Darbenin rasyonalitesi
Darbe günlüklerinin açığa çıkması ile başlayan süreç, 2004-2007 döneminin hem öncesine, hem de sonrasına ait 'tamamlayıcı' darbe hazırlıklarının da deşifre olmasıyla birlikte bir anlamda nitelik değiştirdi. Ordu içinde zaman zaman ortaya çıkan bazı darbe heveslilerinin bulunması alışıldık bir durumdu ve aslında toplum tarafından çok da önemsendiği söylenemezdi.
Bazıları sürekli bir darbe olasılığının 'demokrasimiz' için de kötü bir şey olmadığını, böylece sivillerin kendilerini bazı konularda dizginlediklerini düşünmekteydiler. Bazıları ise artık darbe yapmanın pek mümkün olmadığı bir dünyada yaşıyor olmanın rehaveti içindeydi. Toplumun ekseriyeti ise askerî müdahaleleri muhtemelen epeyce kanıksadığı için bunu siyasi sürecin 'doğal' parçası olarak görmekteydi.
Ancak 2002'den başlayan ve herhalde halen süregelen bir darbe 'ihtiyacının' böylesine görünür hale gelmesi, başka bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. Balyoz'dan Kafes'e ve oradan da İrtica Eylem Planı'na uzanan arayışların geçmişteki müdahalelere kıyasla belirgin farklılıkları var. Bu seferki, gözü iyice kararmış bir komplo stratejisine dayanıyor. Camiler bombalanıyor, uçaklar düşürülüyor, suikastlar yapılıyor ve iş, bir müzede olabildiğince çok sayıda çocuk öldürmeye kadar gidiyor. Sonuçta istenen şeyin hükümetin düşmesi olduğunu düşünürseniz, epeyce yüklü ve kanlı bir maliyet... Anlaşılan bu hükümetin ima ettiği 'şey' o denli vahim ki, böylesine insanlık dışı bir 'stratejiyi' haklı kılıyor. Ancak belki daha ilginci önümüzdeki tablonun 'sürekli darbe' arayışını ifade etmesi ve göründüğü kadarıyla ordunun esas olarak bu 'işle' uğraşması. Planlar arasında neredeyse hiç zaman aralığı bulunmuyor... Hiçbiri tam olarak hayata geçirilememesine rağmen, biri bitmeden diğeri üzerinde çalışılıyor. Bu durumu anlatmak için en uygun kelime herhalde 'hezeyan' olurdu. Demek ki mesele sadece bu hükümetin düşmesi değil, 'bir an önce' düşmesi. Belki de zaman geçtikçe amacın gerçekleşmesinin imkânsız olacağı 'değerlendiriliyordu'...
Böyle bakıldığında 27 Mayıs'tan bugüne uzanan darbelerle şu an yaşamakta olduğumuz sürecin niteliksel olarak farklı olduğunu söylemek durumundayız. Geçmiş darbelerde dizginler ordunun elindeydi. Zamanlamasını kendileri saptadılar, olayları yönlendirdiler ve koşulların olgunlaşmasını beklediler. Öyle ki darbe noktasına gelindiğinde risk de asgariye inmiş, kurumun yıpranma ihtimali kalmamış, hatta Silahlı Kuvvetler'in bir kurtarıcı olarak görülmesi, demokrasinin temel direği olarak sunulması mümkün olmuştu. Öte yandan darbe yapmamanın da riski son derece azdı. Kimse yaşananlardan dolayı askeri sorumlu tutmadığı gibi, ordu yıpranmayan tek kurum olarak ayakta durmaktaydı. Diğer bir deyişle Türkiye'de darbeler her zaman eyleme geçmenin de, geçmemenin de kurumsal riskinin minimumda olduğu noktada yapıldı. Bu müdahale geleneğine rağmen, ama belki de tam bu nedenle, orduya duyulan 'güven' sürdü. Eğer bir benzetme gerekirse, ordu, balığın oltasına gelmesini sabırla bekleyen balıkçı gibiydi...
DİNAMİT LOKUMLARI HAZIRLAYAN BALIKÇI!
Oysa 2002 sonrasında son derece sinirli, sanki zamana karşı bir mücadele içinde olan, balığı hemen ve ne pahasına olursa olsun yakalamak isteyen, sabırsızlığı nedeniyle de oltasını bir kenara koyup dinamit lokumları hazırlayan bir balıkçı var... Bu farklılığın nedeni gayet rasyonel... Çünkü 2002 sonrasının dünyasında üç unsur birleşti ve Türkiye'de demokrasiyi hakiki anlamıyla geçerli kılmanın zemini ortaya çıktı. İlk koşul küreselleşmeydi... Türkiyelilerin dünyayı tanıdıkları, kendilerini gelişmiş ülke vatandaşları ile mukayese ettikleri, norm ve standartların en azından zihnimizde hızla değiştiği ve dünyaya entegre olmanın mümkün hale geldiği bir ortam ortaya çıktı. İkinci koşul AB üyeliğinin giderek kalıcı hale gelmesi, üyelik meselesi muğlak kalsa da, teknik alanda bir benzeşme ve iç içe geçme yaşanmasıydı. Küreselleşme daha önceden başlamıştı ama kendi başına bir tehdit olarak görülmemekteydi, çünkü Türkiye'nin her an ihtiyaca göre 'dış düşman' yaratma kapasitesi vardı ve kendimizi dışa kapatmak mümkündü. AB konusu biraz daha can sıkıcı olmakla birlikte, içeride bu sürecin ihtiraslı bir savunucusu ve taşıyıcısı yoktu. Ne var ki 2002 seçimleri ile birlikte gelen üçüncü koşul, yani AKP iktidarı, diğer koşullarla bütünleşen bir sinerjik etki yarattı. Çünkü iktidar küreselleşme ve AB'den yana bir tavıra sahip olduğu ölçüde, Türkiye'nin tüm yönetimsel yapısını tersyüz etme ihtimalini ima ediyordu. Diğer taraftan parlamenter demokrasi sürdüğü sürece, daha uzun yıllar dindar kesimin temsilcisi olan bir partinin hükümet olacağı da öngörülebilmekteydi.
AKP'nin niyet ve isteklerinin hangi yönde olduğu ise bir sır değildi. Kamuoyunun üzerine 'irtica' tehdidini boca etmeye çalışan ordunun stratejistleri, çok büyük ihtimalle aslında böyle bir tehlikenin olmadığını, ancak dünya ile entegrasyonun ve demokrat bir hukukun egemen hale gelmesinin çok daha büyük, 'hayati' bir tehdit olduğunun farkındaydılar. Böylece ortaya önce bir 'zorunluluk' olarak algılanan ve giderek aciliyet kesbeden bir darbe arayışı çıktı. Öyle ki, iktidarı devirmek ordunun üst kademesindeki birçok kişi için asli görev haline geldi ve bunu becermekte zorlandıkça da başka bir şey düşünemez oldular.
GERÇEKLİĞİ TEHDİT OLARAK GÖRMEk
Söz konusu 'performansa' bakan birçok kişi haklı olarak ordunun nasıl böylesine irrasyonel davranabildiğini ve gerçeklerden nasıl bu kadar uzak kalabildiğini sorguluyor. Doğal olanın çevre koşullarını veri almak olduğunu, aksi halde gerçekçi bir strateji üretilemeyeceğini öğrenmiş durumdayız. Günümüz dünyasında darbe yapmanın riskinin çok yüksek olduğunu, böyle bir girişime dış desteğin sağlanamayacağını, içerideki manipülasyonlar için gerekli olan medyanın ise eskisi gibi homojen olmadığını biliyoruz. Dahası günümüz dünyasında darbeyi yaptıktan sonrasının ne tür riskler taşıdığını, asker eli ve mantığıyla Türkiye'yi yönetmenin mümkün olmadığını da görüyoruz. İnsan doğal olarak askerlerin de benzer gözlem ve tespitlere sahip olacağını varsayıyor. Oysa sorun çok daha derinde... Rasyonel bakış gerçekliğin kabulünü gerektiriyor. Ama ya bu gerçekliği bir tehdit olarak görüyorsanız? O zaman gerçekliğin değiştirilmesi için uğraşmanız lazım. Bunun gerçekçi olmadığı hallerde ise, gerçeklikten koparak yeni bir yapay gerçeklik üretmeniz lazım. Nitekim Balyoz planında gördüğümüz ve diğer planlarda da izdüşümleri olan 'siyaset', Türkiye'yi dünyadan koparmayı, tecrit etmeyi hayal ediyor. Bu gerçekçi bir yaklaşım gibi gözükmeyebilir, ama eğer gerçekliği reddeden bir siyasetin içindeyseniz tek rasyonel hareket tarzınız da budur.
Mesele, darbe siyaseti söz konusu olduğunda, bugün için Silahlı Kuvvetler'in en rasyonel davranışının, gerçekliği en çok yadsıyan tutum olmasıdır. Modern dünyada rasyonalitenin bir adaptasyon cihazı olduğunu, kurumların işlevini, anlamını ve bekasını belirlediğini düşünürseniz; karşımızda giderek gerçekliğe uyum göstermekte zorlanan ve anlam kaybına uğrayan bir kurum var demektir.
Geçenlerde darbeye dolaylı destek veren biri televizyonda Balyoz planının medya marifetiyle aslında askerin tepesine balyoz misali inmesinden şikâyetçi olmuştu. Bazılarının anlaması pek kolay olmayabilir, ama balyoz işlevini gören şey planın medyada çıkması değil, bizatihi yapılmış olmasıydı. Çünkü onca üst rütbeli subayın saatlerce bunu tartışabilmeleri ve binlerce sayfa doküman hazırlamaları, Silahlı Kuvvetler'in son derece kırılgan bir yapıya doğru evrildiğini gösteriyor. Yani sağduyusunu, gerçeklik algısını yitiren, dönüştürülebilir bir gerçekliğin peşinden toplu halde koşarak birlikte hastalanmanın eşiğine gelen bir kurum... Kendi işlevini en rasyonel haliyle tasarlamaya çalışırken, bu rasyonalitenin üzerine basmakta olduğu zemini yok edeceğini bile göremeyen bir ideolojik akıl tutulması... Bugün Genelkurmay'ın en fazla sevinmesi gereken şey belki de darbe girişimlerinin gerçekleşmemesi ve açığa çıkması. Çünkü eğer bu girişimlerden biri 'başarılı' olsaydı, bu muhtemelen ordunun epeyce radikal bir dönüşümünü ima edecek sürecin de başlangıcı olacaktı.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT