün bir politik tarihi ya askeri elitlerin dolaylı yönlendirmeleriyle ya da asker taifesinden oluşturduğu politikacılar eliyle militarize edilmiş bir devlet olan İsrail, çıkardığı ulus-devlet yasasıyla ürettiği politik ötekilerin meydana getireceği stratejik açıkları tam anlamıyla kavrayamamış olabilir. Etnik açıdan yekpare bir nitelik sunmak, devleti bu bağlamda kodlamak, ulusal güvenliğe dair gündem başlıklarını çoğaltmaya namzet olabilir. Stratejik kırılganlıklarını kendi eliyle işaretleyen İsrail, Ortadoğu ve Akdeniz hattındaki diğer devletlerin de yıllardır yaşadıkları sorunların benzerlerine muhatap olabilir. Devleti revize edip Yahudi kimliğini etnik ve dinsel bağlamlarıyla güvenceye almaya çalışan girişim, tarihin bizlere öğrettiği üzere, aksi yönde sonuçlara gebe gözüküyor. Bu konuda son sözü, elbette zaman söyleyecektir.

[Bandırma 17 Eylül Üniversitesi öğretim görevlisi olan Ceyhun Çiçekçi, "Arap Baharı Sonrası İsrail Dış Politikası: Kavram, Bağlam, Pratik ve Kuram" kitabının yazarıdır]

HABERE YORUM KAT