Değişim
Referandumun ne anlama geldiğini çeşitli yönlerden irdelemek mümkün ama bütün o tesbit ve yorumların çok ötesinde bir gerçekle karşı karşıyayız: Türkiye İttihatçılıkla Cumhuriyet’i birbirine bağlayarak konsolide eden bir elitist otoriter rejimin, sivil ve asker bürokrasinin siyasete, devletin ise topluma vesayet koyduğu bir sistemin sonunu ilan ediyor. Bu tek seferde ve bir ‘büyük dönüşümle’ gerçekleşecek bir olgu değil. Bu topraklarda hiçbir değişim öyle olmadı... Zamana yayılacak ve nesiller içinde sindirilecek. Cumhuriyet dönemi her biri yaklaşık otuz yıl süren üç bölüm halinde yaşandı. Önce tek parti dönemi, ardından üç darbeyle şekillenen askerî müdahale dönemi ve nihayet yargıyı öne çıkaran vesayet dönemi... Şimdi muhtemelen bir başka otuz yılın eşiğindeyiz ve Atatürkçü parantezin kapanmasına tanık olacağız.
Yaşanacak değişimin bugüne kadar bu kelimeden anladığımızdan epeyce farklı olduğunu şimdiden idrak etmekte yarar var. Bizlerin ‘modern’ havsalasında ‘değişim’ genellikle niceliksel bir olguyu ifade etti. Çünkü Cumhuriyet’le birlikte modernliğe geçilmişti ve o andan itibaren adım adım hak ve özgürlüklerin de genişlemesi doğaldı. Tek sıkıntı ‘halkın henüz buna hazır olmamasıydı’ ve laikliğin yerleşmesi veya yerleştirilmesi sayesinde o günler de gelecekti. Bu bakış, zaten var olan hak ve özgürlüklerin sınırlarının ‘itilmesini’ ifade ediyordu. Bütün değişim adımları, örneğin seçmen yaşının 21’den 18’e indirilmesi türünden algılanmaktaydı. Bu bakış katılımcılığa kategorik olarak karşı değildi, ama halkın katılım hakkını kazanması, onun makbul vatandaş olabilme kapasitesi ile doğru orantılıydı. Dolayısıyla Atatürkçülüğün pozitivist değişimciliği, aslında bireyselleşmeyi engelleyen, insanları devletin vatandaş tanımına uyumlu oldukları ölçüde hak ve özgürlükle taltif eden, otoriter bir yönetim biçimini ifade etmekteydi.
Ne var ki 1980 sonrasında dünyadaki değişime inat vesayetçi bir rejimi konsolide eden Cumhuriyet, 1997 sonrasında başa çıkmakta giderek zorlandığı bir Türkiye ile karşı karşıya kaldı. Bundan böyle değişim talebini devlet eksenli bir niceliksel çizgiye oturtmak mümkün değildi. Kürt meselesi bu açıdan hayati bir işlev gördü, çünkü gündeme gelen istekler Cumhuriyetçi tahayyülün kavramakta zorlandığı cinstendi. Kürtlerin ve Kürtçenin varlığının kabulü, devletle toplum arasındaki ilişkinin de niteliksel olarak değişmesini ima ediyordu. Böylece Türkiye değişim kavramında ikinci evreye geçti... Artık ‘değişim’ eskiden gayrımeşru olanın şimdi meşru hale gelmesi demekti. Bunun en önemli örneklerinden biri, tüm yönetim sistemini ve Türklük algısını tehdit eden vicdani ret hareketi oldu. Geçmişte düşünülemeyecek bir eylem olan, utanç verici olarak görülen bir duruş, günümüz çağdaşlığının en bariz delillerinden biri olarak algılanmakta. Başörtüsü ve cemevleri meselesi de, daha ufak çapta olmakla birlikte, benzer bir değişimi ifade ediyor ve bu hak alanlarının engellenmesi giderek imkânsız hale geliyor. Türkiye’deki resmî ideoloji, gayrımeşru ilan etmiş olduğu birçok alanın istense de istenmese de meşrulaşmasını yaşayacak ve bu değişime direnmeye çalıştığı ölçüde de rejimin kendisini meşruiyet krizine sokacak.
Ancak yaşadığımız referandum bunun da ötesinde bir değişimin habercisi... Çünkü paketin en önemli maddeleri olan Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın yeniden düzenlenmesi, rejimin temel taşlarının yerinden oynatılmasını, Cumhuriyet’in nihayet bir demokrasi olabilmesinin yolunu açıyor. Böylece henüz gayrımeşru ilan ettiği hak ve özgürlüklerin meşru hale gelmesini bile sindiremeyen bu Cumhuriyet, şimdi bizzat kendi meşruiyetini dayandırdığı kurumsal yapı ve işleyişin gayrımeşru hale gelme durumuyla karşı karşıya kalıyor. Rejimler kendi meşruiyetlerini korudukları sürece, toplumdan gelen hak ve özgürlük taleplerine direnebilirler, onları erteleyebilir veya cemaatsel dengeleri manipüle ederek engelleyebilirler. Ancak sözkonusu meşruiyet zaafa düştüğünde, toplumsal tercihlere direnmek de mümkün olmaz.
Yaşanan değişimin anlamını kavramak kimse için kolay değil, çünkü şimdiye kadar böyle bir dinamiği tecrübe etmedik. Daha önceki dönüşüm dönemleri daima daha büyük ideallerin gölgesinde kaldı. Ya vatanı kurtarıyorduk, ya Batı’yla savaşıyorduk, ya da ülkeyi acilen çağdaşlığa taşıyorduk... Bugün daha basit ama daha derinden bir değişimin aktörleriyiz. Üzerimizde hiçbir tehdit veya baskı yokken, biz kendimiz olarak başka türlü yaşamak, gerçekten de bir demokrasi olmak istiyoruz...
Belki de kendimizi aldatmaktan bıktık. Var olduğu biçimiyle bu ‘Cumhuriyet’ rejiminin ve ona ideolojik zemin sağlayan Atatürkçülüğün, aslında kendimize hakaret eden bir yönünün olduğunu keşfettik. İnsanlara cahil muamelesi yapan, kibirli ve kasıntı yönetim tarzından sıkıldık. Bu ruh hali bireysel ve grupsal talepleri bile ikincil kılmış gözüküyor. Çünkü asıl istenen şey özgürleşmek ve normalleşmek...
Referandum aslında bu soruyu sordu. Anormalliğin devam edip etmeyeceği oylandı ve ülkenin sağlıklı insanları bu gayrı insani durumun gayrımeşru olduğunu beyan ettiler. Diğerleri ise daha bir süre normallikten korkmaya, halisünasyonlar görmeye ve hezeyan yaşamaya devam edecekler. Ne de olsa önümüzde gerçeği sindirmekle geçireceğimiz bir otuz yıl var...
TARAF
YAZIYA YORUM KAT