‘Davalardan zamanla soğuduk’ yalanı üzerine (2)
Merkez medya ile bazı sol-sosyalist kesimlerdeki “Ergenekon sürecini başlangıçta destekliyorduk, fakat sonraki hukuksuz uygulamalar nedeniyle destekleyemez hale geldik, soğuduk” söyleminin gerçeği yansıtmadığı üzerinde duruyorduk... İddiam, gerçekte onların da tıpkı ulusalcı-milliyetçi çevreler gibi davalara baştan beri ısınamadıkları, fakat bunu onlar kadar açık yüreklilikle ifade edemedikleri yönündeydi...
Geçen yazıda davalara baştan beri ve açıkça karşı olan ulusalcı-milliyetçi kesimin sürecin başlangıcındaki tavrını Cumhuriyet gazetesi üzerinden; “Başlangıçta destekliyorduk ama sonradan soğuduk”çuların merkez medya bölümünü de Hürriyet gazetesi üzerinden ele almış, kendi yayınlarından davaların başında aldıkları pozisyonu göstermeye çalışmıştım.
Bugün de sıra aynı tavrın “sol-sosyalist” varyantında... BirGün gazetesi üzerinden gidelim ve bakalım sürecin başlangıcında bu kesimler nasıl bir pozisyon benimsemişler...
“Yiyin birbirinizi...”
BirGün’ün Ergenekon operasyonlarından rahatsız olduğunu gösteren ilk manşeti, 21 Mart 2008’de gerçekleştirilen beşinci dalgadan sonra geldi: “Yiyin birbirinizi...”
Gazete böylece Veli Küçük ve bazı başka isimlerin gözaltına alındığı 22 ocak üzerinden henüz iki ay geçmeden Ergenekon soruşturmasının kendisini ilgilendirmediğini açıkça beyan ediyordu.
Bu manşet çok tartışıldı, daha sonra bazı BirGün yazarları da manşetin, gazetenin benimsediği sosyalist çizgiyi tam olarak yansıtmadığı görüşünü öne sürdüler.
30 Haziran 2008 tarihli “Editörden” sütununda gazete, gelen eleştiriler karşısında kendisini savundu. Fakat gazete adına bilgisayarın başına oturan kişinin yazdığı satırlar, sıkıntısını apaçık ortaya koyuyordu... “Çok cepheli muhalefet gazetesi” başlığını taşıyan yazıda şöyle deniyordu:
“(...) BirGün’ün işi bu anlamda zor tabii. Yayın çizgisini besleyen siyasal kuramın bütünlüklü yapısı, getirdiği total açıklama ve karşı çıkışlar onu mütemadiyen ‘iki cepheli cepheler’ açmaya yöneltiyor.”
Bir cephede seçimle iktidara gelmiş bir parti, öbür cephede eli silahlı ve ikide bir darbe yapan askerler... Ve gazete, bunların ikisine de aynı ölçüde mesafeli...
O yazıdan bir gün sonra “editör”ün sıkıntısını daha da arttıracak bir gelişme oldu. 1 Temmuz 2008’de iki emekli orgeneral, Şener Eruygur ve Hurşit Tolon gözaltına alındı.
BirGün artık bundan teessür duymaz diye düşünenler, 2 temmuz tarihli “Darbe parodisine mutabakat operasyonu...” manşetini görünce çok şaşırdılar...
Gazetenin, darbeyle suçlanan generallerin gözaltına alınmasını “parodi” diye sunması tuhaf karşılansa da anlaşılmıştı ama, manşetin “mutabakat operasyonu” kısmından neyin murat edildiği tam anlaşılamamıştı... Boşluğu, daha sonra BirGün’ün temsil kabiliyeti de olan bazı önemli köşe yazarları dolduracaktır: “Orgenerallerin Metris’e taşınmasına ordudan bir reaksiyon gelmemesi, bu işin bir tür mutabakatla ve belki de ‘ABD’ye karşı Rusya ile flört’ten söz eden ‘ulusalcı’ bir damarın ordudan tasfiyesinden duyulan memnuniyet”in göstergesi olabilir miydi? (Doğan Tılıç)
Bir yazar da 12 Mart’la (1971) benzerlik ihtimaline dikkat çekiyor, o gün işbaşına gelen Amerikancı generallerin, üç gün önce 9 Mart’ta “solcu” subayları tasfiyesini hatırlatıyordu... (Melih Pekdemir.)
General gözaltıları ve BirGün yazarlarının rahatsızlıkları
2 ve 3 temmuzda iki BirGün yazarı, iki orgeneralin gözaltına alınmasından duydukları, “kendilerine bile izah etmekte zorlandıkları” rahatsızlığı ifade eden yazılar kaleme aldılar.
Ahmet Çakmak 2 temmuzda şöyle yazdı mesela:
“Neden bu gözaltı haberleri bende alttan alta adını koyamadığım bir rahatsızlık hissi uyandırdı? (...) Hoşuma gitti belki ama rahatsız da oldum. Rahatsız olmamdan da rahatsız oldum ve içimi karıştırıp bulabildiklerimi sizinle paylaşmaya çalıştım.”
Ertesi gün Doğan Tılıç, Çakmak’ın duygularına yakın bir yazı kaleme aldı:
“Tam da Ahmet Çakmak gibi hissediyorum: Ne ‘darbecilere oh oluyor’ diyebiliyorum ne de kafaları epey bulandıran bir tarzda da olsa, yapılan operasyona boş verebiliyorum. (...) Evet, taraf olmak gerek ve tarafız tabii! Ancak, memleketin şu ‘darbe darbeye karşı’ halinde taraf olmak, taraflardan birinin yanında olmayı değil, ikisine de karşı üçüncü, bir sol taraf yaratmayı gerektiriyor. Zor tabii... O yüzden içim sıkılıyor!”
“Sıkılma, sürecin tadını çıkar!”
Gazetedeki rahatsızlık duygusundan rahatsız olan BirGün çalışanları da vardı. Bunlardan biri olan Ahmet Tulgar, “içi sıkılan”, “rahatsız olan ve sonra rahatsız olmaktan da rahatsız olan” arkadaşlarının isimlerini anmadan onları “işin tadını çıkarmaya” çağırdı. Gerekçesi “Ergenekon’un olumlu sosyolojik etkisi”ydi:
“Dolmuşa ilk müşteri olarak bindiğim için epey uzun konuştuk, dolmuş için epey uzun ve bir yandan da radyo dinledik. ‘Ne düşünüyorsun bütün bunlar hakkında?’ diye sordum bir ara. ‘Kardeşim, eğer ben bir suç işlemişsem, beni de alsınlar. Ama bileyim ki, bir gün bir orgeneral suç işlerse onu da alacaklar’ diye cevapladı sorumu dolmuş şoförü. ‘Hah’ dedim, ‘Budur işte. Bu da ‘bişey’dir yani.’
“(...) Akşam bakkalda birkaç başka müşterinin de katıldığı ayaküstü açıkoturumda da benzer bir sonuç çıktı. (...) Böyle bir ‘teach-in’, yani ‘öğrenme-öğrendiğiyle başkaldırma’ döneminde Türkiye toplumu şu sıralar. Pek dahlimiz olamıyor sürece diye görmezden mi geleceğiz yani bu sosyolojik gerçeği? Ergenekon Operasyonu Süreci’nin sosyolojik etkisine burun mu kıvıracağız? (...) Elbette eleştirilerimizi yaparak, rezervlerimizi koruyarak, niyetinden de kuşkulanarak, yine de tadını çıkaralım bu sürecin tam da bunun için işte, bu nedenlerden.”
Mithat Sancar’dan “psikolojik” bir izah
Aslında gazetedeki sıkıntıyı anlamak hakikaten çok zordu. Çünkü Doğan Tılıç’ın dediği gibi bu gazete, “askerî bir darbenin darbelerini etlerinde kemiklerinde, boğazlarına geçirilen ilmiklerde, kanlarında canlarında hisseden” insanlar tarafından çıkarılıyordu.
Peki, o zaman bu “rahatsızlık” neydi?
Gazetenin yazarlarından Mithat Sancar, 14 ve 18 Temmuz 2008’de kaleme aldığı iki yazıda, Ergenekon süreci karşısında kendi gazetesinin aldığı tavrın rasyonel bir açıklamasının olamayacağı düşüncesiyle belki, meseleye farklı, psikolojik bir açılım getirmeye çalıştı:
“(...) Peki, neden Ergenekon operasyonunu değersizleştirmek için binlerce dere dolaşıp su getirmeye çalışıyoruz? Solun 12 Eylül’le kurduğu ‘marazi ilişki’nin, bu nedenler arasında çok özel bir konumu olduğunu düşünüyorum.
“Darbe ve onun kurduğu zulüm sistemi, 12 Eylül’den bu yana, solun kendini tanımlamasında ve hikâyesini kurmasında en temel referans noktası oldu. Asker, solun ağır yenilgisinin simgesi olarak yerleşti zihinlerimize. (...) Şimdi, mevcut hukuksal ve siyasal sistem içinde asla dokunulamayacağına inanılan ‘darbeci ve derin güçler’ gözaltına alınıyor, tutuklanıyor ve sanık olarak mahkemeye çıkmayı bekliyorlar.
“Bu noktada, aklıma çeşitli sorular geliyor.
“Meselâ, bu hakikat, solun geniş kesimlerinin bilincinde veya bilinçaltında, ‘varoluşsal bir boşluk korkusu’nu tetikliyor olabilir mi?
“Meselâ, darbeciliğe ve darbecilere karşı mücadele eden ve edebilecek olan yegâne gücün kendisi olduğuna inanan sol, bunun gereklerini pratikte ne kadar yerine getirdiğinden bağımsız olarak, şimdi bu iddiasını yitirmekte olduğunu sezmenin şaşkınlığını yaşıyor olabilir mi?
“Meselâ, darbeciliğin böylesine ayaklara ve nezarethanelere düşmesi, gözünde ve bilincinde hep kocaman yer tutan o ejderhanın böylesine sefil duruma düşmesi, solu didişerek varolabileceği en somut hedeften mahrum kalma korkusuna sürüklüyor olabilir mi?
“Meselâ, askerin siyasal alandaki belirleyiciliği, solda her türlü siyasal başarısızlığı, alt edilemeyeceğine bir şekilde inanılan o ejderhaya bağlayıp sorumluluktan kurtulma gibi bir alışkanlık yaratmış olabilir mi? Eğer öyleyse, şimdi bu ağırlığın azalması, solda kendi siyasetinin tüm sorumluluğunu üstlenme konusunda içten içe bir paniği harekete geçirmiş olabilir mi?”
O zaman çok etkilenmiştim Sancar’ın sorularından... Şimdi bakıyorum da, hepsi bugün tekrar sorulmayı hak ediyor.
Ergenekon sürecinin başlangıcında sol’un bir kesiminin vaziyeti de işte böyleydi.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT