'Demirel demokrasisi' yeter mi?
AK Parti hakkında açılan kapatma davasıyla başlayan siyasal krizden çıkış yolları aranıyor. Neredeyse herkesin birleştiği nokta, demokrasinin ipine sarılarak bu krizin aşılacağı yönünde. Ama hangi demokrasi? Yıllardır uygulandığı biçimiyle 'vesayet demokrasisi' mi, yoksa toplumsal talepler ve küresel dinamiklerin gerektirdiği 'tam demokrasi' mi?
Önce nasıl bir 'demokrasi' istediğimize karar vermek zorundayız. AK Parti, anayasa taslağını rafa kaldırarak, AB sürecini iyice boşlayarak, özelleştirmelerden vazgeçerek, Ergenekon'un peşini bırakarak, yani vesayet demokrasisine razı olduğunu göstererek bir uzlaşma arayabilir. Bulabilir de bu jestin karşılığını. Türkiye'nin yakın 'demokrasi' tarihi bunun örnekleriyle dolu.
Bürokratik oligarşiyle uzlaşma, paylaşma ve paslaşma siyasetinin varacağı nihai nokta 28 Şubat'ın Süleyman Demirel'idir. Demirel, 28 Şubatçı kimliğini o gün keşfetmedi. Bu kimlik Demirel'in 1960'lar ve 1970'lerdeki siyaset anlayışından, 'aman, gemiyi yüzdürelim sendromu'ndan doğdu.
Milli irade adına oy isteyen, ama oyları aldıktan sonra milli iradeyi hakim kılmak için kılını kıpırdatmayan 'Demirel sağı' demokrasiyi vesayet demokrasisine, icazetli demokrasiye dönüştürmüştür.
1965-1971 dönemi, Adalet Partisi'nin efsanevi % 53'lük destekle tek başına iktidar olduğu dönem. AP ne yaptı bu dönemde? Ortalama % 6 ekonomik büyüme gerçekleştirdi, barajlar, yollar, fabrikalar yaptı. İyi de yaptı. Ama 'siyaset' yapamadı. Bağımsız bir siyasal aktör gibi davranamadı ne cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ne de eski demokratların affı meselesinde.
Siyasi aflar ancak 1973'te gerçekleşebildi. Yani, Demokrat Parti tabanı ve geleneği paramparça olduktan sonra: AP'nin 1970'te ikiye bölünmesinden, geleneksel DP tabanını bölen MSP ve MHP hareketlerinin ortaya çıkmasından ve de milli iradenin üzerinden 12 Mart muhtırasının geçmesinden sonra. Sonuç; 1973 seçimlerinde AP tarihinin en az oyunu aldı; 1969 seçimlerinde aldığı % 47 oy (AK Parti'nin oy oranına dikkat!) % 29'a düştü. Bir sonraki seçimde de CHP tavan yaptı.
1965'te % 53 oya ulaşan, yani Demokrat Parti tabanının oyunun neredeyse tamamını toplayan AP, 27 Mayıs'ı bayram olarak kutlamaya devam etti. Mirasının üzerine oturdukları DP'lileri affedemedikleri gibi, Menderes, Polatkan ve Zorlu'nun naaşlarına bile sahip çıkamadılar. 27 Mayıs bayramını 12 Eylül darbecileri kaldırdı, demokrasi şehitlerinin naaşlarını 'anıt mezar'a Turgut Özal taşıdı; Demirel'in Çankaya'dan indirmek için her şeyi yaptığı Özal.
Bugün AK Parti'den de istedikleri Demirelvari bir iktidar. Ekonomiyi yöneten, işsizlikle mücadele eden, toplumsal taleplere karşı tampon işlevi gören bir hükümet. 'Siyaset yapan bir parti'ye, hele iktidarda, asla tahammülleri yok. AK Parti, yıllardır yaptığı demokratik açılımlarla, AB politikasıyla ve en son da yeni anayasa taslağıyla siyaset yapmaya 'kalkıştı'. Bardağı taşıran da 'eğitim hakkı'nın altını çizen anayasa değişikliğiydi kuşkusuz. Siyasetin 'vesayet'ten sıyrılmaya çalışması affedilebilir bir 'cüret' değildir.
Türkiye'de siyasal aktörlerin demokrasi anlayışı değişmedikçe bu krizlerin geçmişte kalmasını beklemek hayal. Demokrasiyi tehdit edenlerle anlaşarak ve uzlaşarak, demokrasi tehdidini yapısallaştırır ve meşrulaştırırsınız; ancak demokrasiyi işlevsizleştirirsiniz. İktidarı siyaset dışı aktörlerle paylaşmaya meyyal bir hareket demokrasiye ihanet eder.
AK Parti, demokrasilerde 'doğal' olanı yapmaya devam etmeli. Millete refah, özgürlük ve güvenlik sağlamak yerine, kendine biçilen, 'Devletin günlük işlerine bakan memur' olma rolüne direnmeli. AK Parti ancak demokratik bir Türkiye vizyonu ve iradesi gösterdiği sürece var olabilir. Yoksa siyasetin üzerindeki 'vasi'lerle anlaşarak gidilecek bir yer yok...
Sorumluluk siyasilere aittir. Bürokratik iktidar odaklarının göstermelik bir demokrasiyi 'paravan' olarak kullanmalarına daha fazla izin vermek yerine 'tam demokrasi'de ısrar edilmelidir.
Dik durmayan siyasetçinin sonu, Demirel'dir...
Zaman gazetesi
YAZIYA YORUM KAT