1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Deklanşöre bastığımda sokağın sesini duyuyorum…
Deklanşöre bastığımda sokağın sesini duyuyorum…

Deklanşöre bastığımda sokağın sesini duyuyorum…

Sokağın sorunlarını, sokağın şiirini yazmak istiyorum makinem ile. Sokağın sesini deklanşöre bastığımda duyuyorum. Fotoğrafı yayarak da diğer insanlara duyurmak istiyorum sokağın sesini.

27 Kasım 2020 Cuma 17:41A+A-

Röportaj: Aynur Karabulut - fikrinisoyle.net

Murat Kurt kimdir?

Hakikaten bu soru beni onlarca yıl önceye götüreceğe benziyor.

1980’den beri Almanya’da yaşıyorum. Genelde Almanya doğumlu olduğumu düşünürler. İlkokul 4. sınıfta geldim. Babam göçmen olarak 1973 yılında son işçi kafilesine yetişmiş. Aslında arkadaş zoru ile istemeyerek gitmiş. Şartların daha iyi olduğunu görünce orada kalmaya karar vermiş.

1978’de annemi yanına almış. Ben iki sene Türkiye’de dedem ve dayımın yanında kaldım. Elbette anne ve babadan uzak hayat nedir yaşadım. Dayımı babam yerine koymak zorunda kaldım. İlkokulda başarılı idim. Türkiye’de güzel günler geçirdim. Güzel anılarla ailemin yanına gitmiş ve yeni bir hayata başlamış oldum. Almancayı kısa bir süre içinde öğrenmiş, iyi bir okula başlamıştım. Sınıfımda bir Türkiyeli daha vardı, gerisi Almandı. Alman kültürü, disiplini ile büyüdüm diyebilirim. Ortaokul, lise derken, ergenlik geldi çattı. 18 yaş önemli bir yaş. Özgürlük için gençler bu yaşı beklerler, sanki daha genç iken özgürlük yokmuş gibi. Almancayı anadilim gibi konuşuyordum, Türkçeyi sadece evde gündelik işlerde kullanıyordum. Muhafazakar bir ailem var. Namaz gibi ibadetlerde ailem çok hassas idi. Dini eğitimimi maalesef bir yere kadar evde alabildim. Sorduğum sorulara cevap verilmedi. Gittiğim cami ve derneklerde ise farklı şeyler ön planda idi. Muhafazakardım ama kafamda cevaplanmaya hazır bir sürü soru vardı. Türkçe öğretmenim baya ilgilendi benimle, bir çok kültürel aktivitelere katıldık. Genelde sol olan yazarlara gidip onlarla tartışmalar yapıyorduk. Ama orada da aradığımı bulamamıştım. Çok teknik geliyorlardı bana.

Evlilik geldi çattı. Eğitimim tamamlanmadan evlendim. İki kızımız var. Biri bir kaç sene önce evlendi. Evlilik ile beraber çok şey değişti hayatımda.

Ne gibi değişiklikler?

Arkadaşımın vesilesi ile bir derneğe gitmiş ve orada gördüğüm, kendime göre yanlış ile, o gün edindiğim bir Kuran mealini okumaya başladım. Delil arıyordum yanlışlarına. Okudukça şaşırdım. Daldıkça daldım. Kuranı çok kez hatim etmeme rağmen ilk kez kendi anladığım dilde okuyordum. Okuduğum o günden beri hayatım neredeyse 180 derece değişti. Akabinde dernek kurduk ve hayatımızı anlamlandırmaya çalıştık.

Hayata bakış açınızı ve felsefenizi neye göre belirliyorsunuz?

Elbette insanlığın yaratılış gayesi olan kulluk esaslı bir hayat çizmek zorundayız. Toplumlar ilahi vahiylerden uzaklaştıkça bozulmuşlar ve kendilerine farklı farklı ilahlar edinmişler. Bazen kendi nefisleri, bazen insanları ilahlaştırılmışlar. Hatta çoğu zaman Allah yetmemiş bize Allah'a daha çok yaklaştırsın diye aracılar konulmuş. Maalesef gönderilen peygamberler, ilahi vahiyler kâle alınmamış ve insanlık zarara uğramış. Hem dünya da hem ahirette.

Kuran bize rehber olmak zorunda. Navigasyon görevi görmeli adeta. Nasıl yolda açıp navigasyonu tarifine göre gidiyorsak, bu hayatta da bizler için yol gösterici olan Kuran’ın yolundan gitmeliyiz. O bize doğru yolu gösterecektir, yoldan sapmalarda da, yeniden doğru yola döndürecektir. Çoğumuz ebediyeti bu dünyada arıyor. Evet biz ebediyet için kodlandık, ama bu dünya için değil. İmtihan dünyasındayız. Peygamberler gibi bizde imtihan edileceğiz, ne kazandığımızı göreceğiz. İmtihan zor olacak desek de, aslında Allah kolay olacağını söylüyor.

Hakikaten de düşünüyorum da, düşünün imtihan olacaksınız ve imtihanda, imtihan edilecek kitabı kullanabileceksiniz. İmtihan edene istediğiniz soruyu yöneltebileceksiniz ve o size gerçek cevapları verecek. Böyle imtihanı kaybeden hakikaten de çok şeyi reddeden biridir. Böylelikle de hak ediyordur cezalandırılmayı.

İnsanlık maalesef biriktirme peşinde. İyi gezmek, iyi yemek, iyi arabaya binmek, iyi tatil yapmak gibi bu dünyalık için harcamalar yapmakta. Oysaki bunlar zenginlik değildir. Rezzak Allah’tır. Yani bunlar Allah’ın bize verdikleridir. Bizim ise, para ile satın alamayacağımız şeyleri biriktirmemiz lazım. Bunlar değerdir, değerlidir. Bunları geleceğimize öğretmeliyiz. Yatırımımız bunlar olur.

Marketten gidip iki kilo cömertlik, bir kilo ahlak alamazsın. Ahlaklı olmalısın, ahlak sahibi bile değil.

Kesinlikle katılıyorum. Peki birazda mesleğinizle ilgili konuşalım. İlk duyduğumda çok ilginç bulmuştum nedense, meslek seçiminiz bilinçli bir tercih miydi?

Mesleğim aslında, yaşadığım bölgeye bakılacak olursa çok normal. Ruhr havzasında yaşıyorum. 15 şehir ve 5 milyonu aşkın nüfus var burada. Yakın bir zamana kadar esas gelir kaynağı kömür ve çelik idi. Haliyle çelik sektöründe bulunmak gibi doğal bir şey yok. Kaldığım şehir halen Avrupa’nın çelik merkezi. Dünyanın en iyi çeliğini üretiyoruz. Sektör krize girdiğinden Almanya'nın Bilişim Teknolojisi, lojistik ve alternatif enerji merkezi haline geldi diyebiliriz. Unutmadan 1951’de ilk AB düşüncesi burada atılıyor. İlk zamanlar Avrupalılar, çeliğimizi ve kömürümüzü ortak ve karlı bir şekilde satalım diye Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu kuruyorlar, daha sonra bu siyasi güce dönüştürülüp Avrupa Birliği’ne dönüyor. Son olarak meslekten sordunuz, babam da aynı şirkette çalıştığı için iş imkanı hemen sağlanmıştı.

Fotoğraf merakınız nereden geliyor?

Fotoğraf merakım çok eskiye dayanır. Ortaokula giderken sınıf öğretmenimin Porst marka bir fotoğraf makinesi vardı. Hep yanında taşırdı. Aynı dönemde fotoğraf seçmeli dersimiz oldu. Haftada iki saat fotoğraf çekip, karanlık oda işleminden sonra banyoda fotoğrafları siyah-beyaz tab ediyorduk. Bayağı zevkli bir çalışmaydı bu. O zamanlar ilk defa adını duyduğum Agrandizör (büyülteç) gibi teknik aletlerin ne olduğunu, ne işe yaradığını öğrendim. Öğretmenimin evinde, okulda incelediğimiz aygıtlardan daha gelişmişleri vardı.

Zaman zaman bizi evine davet ediyordu, orada bu daha gelişmiş aygıtlar üzerine bilgileniyorduk. Böylece bende fotoğraf sanatına yavaştan gelişen bir ilgi başladı. Sürekli aktif olmasam da fotoğrafa olan ilgim hep sürmüştür. Liseye başlayınca ilk fotoğraf makinemi aldım; yarı profesyonel bir Canon...

Onu uzun zaman kullandım. Dijital makineler yaygınlaşınca yeni bir makine aldım ve uzun aradan sonra 2008 yılında yeniden fotoğraf sanatına yoğunlaştım. Bundan 5-6 sene önce Foto-kültür adında bir dernek kurduk ve orada gençlerle çalışmalarımızı devam ettirmekteyiz. Daha çok fotoğraf okumaları yapıyorum.

Özellikle ne tür çekimler yapıyorsunuz?

Zaman zaman şaka olarak Almanya’da bir reklam spotunu söylerim. Yapımarket, Hayvan gıdası hariç her şey. Gülüşürüz. Herkesin elinde bir makine olduğunu düşünürsek hayvan gıdası bile çekiliyor.

Espri bir yana. Sevdiğim ve kendimi rahat hissettiğim alan sokak fotoğrafçılığı. Gezi fotoğrafçılığı ile başlar herkes, bende öyle ilgilenmeye başladım ama kısa zaman sonra uzun pozlama, yani gece çekimleri ile ilgilendim. Daha sonra “lostplaces” dediğimiz terk edilmiş mekânları çekmeye başladım. Mesleğim gereği endüstri çekimleri yaptıktan sonra insan ile ilgilenmeye başladım. O günden beri sokak ile ilgileniyorum. Sokağın sorunları, sokağın şiirini yazmak istiyorum makinem ile. Sokağın sesini deklanşöre bastığımda duyuyorum. Fotoğrafı yayarak sokağın sesini diğer insanlara da duyurmak istiyorum.

Fotoğraflarınızla pasif konulara dikkat çektiğinizi düşünüyorum. Özellikle Kudüs nezdinde düşünecek olursak. Size Foto Aktivist diyebilir miyiz? Fotoğrafları ile aktif eden, konuya dikkat çekmeye çalışan kişi!..

Aklıma Nizar Kabbani’nin dizeleri geldi.

..

Dostlarım

Başkaldırmıyorsa, neye yarar şiir?

Azgınları ve azgınlıkları yıkmıyorsa, neye yarar şiir?

Zamanı ve mekânı

Sarsmıyorsa, neye yarar şiir?

Satrapların başındaki tacı

Yere çalmıyorsa, neye yarar şiir?

..

diyordu, hakikaten de ne için şiir yazarız? Ne için fotoğraf çekeriz? Ne amaçlarız? Neye hizmet eder? Bunları iyi bilmemiz lazım diye düşünüyorum. Fotoğraf aktif olmalı, insanlığı aktif hale getirmeli. Hizmet etmeli.

Düşündürmeli. Değeri ona göredir bence. Yoksa bir güneş batışını çekmişsin neye yarar. Bunu herkes gökyüzüne baksa görür. İnsanlar dışarı çıksın gökyüzüne baksın. Kudüs fotoğraflarımda da onu yapmaya çalıştım. Birincisi elbette Kudüs’ü gündemleştirmek, Kudüs'ü sevdirmek, Kudüs’ün zihinlerimizde olduğundan daha farklı olabileceğini vermek. Netice de orayı ziyaret etmek ve Kudüs ile bereketlenmek.

Şu konuya değinmeden edemiyorum. Hakikaten yaptığımız iş sadece bizim egomuzu şişiriyorsa bir işe yaramadığını söyleyebiliriz. Bir örnek vermek isterim: 1840 yılında doğan Amerikalı sosyolog ve fotoğrafçı Lewis Hine kamerasını sosyal reformlar için bir araç olarak kullandı. Hine, 1908’de Ulusal Çocuk İşçiliği Komitesi’nin resmi fotoğrafçısı olduktan sonra 10 yıl boyunca New York’tan Carolina’ya ABD’yi karış karış gezerek sanayi sektöründeki çocuk sömürüsünü fotoğraflarla gözler önüne serdi ve ABD’nin çocuk işçi yasasının değiştirilmesinde en büyük rolü oynayanlardan biri oldu. Ya da fotoğraflar olmasaydı Vietnam savaşına karşı halk bu kadar tepkili olur muydu? Onun için yaptığımız işin bir amaca hizmet etmesi, yaraması lazım. Belgelemeli bu hayatı, katkı sunmalı, iyiliğe yönelik bir şey sergilemeli.

Fotoğraf dilini doğru kullanabiliyor muyuz?

Bu konuda pek başarılı olduğumuzu düşünmüyorum. Bu dili oluşturan üstadlar bir kere tanınmıyor. Ara Güler son zamanlarda popüler olduğu için tanımaya başladı, o da görsel olarak. Fotoğraf sanatına ne hizmette bulunmuş, onbinlerce kareyi niçin çekmiş sorularının cevapları yok bizde. Mardin’de doğmuş sonra Kanada’ya göç etmiş bir Yusuf Karş’ı bilmeyiz, oysaki dünyanın en önemli portrelerine sahip kişidir. Evet fotoğrafın bir dili olsa da biz kendimiz bir fotoğraf geliştirdik. Selfi gibi bir tür üretti dünya.

Fotoğraf ile konuşmadan meramızı anlatmak mümkün mü?

Elbette anlatmak mümkün. Okumasını bilene tabi ki. Türkiye’den bir fotoğrafçının çektiği kareyi mesela Kore’de ki izleyici rahatlıkla anlayabilir. Kim çekti diye bakmaz. İlk sorusu nerede çekildi olabilir. Fotoğraf çok şey kattı hayatımıza. Bir kaza sonrası görüntüyü bize yazılı bir şekilde anlatın dense belki bir kaç sayfada zor anlatırız. Her detayı aktarmak zorundayız. Ama bir fotoğraf içinde her şeyin var olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Anlatmamıza gerek yok. Fotoğrafın kendisi konuşmaya başlar zaten. Bir de, bir fotoğraftan insan kendi ilgi noktalarını çıkarır. Birisi bir portrede yüz hatlarına bakarken, diğeri ne giydiğini inceler. Buda bir fotoğrafın ne kadar zengin olduğunu ya da olabileceğini bize gösterir.

Kudüs için çalışmalar yapan ve derinlemesine araştırmış biri olarak Kudüs'ü ve Kudüs'e olan sevdanızı anlatır mısınız?

2014 yılında ilk defa gittim ve daha ilk gidişim pişmanlıkla son buldu. "Neden daha önceden gelmedim, neden geciktirdim?“ diye kendi kendime söylendim. Oysa ki Kudüs hep gündemimde olmuştu. Ama hiç bir kere gitmeliyim diye düşünmedim. Bunun bir kaç nedeni var, en başta siyasi bir nedeni.. Oraya gitmekle İsrail’i tanımış olduğumuzu düşünüyordum. Filistinli alimlerimizde bunu böyle dillendiriyorlardı. Bunun böyle olmadığını çok geç anladık diyebilirim. Böylece onlarca yılımız heba oldu gitti.

Kudüs sevdasının nereden geldiğini sordunuz. Kudüs adını kutsallığından alan bir şehir. Bir kutsallık müzesidir orası. Ziyaret ettiğimiz her şehir bize bir şey katar ama Kudüs’e has bir şey var; bizi bu şehir tümden değiştirir, yani hayata, insana bakışımız farklılaşır, insan olgunlaşır bir anda. Evet düşüncelerim ve duygularım kökten değişti diyebilirim. Artık Kudüs öncesi ve sonrası diye bir hayat söz konusu. Bu şehir için savaşlar verilmiş, peygamber bir gece ayette söz konusu edildiği gibi ayetlerden bir kısmı gösterilmesi için bereketli olan bu topraklara gönderilmiştir. Evet ziyaretlerimde Kudüs’ü ben değil, Kudüs beni bereketlendirdi.

Düşünün bir şehir tarik boyunca 40 defa kuşatılmış. Üçünde tamamen olmak üzere 32 defa yıkılmış. 26 defa sahip değiştirmiş. Sadece bu olayların kokusunu almak için bile gidilmesi gereken bir şehir. Asurlular, Babiller, Kıptiler, Yunanlar, Romalılar, Bizanslılar, Persliler, Müslüman Araplar, Selçuklular, Fatimiler, Haçlılar, Moğollar, Memluklar, Osmanlılar, İngilizler, İsrailliler, Filistinliler... Bu zenginliğe bakın. İlk kıblemiz orası, İsra hadisesinin mekanı, Allah’ın yeryüzündeki ikinci beyti, Haremi şerifimiz..

Saymakla bitmiyor, birçok peygamber burada ilahi vahye tabi oldu, bir çok peygambere de mezar oldu. Hz. İbrahim, Hz. Yakup, Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Zekeriya, Hz. Davud, Hz. Süleyman gibi bir çok peygamber ve önderlerimiz burada yetişti ve burada mücadele etti. Aynı zamanda Hz. Meryem burada yetişti ve Hz. İsa’yı dünyaya getirdi.

İlk islami eserlerimiz burada. Kudüs medeniyetimizin göz bebeğidir. Kudüs’ün tam göbeğinde en önemli mekan tabiki Mescidi Aksa. Uzak mescid. Hakikaten müslümanlara uzak bir şekilde orada sahip çıkılmayı bekliyor.

İlk Kudüs ziyaretinizde Mescid-i Aksa ile karşı karşıya geldiğinizde ne hissettiniz?

Mescidi Aksa’ya yağmurlu bir anda girdik. Yağmurlu olması bizim için bir avantaja dönüştü, akıtılan gözyaşları ile yağmur suları karıştı birbirine. İki defa Hac ibadetini yerine getirmiş olsam da bu kadar etkilenmemiştim. Çünkü bizim için gidilemeyecek bir yerdi, yasaktı. Filistin ve Kudüs ile ilgilendiğimizi söylesek de bizim için yabancıydı. İlk defa tanışıyordum bir sevgili ile, ilk defa bu dünya gözleri orayı görecekti.

Yüzbinlerce Filistinli Mescidi Aksa’ya yasaklı. Kendi topraklarını göremiyorlar. Gözleri olsa da göremiyorlardı. Bende kendime ilk gördüğümden itibaren şu sözü verdim. Kudüs’ü göreyemeyenlere göz olmak. İlk gittiğimdeki gibi heyecanlanıyorum.

Kudüs sokaklarında gezdiğinizde işgali nasıl gözlemlediniz?

Kudüs sokaklarında bir turist olarak rahat ettiğimizi söyleyebilirim. Sorunsuz bir şekilde gece gündüz gezebilirsiniz. İşgale gelecek olursak elbette her köşede askerin ya da polisin olduğunu hemen gözlemleyebilirsiniz. Eski şehir 4 km uzunluğundaki surlarla çevrili, her kapısında ağır silahlı asker ve polis var. Kimlik kontrolü yapılmakta. Dediğim gibi turistler rahat olsa da bir Kudüslü sıkıntı çekebiliyor.

Mescidi Aksa’ya girişlerin hepsi kontrollü yapılır. Sadece Müslümanlara giriş olduğundan, ki öyle diyor İsrail, kontrollü giriş yapılıyor. Hatta zaman zaman turistlere Fatiha gibi kısa sureler okutuluyor, Müslüman oldukları anlaşılsın diye.

Kudüs elbette, Gazze ya da Batı Şeria değil, orada işgal her metrekarede hissedilir. Kudüs’ün etrafında onlarca km ve 8 m yüksek olan beton duvarlarla kapalı. Kontrol noktalarında bir turist otobüsü rahat geçerken, sabah işine gitmek için 2 saat gibi bekletilen Müslümanları görmek mümkün. İşgali sadece Müslümanlar hissetmiyor, Hristiyanlar da bu konudan çok rahatsız. Sürekli yeni kanunlar çıkıyor, örneğin; Hristiyan aleminin en önemli kilisesi olan Kıyamet Kilisesini vergiye tabi tutmak istemeleri büyük tepkilere neden oldu. Müslümanlarda destek verdiler Hristiyanlara. Kısaca şunu eklemek istiyorum, bir ülkeyi işgal ettiyseniz kendi halkınızı da işgal etmek durumundasınız. Sürekli korku içinde yaşamak insanlara travma yaşatır. Ki durum böyle. Barış sadece Müslümanların hakimiyetiyle gelir. Tarihte de bunu görebiliyoruz. Haçlı seferlerine bakın, kendi din kardeşlerini bile itaat etmedikleri için katletmişler. Hristiyanlar tarihte Yahudilere az çektirmemişler, Selahaddin gibi bir önder gelince Yahudiler rahat etmişler.

Sosyal Medya ve Dijital platformları doğru kullanabiliyor muyuz?

Herhalde doğru kullanıyoruz diyen, Batı da dahil olmak üzere kimse yoktur. Hepimizin malumu, vakit en değerli hazinemiz. Vaktimizin çoğu bu mecrada geçtiğinden yazık oluyor diye düşünüyorum. Balkondan gözüken bir güneş doğuşunu bile sosyal medyadan takip etmekteyiz. Sosyal medya için gönüllü çalışıyoruz. Sosyal olduğumuzu düşünüyoruz böylece. Gecenin ikisinde insanlar birbirlerine sosyal meydandan gülücük atarak yorum yapabiliyorlar. Bu insanlar otobüste karşılıklı otursalar birbirlerine böyle rahatlıkla gülücük atabilecekler mi? Eskiden fotoğraf değerli idi. Kimseye verilmezdi. Şimdi herkes her türlü fotoğrafını yayınlamakta sorun görmüyor. Tanımadığın bir insandan fotoğraf istesen nasıl garip kaçar değil mi?

Ama sosyal medyaya gir o insanın istediğin pozuna sahip ol. Biraz garip kullanım tarzımız var bizim. İlginçtir ki Türkiye gibi ülkelerde facebook, instagram gibi uygulamalar daha sık kullanılmakta. Eskiden televizyona büyülü kutu derdik. Günde bir kaç saat tv izlenirdi, o da aile ile beraber. Soruyorum şu an hangi aile oturup da ortak bir film izliyor. Herkes kendi dünyasında yaşıyor. Hep uzaklarda. Tabi iyi yanları da elbette mevcut. Sizin çalışmalara baktığımda insanları iyiliğe teşvik ediyorsunuz. Zulmün getirdiği sorunları dile getiriyorsunuz. Bu vesile ile teşekkürü borç bilirim.

Ben teşekkür ederim. Gördüğümü Sosyal Medyanın gücü ile aktarmaya çalışıyorum. Peki sosyal medya ile en büyük handikabımız sizce nedir?

Sosyal medyadan başka bir dünya var. Bunu unutmamalıyız. Bireysellikten kurtarmalıyız. Ona laf yetiştireceğim diye sürekli takılıp kalan insan kesimi var. Aklıma Resulullah (S.A.V) geliyor. Vahiy gelmezden önce zulmün ortasında bir şey değiştiremiyor . Hira mağarası onun kendi ile başbaşa kalması, çözüm için bir şeyler araması için bir sığınak. Daha Rab kavramı oturmamış belki. Allah’ın yaratıcı olduğunu biliyor elbet. Onun içinde Rabbi'nin adı ile oku diye başlıyor ilk hitaplar. Bu desteği idrak ettiğinden itibaren artık Hira mağarasına gitmiyor. Mücadele vereceği yer belli. Mekke. Zulmün ve adaletsizliğin merkezi haline gelmiş.

Biz sosyal medyadan öğrendiklerimizi ne yapıyoruz? Pratiği nedir bu sosyal medyanın. Kısacası, bizi bireyselleştiriyor, asosyal yapıyor. Belki de icat edenler tarafından bu hedeflenmiştir. Biz birbirimizin kahrını çekmek zorundayız. İstediğimiz zaman açıp kapatmamalıyız ruhumuzu. Gittiğimiz yere rengimizi vermeli, karşı tarafın rengini almamalıyız.

Günümüz gençlerini nasıl görüyorsunuz?

Günümüz gençleri hakkında çok yazılıyor çok çiziliyor. Gençlik dinamizmdir. Peygamber, arkadaşları ile DarulErkam’da buluşuyor. Erkam’ın evinde. Erkam 16 yaşında bir genç, yani gelecek. Güçlü. Şimdi ki gençler ne durumda hepimiz biliyoruz. Ama gençlere suç bulmuyorum. Gençlere kızmamalıyız, çünkü onlar bizim eserimiz. Onları eğitmek istiyorsak ilk etapta ebeveynleri eğitmeliyiz.

Gurbetçi Müslüman bir Türk olarak Türkiye'ye dışarıdan bakınca nasıl görüp değerlendiriyorsunuz?

Gurbet kavramı üzerine uzun uzun bir şeyler söylemek isterim ama başka bir sohbetimizde buna değiniriz. Gurbetçi derken, gurbetten mekan olarak uzak algılıyorum. Yoksa kendimi ait hissediyorum.

Türkiyeliyim. Milliyetçi akımlarım hiç bir zaman olmadı. Hep sorguladım. Türkiye siyaseti ile 90’lı yılların başından beri ilgileniyorum. Türkiye'nin her konuda çok yol katettiğine iannıyorum. 28 Şubat'ı dönüm noktası olarak görüyorum. Bu ülke neredeyse Cumhuriyet kurulduğundan itibaren her on senede bir darbe yaşadı. Halen daha sorunlar bitmiş değil. Önceden sistemin üç önemli ayağı vardı. Çok şükür bu kırıldı. Ordu, sermaye ve medya ülkeyi yönetiyorlardı. AB’ye giremememizin nedenlerinden biri özellikle de Almanya’da şöyle görülüyordu. Ordu herşeye hakim! Şu sözleri duymak mümkündü: Biz Türkiye’ye gitmezden önce bir ülkenin ordusunun olduğunu biliyorduk ama Türkiye’ye geldiğimizde bir ordunun ülkesini gördük. Her şey değişti. Her şey güzel mi oldu. Elbette eskiye göre daha çok gelişti ve güzellikler ortaya çıktı. Elbette bunun da getirdiği tehlikeler ortada. Zannedersem ilk defa bizim mahalle iktidar ile imtihan oluyor. Bolluk içinde imtihan kolay değil. Cazibe çok. Allah korusun kaybolup gidebiliriz. Karun’da İsrailoğulları tarafından Firavun tarafına geçtiğinde Karun’laştı. Tabi bu böyle olacak değil. Hz. Yusuf örneği ya da Hz. Süleyman örneği bunun farklı örnekleri.

İdeolojik olarak Türkiye’ye bakışımı soracak olursanız, ben ilk etapta kaldığım ülkeyi yani Almanya’yı bir hicret mekanı olarak görüyorum. Belki bu kavram buraya oturmuyor. Ama Habeşistan olarak görmek istiyorum. Mekke olarak görmem mümkün değil, İslami değerlerin burada hakim olması da mümkün değil. Onun için Türkiye’yi merkeze alıp, kaldığım ülkeyi bir nefes borusu olarak görüyorum.

Yurtdışında Müslümanlara karşı yapılan saldırıları nasıl okumalıyız?

Hemen karşı bir soru ile cevap vereyim. Türkiye’de Suriyelilere yapılan saldırılar aynı dilde okunabilir mi? Batı, kendi dışındakilere karşı hep olumsuz yaklaşmıştır. Düşmanca bir tutum sergilemiştir. Hep karşı olarak algılamıştır.

Bu dönem dönem farklılıklar gösterse de çok değişiklikler olmamıştır tutumlarında. Kendi toplumlarından başkaları hep barbardır, hep aydınlanmaya ihtiyaçları vardır. Yani aydınlanma dönemini daha geçirmemişlerdir gibi düşünürler. Roma döneminden sonra Orta Çağ karanlığında kilise de katkı sunmuş ve düşmanlık daha da zenginleşmiş, artmıştır. Karşı taraf daima düşman, barbar, tehlikeli ve olumsuz olarak algılanmıştır.

Yeni Çağ’da Batı sömürgeci gücüyle birlikte yukarıdan bakış tavrına geçmiştir. Bizler yani Müslümanlar evcilleştirilmesi gereken yabaniler olarak görülmeye başlanmıştır. Daha sonra ise hatırlarsınız Bakara suresinin başında belirtildiği gibi ‘‘Biz ancak ıslah edicileriz“ derler. Yani şu an batılı ya da beyaz adam neyin peşindedir. Uygarlık dışı insanlara medeniyet götürme peşindedir.

Merak ediyorum, medeniyetten anladıkları nedir. Almanya’da İçişleri bakanının bir açıklaması hakikaten çok ilginçti, "özgürlüğümüzü Hindukuş dağlarında savunmalıyız". Ne yapacaklar bu dağlarda. Müslümanları dize getirecekler, sömürecekler, ne uğruna.. ? Demokrasi getireceklermiş..! Nasıl? Masum insanların üzerine bomba yağdırarak. Yani demokrasiyi ki bu kavram da çok ilginçtir, kabul etmeyenler yok edilmeyi hak etmişlerdir. Şimdi bu altyapı ile beslenen bir toplum Müslümanlara nasıl bakacaktır?

Elbette sadece kin besleyip zaman zaman da saldıracaktır. Günde onlarca sözlü fiili saldırı olabiliyor. Gözlerle başörtülü kadınlara taciz normal sayılacak bir durumda. Bunu biz kendi ülkemizde bile yaşadığımıza göre burada yani Batı’da yaşamamız normal. Buralara gelmeyi kendimiz seçmedik. İşçi alımı ile gelindi Batıya. Misafir işçi idik. Senelerden beri yaşadığımız halde yarın gidecekler muamelesi yapıldı. Artık buralıyız. Beraber yaşamak zorundayız. Yüzlerce camimiz var. Mezarlıklarımız var. Torunlarımız burada eğitim görüyorlar. Canlarını burada bırakmışlar. Toplumun bir parçası olmuşuz. Elbette bize de düşen bir sürü görev var. Güzel örneklikler sergilemeliyiz.

Çünkü bizimde düşmanlık yapmamız bir şey getirmeyecektir. İyilikle güzellikle cevap vermeliyiz. Şu anlama gelmiyor tabi ki, sağ yanağına vurana sol yanağını çevir anlamında değil elbette. Her türlü yolu denemeliyiz, siyasi hukuki. Maalesef onlar yapacaklarını yapıyorlar, ya biz? Almanya’da onlarca cemaat var. Ortak anlaşabilen bir tek kurum yok. Tek tük girişimde bulunuldu ama iç kavgalarla beraber rezil olunca maalesef. "Çekişmeyin yoksa gücünüz, devletiniz elden gider“ ayetini Allah aşkına nasıl anlıyoruz?

Devletlerin Anti-İslamizm politikaları toplumda İslamofobiyi doğuruyor. Anti-islamizm aynı Antisemitizm gibi değerlendirilmeli, yani Anti İslam propagandası yapmak cezalandırılmalı.

İslamafobinin temelinde yatan gerçekleri görebiliyor muyuz?

Kavramı açıklamak istiyorum izniniz ile. Bu kavram daha sosyolojik bir kavram olarak batılı toplumların İslam karşısındaki korku, nefret, kınama, küçümseme gibi tutumlarını dile getirmektedir bu İslamofobi kavramı. Bu duyguların temelinde aile, sosyal çevre, eğitim ve medya gibi kurumlar aracılığıyla aktarılan ve yeniden üretilen tarihsel ve kültürel önyargılar yatmaktadır. Nedir? mesela bu İslamofobik söylemdeki temel iddialar: İslam kültürleri yeknesak, tek tip ve dolayısıyla değişime kapalıdır; İslam kültürü diğer kültürlerden tamamen farklıdır; İslam, Batı kültüründen aşağıdır, barbar, irrasyonel, ilkel ve cinsiyetçi tutumlara sahiptir; İslam acımasızca tehlikeli ve tehditkardır; Müslümanlar dini inançlarını siyasal ve askeri çıkarları için kullanırlar; Müslümanların Batı kültürü eleştirisinin hiçbir değeri yoktur; İslam’a karşı düşmanlık, Müslümanlara yönelik ayrımcı pratikleri ve Müslümanların geniş toplumdan dışlanmasını meşrulaştırmak için kullanmaktadırlar ve son olarak İslamofobi sanki doğal ve sorun teşkil etmeyen bir fenomen olarak görülmektedir

Son olarak eklemek istediğiniz birşeyler var mı?

Çok teşekkür ederim bu keyifli sohbet için. Sanattan başlayıp Kudüs şehir gezisi yaptık, gençlerle sosyal medya durağından, Türkiye’de nefeslendikten sonra oradan Batı’ya geçip siyasetten çıktık. Başka bir gezide buluşmak ümidiyle.

Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Çok keyifli ve öğretici bir söyleşi oldu. Her şey için eyvallah.

Etiketler :

HABERE YORUM KAT

3 Yorum
  • Kenan Alpay / 30 Kasım 2020 13:23

    Murat kardeşimin fotoğrafları hem teknik açıdan hem de içerik açısından çok güzel ufuklar açıyor kanaatimce. Bir de bu tip söyleşiler entelektüel derinliğini, duygularının safiyetini, anlatım kudretini görmemiz açısından harika bir fırsat veriyor. Bilgi ve tecrübe, duygu ve siyasal akıl maşallah eş zamanlı olarak tertemiz bir nehir gibi gürül gürül akıyor. Rabbim bereket versin. (amin)

    Yanıtla (0) (0)
  • Mehmet Ali Kaçmaz / 30 Kasım 2020 01:23

    Güzel bir söyleşi olmuş. Ben bile Almanya doğumlu olduğunu zannediyordum :)

    Fotoğrafçılık ile Kudüs konusunda Murat abi sayesinde farklı bakmaya başladım. Rabbim çalışmalarını bereketlendirsin.

    Yanıtla (0) (0)
  • Rıdvan Kaya / 27 Kasım 2020 22:08

    Fotoğraftan yola çıkarak bir bütün olarak hayatı anlamlandırma anlamında değerli vurgular içeren ve tüm yapıp etmelerimize rehberlik etmesi gereken imtihan gerçeğine dikkat çeken güzel, verimli bir sohbet olmuş. Aynur Karabulut Hanım'a ve Murat kardeşime teşekkürler.

    Yanıtla (0) (0)