Darbelerden yalnız askerler mi sorumlu?
2008'den bu yana başta Ergenekon, Balyoz ve İnternet Andıcı olmak üzere darbe girişiminde bulundukları iddiasıyla açılan davalarda, aralarında bir genelkurmay eski başkanı ve iki kuvvet eski komutanının da bulunduğu, sayıları yüzlerle ifade edilen muvazzaf ve emekli subay yargılanmakta.
Geçen hafta bunlara darbe yapmış olanlar, 12 Eylül darbesinin baş sorumlularından emekli orgeneraller Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya da eklendi. Yakında 28 Şubat 1997 post-modern darbesinden ve 27 Nisan 2007 e-muhtırasından sorumlu olan emekli generaller hakkında da dava açılırsa, kimse şaşırmayacak.
Anayasa ve yasaları çiğneyerek darbe yapan veya darbe girişiminde bulunduğu iddia edilen askerlerden nihayet hesap soruluyor olması, muhakkak ki askeri vesayet düzeninin tasfiyesinde önemli bir aşama. Bu bağlamda askeri vesayet düzeninin ancak anayasa ve yasalarda askerlere tanınan vesayet yetkilerinin tasfiyesiyle, rejimin otoriter laik milliyetçilik demek olan Kemalizm'in ilkeleri yerine özgürlükçü ve çoğulcu demokrasinin esasları üzerinde yeniden yapılandırılmasıyla mümkün olacağını sık sık tekrarlıyoruz. Hiç kuşku yok ki bu suçların tekrarlanmaması için darbeciler ve darbe girişiminde bulundukları iddia edilen askerler yargılanmalı ve suçlu bulundukları takdirde hak ettikleri cezalara çarptırılmalı. Ancak bu yargılamalar sürerken, unutulmaması gereken bazı gerçekler var. Bunların başlıcalarını şöyle sıralayabilirim: Birincisi, bugüne kadar başarılı olan veya teşebbüs aşamasında kalan darbeleri evet askerler tasarladılar; onun için bunlardan birinci derecede askerler sorumludur. Ne var ki bunların hemen hepsi sivillerden teşvik ve destek gördü. Darbelerden yalnız askerler sorumlu değildi.
İkincisi, gerek darbeleri ve darbe girişimlerini tasarlayan askerler, gerekse bunlara teşvik-destek sağlayan siviller, bunu (evet kısmen ayrıcalıklarını korumak ve geliştirmek için de, ama) esas olarak ideolojik nedenlerle, Kemalizm'e ve militarizme bağlılıkları nedeniyle yaptılar. Kemalizm, esas olarak, halkın kendi kendini yönetme olgunluğuna sahip olmadığını; modern bir toplumun ancak dinin vicdanlara hapsedildiği ve (aynı dili konuşan, aynı kültüre bağlı, aynı dini inançları paylaşan) tek-kültürlü bir toplum olabileceği inancına dayanır. Militarizm ise, ülkeyi en iyi askerlerin yönetebileceği, sorunların ancak zorla çözülebileceğine inanır. Türkiye'de (artık sayılarının azalmakta olduğunu umduğumuz) Kemalist militaristlerin askerler kadar siviller arasında da yaygın olduğu muhakkak. Laikçi-milliyetçi militarizm (umulduğu üzere) evet özellikle askerler, ama siviller arasında da marjinalleşmeden Türkiye normal bir demokrasi olamaz. (PKK'nın Kürtler arasındaki laikçi-milliyetçi militarizmi temsil ettiği hususu da sanırım yeterince açıktır.)
Üçüncüsü, 12 Eylül sillesini yiyinceye, Soğuk Savaş bitinceye kadar Türkiye'de aydınların büyük çoğunluğu özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiye değil, çeşitli otoriter ve totaliter ideolojilere, yukarıdan aşağıya darbelere veya aşağıdan yukarıya devrimlere (zor ve şiddete) inanıyorlardı. Asker-sivil bürokrasinin temsil ettiği devlete karşı toplumu temsil eden politikacılar da demokrasiden esas olarak "milli irade"yi, yani çoğunluk yönetimini anlıyorlardı. Demokrasinin çoğunluk yönetimi kadar (bütün siyasi, etnik ve dinsel kimliklerden) yurttaşların hiçbir çoğunluk tarafından çiğnenemez temel hak ve özgürlüklere sahip olmaları anlamına geldiğine inanan politikacılar parmakla sayılacak kadar azdı. Özetle, belki 21. yüzyıla gelinceye kadar Türkiye, demokratları pek az olan bir demokrasiydi.
Yukarıda sıraladıklarım ışığında unutulmaması gereken dördüncü gerçek ise şu: Türkiyeliler olarak özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi son 60 yıl içinde yaşayarak öğrenmekte olan bir toplumuz. Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiye bağlılık açısından bakıldığında hemen hiç birimizin sicili temiz değildir. [email protected]
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT