Değişimin hızına direnemeyen insanın hikayesi!
Fatma Barbarosoğlu, Tokyo’nun Son Çocukları kitabından hareketle insanın bitmek bilmeyen değişim isteğini ve değişim karşısındaki ahvalini analiz ediyor.
Fatma Barbarosoğlu / Yeni Şafak
“Ben esas torunlarım için üzülüyorum...”
I-
Bazen hiç tanımadığımız insanların bazı cümleleri kulağımızda yer eder. Yer etmekle kalmaz, kulaktan kalbe doğru yol alır... Sonra o kalbi, o sığındığı yeri yurt beller...
Daracık kaldırım üstünde durmuş hüzünle sohbet eden 70’lerindeki iki kadının yanından geçerken duyduğum o cümle mesela: “Ben esas torunlarım için üzülüyorum.”
Yanlarından yürüyüp geçtim. Ama onlar o cümlenin iki muhatabı olarak benimle gelmeye devam ettiler. “Ben esas torunlarım için üzülüyorum. Ben esas torunlarım için üzülüyorum. Ben esas...”
Yürüdüğüm sokaklar boyunca, dikkatimi çekecek, beni o ana kilitleyecek ne farklı cümleler duyma ihtimalim vardı. Ama artık sadece ihtimaldi. Çünkü hastanenin tam karşısındaki çöp konteynerinin başında sohbet eden, ortamı parantez içine alıp birbirlerini, kendi kederlerinin içinde ağırlayan o hanımlar, farkında olmaksızın beni de katmışlardı kederlerinin, kaygılarının içine.
“Ben esas torunlarım için üzülüyorum...” Yürürken benimle birlikte gelen bu cümle eşliğinde arkadaşlarımın torunları ile olan ilişkilerini, dertlerini mi düşünüyordum? Hayır. Hafızamın, tanımadığım iki hanımdan duyduğum bu cümleyi tanıdıklarımın hayat sahnesine değil, çok başka bir yere yerleştirdiğini 24 saat sonra fark ettim. Tekrar aynı yerden, aynı saatte geçerken.
Tanımadığım iki kadının dilinden duyduğum o cümle, geçen yaz okuduğum bir romanın sayfalarıyla bütünlenmiş, yürüdüğüm sokaklar boyunca bir yerlerde saklandığından emin olduğum ama henüz bulamadığım bir yaşam sahnesini aramanın telaşıyla adımlarıma eşlik etmişti.
Arayıp da bulamadığım nesnelerin, hatıraların peşinden artık daha çok sürükleniyorum. Bu sürükleniş bana bir zihin temrini gibi geliyor. Belki böyle yapmamam gerekiyor. Gelmeyen o anı, bulunmayan o şeyi olduğu yerde bırakmam belki de daha doğru. Ama bu defa iyi ki o cümleyi unutmadım diye sevindim. Tam aynı yerde, geçen yaz okuduğum o kısa ve derin distopik romanı hatırladım: Tokyo’nun Son Çocukları.
II-
Tokyo’nun Son Çocukları, büyük dedesi Yoşiro ile yaşayan zihinsel olarak gelişmiş ama bedensel olarak büyük dedesinden bile güçsüz olan torununun çocuğu Mumei’in hayat hikâyesini anlatıyor.
Distopik romanlar genellikle teknolojinin değiştirdiği, fazlasıyla makinelere ait bir dünyadan haber verir. Tokyo’nun Son Çocukları ile J. London’un Kızıl Veba’sı akraba metinler. Temaları ileriye değil, geriye doğru gidiş...
Tokyo’nun Son Çocukları, Yoşiro adındaki büyük dedenin, torununun çocuğuna bakması etrafında şekilleniyor. Yoşiro dede, bildiği dünyadan mahrum, güne ayak uydurmaya çalışmaktadır. London’un Kızıl Veba’sında da yaşlı profesör kör cahil torunlarına içinde yetiştiği medeniyeti anlatmakta bir hayli zorlanır.
“Yoşiro dede” London’un profesör dedesi kadar yalnız değil belki, ama içine kapanmış bir toplumda kendi yaşadıkları ile torunun çocuğunun yaşayamadıklarının muhasebesini yaparken onun kadar kederli ve geçmişe özlem içinde.
Kitap dün ile gün arasındaki boşluğu nesnelerin yokluğu üzerinden gözler önüne seriyor. Artık olmayan nesneler bahsine, bir nesne ama aynı zamanda bir metafor olarak kabul edebileceğimiz “aynanın yokluğu” ile başlıyor: “İncecik el beziyle yüzünü silerken karşısındaki duvara baktı. Ayna yoktu. Kendi yüzünü en son ne zaman gördüğünü düşündü. Seksenine gelene değin her sabah aynada yüzünü incelemiş, burun kılları uzamışsa kesmiş, göz çevresindeki teni kurumuşsa kamelya merhemi sürmüştü.” (s. 9)
Hayatında pek çok nesnenin eksildiğini acıyla hatırlayacaktır kitap boyunca ihtiyar Yoşiro. Bir zamanlar kullandığı kalın havluları mesela. Şimdi sadece el bezi gibi ince şeyleri havlu niyetine kullanmaktadır, çünkü onlar kolay yıkanır ve kolay kururlar.
“Yoşiro bir zamanlar kalın havlulara bayılırdı. Kullandıktan sonra çamaşır makinesine tıkıştırıp acımadan bolca deterjan dökerken yaşadığı zenginlik hissi, şimdi düşününce komik geliyordu. Zavallı çamaşır makinesi karnındaki ağır havluları güçlükle döndürmeye çalışır, üç yıl geçmeden de iş yorgunluğundan çürüğe çıkardı. Böylelikle ölen yüzlerce çamaşır makinesi Büyük Okyanus’a atılmış, balıklara yuva olmuştu.” (s.9)
“Torununun oğlu doğduğundan beri bir kez bile gerçek kırda oynamamıştı. Yine de zihninde canlandırdığı kır hayalini özenle büyütüyordu.” (s.10)
Tokyo’nun Son Çocukları cemiyet hayatının ihtiyarların emeği ile yürüdüğünü anlatması bakımından da çok çarpıcı. İhtiyarların kuşak farkını belirtmek için genç ihtiyarlar, orta yaşlı ihtiyarlar sınıflaması kaçınılmaz olmuştur.
“Fırıncı ‘genç ihtiyar’ sınıfındandı, bu tabir bir zamanlar insanları gülmekten yerlere yatırsa da zamanla dile yerleşmişti. Artık doksanlı yaşlarını devirmemiş olanlar “orta yaşlı ihtiyar” diye tanımlanmıyordu ve fırıncı yetmişli yılların ikinci yarısına henüz adım atmıştı.” (s.12)
‘Genç ihtiyar’ fırıncı, dükkânda amcası ile birlikte çalışmaktadır ve amcası yüz yaşını geçmiştir. Hareketleri “gelincik gibi” süratli amca, “yüz yaşını aşınca dinlenme ihtiyacı kalmadığını” söylemektedir.
Yaşlılar eskiden bildikleri gibi bedenleri ile çalışmaya devam ederken; yeni kuşak için bedenlerini nasıl kullanacaklarını öğreten kurslar açılmaktadır: “Gevşemeyi ahtapotlardan öğrenelim kursu” gibi.
“Eskiden yumuşakçalarla alay edilirdi, ama belki de insanoğlu beklenmedik bir yöne doğru evrim geçiriyor. Ahtapota yaklaşıyor olabiliriz. Torunumun çocuğuna baktığımda böyle düşünüyorum.” (s.12)
Yoşiro ve kuşağı bedenleri ile çalışmaya devam ederken torununun çocuğu Mumei, büyük dedesinin yediği ekmeği ısıramayacak kadar hassas dişlere sahip olduğundan büyük dedesi onun yiyebilmesi için ekmeği ıslatıyor. Eskiden torunların yediğini dedeler yiyemez iken, büyük dedelerin ısırarak yiyebildiği ekmekleri torun çocukları yiyememektedir. Çünkü yeni kuşağın dişleri neredeyse işlevini kaybetmiştir.
Büyük dede, torununun gün gün dökülen dişleri için endişe ederken Mumei, “serçelerin de dişi yok, ama sağlıklılar endişelenme dede” diye dedesini teselli ediyor.
Büyük dedenin bedensel enerjisi, torun çocuğu Mumei’nin ise zihinsel enerjisi vardır. Küçük çocuk, insanların zihninden geçenleri neredeyse harfi harfine okuyabilmektedir. Değişen dünya dedeyi kaygılandırırken; torun çocuğu, büyük dedesini rahatlatmaya çalışmaktadır.
Tokyo’nun Son Çocukları ebat olarak ince, muhteva olarak oldukça derinlikli bir metin. Mesela şu cümle üzerinde uzun uzun düşünebiliriz:
“Yakın gelecekte gençler sadece masa başı işlerine bakacak ve kaba kuvvet gerektiren işler yaşlılar tarafından yerine getirilecekti belki de.” (s.19)
Aşağıda okuyacağınız satırları siz dahi kendi hayatınızda yakalamışsınızdır:
“Çocuk sağlığıyla ilgili bilgiler sonbahar havasını veya erkek gönlünü yaya bırakacak denli çabuk değişiyordu. ‘Sağlığınız için erken kalkın’ diye bir haber çıkıyor, ama hemen birkaç gün sonra koca puntolarla ‘Sabah geç kalkan çocuklar daha çabuk uzuyor,’ haberinin peşi sıra çocuklara istedikleri atıştırmalıklar verilmezse bu durum buhrana yol açıyor iddiasındaki makale yayımlanıyordu. ‘Çocuklarınızı yürütün’ diye bir uzman görüşü çıkar çıkmaz zorla yürütülen çocuklarda menisküs problemleriyle ilgili yazılar yazılıyordu.” (s. 27)
Yazının başında Tokyo’nun Son Çocukları’nın distopik bir roman olduğunu söylemiştim. Ama dikkatinize sunduğum son alıntı, sanki güncel çocuk eğitiminden bahsediyor gibi.
Velhasıl nitelikli bir roman dün ile günü birbirine bağlayan, yaşanırken idrak edilemeyenleri fark ettiren mihmandardır. Hayatın değişik anlarında tekrar tekrar kendini hatırlatmaya devam eder.
HABERE YORUM KAT