1. YAZARLAR

  2. ALİ GÖZCÜ

  3. Darbecilik ile Sivil Hukuk Arasında Tereddütler
ALİ GÖZCÜ

ALİ GÖZCÜ

Yazarın Tüm Yazıları >

Darbecilik ile Sivil Hukuk Arasında Tereddütler

01 Temmuz 2009 Çarşamba 22:03A+A-

 

Taraf gazetesinin 12 Haziran 2009 nüshasında "AKP'yi ve Gülen'i Bitirme Planı" manşetiyle yayınladığı "darbe planı" hakkındaki tartışma ve gelişmeler devam ediyor. "İrticayla Mücadele Eylem Planı" denilen ve darbe planı ihtiva eden bu belge üzerinde yapılan tartışmalar askerle ve sivil bürokrasiyi, atanmışlarla seçilmişler arasındaki ilişkileri olduğu kadar, asker-yargı-yürütme ilişkilerini de açık açık tartışılır hale getirdi. Belge 30 Haziran'daki son MGK toplantısının gündemine taşınacaktı. Bu toplantıya "en kritik toplantı" denmeye başlandı. Ucu komplolara ulaşan değişik açıklamalar ve kafa karışıklıkları söz konusuydu.  Elde fotokopisi bulunan belgenin altında imzası olan Albay Dursun Çiçek'i askeri yargı ve savcı beraat ettirirken, sivil mahkeme ise son MGK toplantısının bitiminden hemen sonra örgüt üyesi suçlamasıyla tutukladı. 15 günden beri süren belge tartışması, askerin aleyhinde sonuçlandı.

Ancak aynı gün, yani 1 Temmuz Çarşamba günü akşama doğru ilginç bir gelişme daha oldu. Bu sefer de Çiçek'in avukatları tutuklama kararı veren 14. Ağır Ceza Mahkemesi'ne tutuklamaya itirazda bulundu. Aynı mahkeme bu sefer de heyet halinde tahliye (beraat değil) kararı verdi. Diğer bir ilginç gelişme de Savcı Öz'ün talebine karşı Ergenekon davasının diğer Cumhuriyet savcıları avukatın tahliye talebine ilişkin uygun mütealada bulunmalarıydı. Türkiye'deki çarpık düzen ve çarpık hukuk sistemi içinde konuyla ilgili tartışma süreceğe benziyor. Ama en azından bu sürecin dokunulmaz statüdeki subayların, gerektiğinde sivil yargı önüne çıkarılabileceğini göstermesi, statükonun geriletilebileceğini göstermesi açısından bir imkandır.

Bu tartışmalarda Başbakan Erdoğan, muhalefeti ve darbe yandaşlarını "askerin arkasına saklanmayın" diye uyarıyordu. Genelkurmay Başkanı Başbuğ "Silahlı kuvvetler üzerinden elinizi çekin" diye feryat ediyordu. Ana muhalefet lideri Baykal ise, Başbakanı "elini silahlı kuvvetlerin içinden çek" diye tehdit ediyordu.

Böylesine can alıcı, riskli ve tansiyon yükselten bu tartışmayı, gerek AK Parti mensupları, gerek emniyet ve DGM yerine geçen sivil yargı, T.C. tarihinde görülmedik bir şekilde sürdürmeye devam etti. Dış basında ise generaller "köşeye sıkıştı" şeklinde değerlendirildi. Bu gelişme oldukça ilginçti.

1- Yeni bir darbe mi geliyordu,

2- Siviller orduyu kışlasına mı gönderiyordu,

3- Darbecilere karşı otonomi isteyen Genelkurmay heyeti hem içindeki darbecilere hem de sivil hükümete balans ayarı mı yapıyordu,

4- Obama'lı ABD "bölgenin süper gücü" gördüğü Türkiye'ye yeni biçim mi veriyordu; yoksa

5- Türkiye'yi küresel liberalizme ayak uydurtmaya çalışan muhafazakar demokrat siviller ile orduya otonomi isteyen 'demokrat!' generaller, küresel iklimi de iyi teneffüs ederek bir konsensüse mi gidiyorlardı?

Söz konusu Belge'nin altında Genel Kurmay'da görevli olan Kurmay Albay Dursun Çiçek'in imzası bulunuyordu. Belge gündeme geldikten 2 gün sonra askeri savcılık "TSK içinde böyle bir şey yok" diye açıklama yaptı. Darbelere karşı olduğunu savunan Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ konuyla ilgili "sorusunu bile hakaret kabul ederim" diye açıklamada bulundu. TSK'nın darbeci yapısı ve yargıdaki çift başlılık Özgür-Der tarafından 19 Haziran Cuma günü "Asgari Yargı Saçmalığına Son!" konulu bir basın açıklamasıyla gündeme getirildi. Askeri savcının ve TSK'nın konuyla ilgili telaşlı ve aceleci yaklaşımlarındaki saçmalık kısa bir süre sonra ortaya çıktı.

Başbuğ, darbelere karşıyım diyordu; ama darbeci Ergenekon takibatının ve bulunan silahların ucu TSK'ya dayanıyordu. Ergenekon'la ilgili silahların TSK'ya ait olmadığını açıklayan Başbuğ'a, silahların TSK envanterine kayıtlı olduğu belirlendiğinde akredite basından hiç kimse bu çelişkiyi sormuyordu. Akredite basın otonomi isteyen subaylardan bile daha bir totoliterdi. Bu Kemalist zevat için asıl olan çıkarları ve halkın batılı değerlerle asimile edilmesiydi. Bu amaç için hukuk da demokrasi de helvadan yapılan putlardı.

Bilindiği gibi bu "darbe belgesi" Jandarma Genel Komutanlığı'nda da  kriminal incelemeye alındı. Ancak farklı kriminal incelemelere göre da Darbe Belgesi olarak ifade edilen "İrticayla Mücadele Eylem Planı" yazısının altındaki imza %90'a yakın bir olasılıkla Kıdemli Albay Dursun Çiçek'e ait çıktı. Ama fotokopinin delil olamayacağı açıklanıp konu örtülmeye çalışıldı. Peşinden Başbuğ, arkasına aldığı 35 generalle birlikte yaptığı basın açıklamasında bu belgeye "kağıt parçası" dedi ve böyle bir belgenin asla TSK'da düzenlenmediğini ilan etti, bu tür haberlerle TSK'ya asimetrik psikolojik savaş açıldığını vurguladı. Bu konuyu MGK toplantısına taşıyacağını ilan etti.

Başbuğ'un basın açıklamasından hemen sonra da AK Parti, Meclis'te Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 250/3. Maddesini değiştirdi. Bu değişikliğe göre askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önü açılıyordu. AKP Grup Başkan Vekili Bekir Bozdağ'a göre bu düzenlemeye göre "Uyuşturucu imal ve ticareti, çıkar amaçlı suç örgütleri, anayasal düzene karşı suçlar, terörle mücadele kapsamına giren suçlar" kapsamında askerler DGM'ler yerine geçen sivil mahkemelerde yargılanabileceklerdi. Ayrıca sivilleri askeri mahkemeler yargılayamayacaktı. Yine ayrıca Genelkurmay Başkanı'nın ve ordu komutanlarının sivil mahkeme karşısında dokunulmazlıkları açıklandı.

Başbuğ'un darbe konseyi görüntüsü veren basın açıklamasından sonra 30 Haziran'da yapılan MGK toplantısı "en kritik toplantı" spotuyla tv ekranlarına düştü. Toplantı 7 saatten fazla sürmüştü. Haziran ayının son akşamında Türkiye gündemine takip edenler için sinirler iyice gerilmişti. Ama MGK toplantısı daha bitmeden Beşiktaş'taki Ergenekon Savcısı tarafından Albay Durun Çiçek'in saatlerce ifadesi alındı ve nöbetçi mahkemeye sevkedildiği açıklandı. MGK toplantısına ait bildiri okunduktan hemen sonra, 1 Temmuz'un ilk dakikalarında Albay Çiçek'in tutuklandığı haberi geldi.

Merakla beklenen MGK bildirisinde "Devletimizin kurumlarını yıpratmaya yönelik beyan ve yayınlara ilişkin tepki ve düşünceler dile getirilmiş ve bu tür faaliyetlerin ülkemize bir fayda sağlamayacağı teyit edilmiştir." denilirken sivil iktidarla askeri gücün MGK'da çatışma beklentisi karşılık bulamıyordu. Ama bu arada hemen MGK bildirisi okunduktan sonra sivil mahkemece tutuklandığı açıklanan Albay Çiçek, Hasdal Askeri Cezaevine gönderiliyordu.

Deniz Albay Dursun Çiçek'in tutuklanması hem 250. kanun maddesiyle ilgili değişikliğin hukuksuz olduğunu iptal ediyor, hem de yeni darbe planına TSK mensuplarının karışmadığı tartışmasını bitiriyordu. Askeri yargının sağladığı dokunulmazlık böylece darbe planı hazırlayan Alpay için geçerliliğini yitiriyordu. Her ne kadar Başbuğ, yaptığı son basın toplantısında "yeni belgeler çıkarsa o zaman başka" dese de, tutuklanma nedeniyle ilgili hiçbir açıklama yapılmaksızın ve dışarıya haber sızdırılmaksızın Genelkurmay Harekat Başkanlığı'na bağlı 3. Bilgi Destek Daire Başkanlığı'nın yetkilisi Kurmay Albay Dursun Çiçek'in cezaevine gönderilmesi Türk siyasetindeki ve medyadaki Ergenekon hamilerini şaşkınlığa sevketti. Doğan Grubu'ndan Kanal D'nin duayeni ve Posta-Hürriyet yazarı M. Ali Birand bile 1 Temmuz 2009 tarihli yazısının başlığını "Bu yasa, sivilin askere başkaldırısıdır" diye atıyor. "Neresinden bakarsanız bakın, hangi açıdan incelerseniz inceleyin, Türkiye'de Sivil iktidarın Askerin yetkilerine karşı bir başkaldırısının yaşandığını izliyoruz" diyen Birand, CHP'nin yeni yasa karşısındaki tepkisini de ironik ifadelerle karşılıyor.

Ancak Ergenokon hamilerine şaşkına çeviren gelişme, aynı gün saat 19.00'a doğru bu sefer de hukukun sivilleşmesini arzu edenleri şaşırtıyordu. Türkiye'de sistemin Batılı formlara göre değişmesine en fazla defans batıcı kimliğe sahip kemalist ve militer güçlerden geliyordu.

Bu sürecin tartışmaları içinde Türkiye'nin askeri vesayet altında olduğunu ilan eden bir çok insan oldu. Ve bu vesayetin dayandığı en önemli zemin de Askeri Yargı idi.

Türkiye, 29 Ekim 1923'den beri vesayet altında. I. Meclis'in muhalefet lideri Ali Şükrü,  Mustafa Kemal'in Muhafız Birliği komutanı Topal Osman tarafından öldürülmüş ve dayatılan Lozan Anlaşması şartlarına itiraz eden guruba göz dağı verilmişti. Ali Şükrü olayını takiben feshedilen I. Meclis'ten sonra Mustafa Kemal'in belirlediği 9 umdeye uyma taahhüdü veren yeni mebuslarla II. Meclis oluşturulmuştu. Oluşturulan II. Meclis, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyeti ilan etmişti. Ama bu ilan kararı Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi hem ordunun hem parlamentonun ileri gelen isimlerinin haberi olmadan gerçekleştirilmiş, sonra da İslami eğitim yasaklanmış ve tek parti rejimine geçilmişti. Bu tür icraatlere "inkılaplar" denildi; ama bu kavram yanlış bir kullanımdı. Devrim'in Batı dillerinde iki tür anlatımı vardı. Evolution, revolution. Mustafa Kemal ve kadrosunun gerçekleştirdiği revolutions idi. Yani ihtilal ve darbeler.

Peşinde Ordu'nun yönetime el koyup anayasal düzenlemeler yaptığı 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbeleri geldi. 12 Mart 1971, 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007'de asker Türkiye'de temel belirleyici olduğunu bir kez daha gösterdi. Seçimle halka dayanmayan ordu, siyasete müdahale ettiği müddetçe, halktan gelen tepkileri bastırmak için kaçınılmaz olarak halk düşmanı olacaktır. Zaten TSK, halkın ve temsilcilerinin askeri vesayete karşı tavır almasını, hep irtica veya bölücülük suçlamasına kaçan bir kolaycılıkla karşıladı ve sivil siyaseti cendere altına alan kırmızı kitaplar oluşturdu.

Ancak dünya değişiyor. Ordu Türkiye için var ve Türkiye var olduğu sürece ordunun da anlamı söz konusu olabilir.  Dünyaya egemen olan küresel kapitalizmdir. Sistem açısından iki seçenek var: Ya bu çizgiye ayak uydurulacak ya da üçüncü dünyacı bir maceracılık içine girilecektir. Alternatif seçenek ise, ancak sistem muhalifleri tarafından üretilebilir. O da küresel kapitalizme cevap verebilecek tek evrensel değer taşıyan İslam dünya görüşünün taşıdığı potansiyeldir. Bu potansiyele işaret ettiğimiz iki eğilim de düşmandır.

Sistem açısından iki seçenek etrafında oluşan kamplar şunlardır:

1- Ordu ve siyaset içinde kimliği batıcı olmakla beraber, birazda statükolarını devam ettirebilmek için çözümü üçüncü dünyacılık gibi maceralarda arayan Ergenekoncular, Kemalist sağ ve sol siyasetçiler. Antiemperyalizm yapsalar bile karşı çıktıklarına sığınmaktan başka da çözümleri yoktur. Çözümsüz devrimci sol hareketlerin diyalektik karşıtlarını oluşturan bu güçlerle yer yer sentez oluşturmaya çalışmaları ise traji-komik bir durumdur.

2- Ordu ve siyaset içinde kimliği batıcı olmakla beraber, çözümü küresel kapitalizmle bütünleşmekte gören küreselleşmeci kurmay subaylar, liberal (eski sol) aydınlar ve iş adamları. Ama statükolarını terk etmemek için bu süreçte en fazla da ayak sürtenler kurmay subaylardır. Ancak Türkiye'deki vesayet rejimini aşmak ve ekonomik büyümeye ayak uydurmak azmiyle kimliğini değiştirme çabası içinde olan eski İslamcı yeni muhafazakar demokrat siyasetçiler ve aydınlar da bu kamp içinde (kökten batıcı unsurları teyakkuz durumuna soksalar da) en becerikli unsurları oluşturmaktadırlar. (Yine bu kamp içinde de merkezde olanların çevreden gelenlere karşı reaksiyonları olabilmektedir.)

Batı basını generaller köşeye sıkıştı dese de, bu sıkışıklığın "Sivillerin Orduyu kışlasına göndermesi" şeklinde olmadığı açık. Ayrıca bu sıkışıklık özellikle küresel sisteme entegre olmaya çalışan paşalardan çok, üçünçü dünya arayışı içindeki darbeci generalleri daha çok sarıp sarmalıyor.  Yukarıda işaret ettiğimiz şıklardan "Darbecilere karşı otonomi isteyen Genelkurmay heyeti hem içindeki darbecilere hem de sivil hükümete balans ayarı mı yapıyor?" sorusundan çok; "Türkiye olarak küresel liberalizme ayak uydurtmaya çalışan muhafazakar demokrat siviller ile orduya otonomi isteyen 'demokrat!' generaller, küresel iklimi de iyi teneffüs ederek bir konsensüse mi gidiyor?" ihtimali Türkiye siyaset sahnesinde perde arkasında kurulan gelişmeleri süfle ediyor gibi.

Eski İslamcı Başbakan, küresel iklimi Türkiye ve içinde soft bir dindarlığı barındıran çevre için güçlü bir alternatif oluşturmak amacıyla iyi teneffüs ediyormuş gibi bir görüntü veriyor.

Eski İslamcı Cumhurbaşkanı, küresel iklimi teneffüs etmeyi 26 Mayıs 2009'da Kırgızistan'a kadar gidip kapatılacak Manas üssünü ABD kuvvetlerine açık tutması için Bişkek Yönetimi'ni ikna etmek şeklinde algılıyor ve başarıyor.

Küreselleşmeyi ilerlemecilik olarak okuyan generaller ise Batı'yı konumları için otonomi kazanabilmek için ikna etmeye çalışıyorlar. Neo-liberalizmin Türkiye'de iş tuttukları becerikli müteşebbisler olan eski İslamcıların küllenen ateşlerinin bir nedenle alevlenme ihtimaline karşı jandarma misyonunu ifade eden bu otonomi taleplerini öne sürüyorlar. Aslında bu istem, TSK'nın darbeci geleneğinin demokratik görünüm şartlarına uyarlanmış bir manevrası. Türkiye küresel sisteme ve AB sürecine entegre oldukça sivilleşmenin, TSK'nın da küresel standartlara uygun olarak hukuk dairesine çekileceğinin kaçınılmazlığı ortada. Ya küreselleşme sürecine ayak uydurulacak (ki Başbuğ'un 14 Nisan konuşması bunun taahhüdü idi) ya da Ergenekoncu maceracılar gibi Şankay veya Latin Amerika açılımlarının "geri" versiyonlarına dümen kırılacak. Ancak belirttiğimiz gibi zaten batıcı/modernist kimliğin taşıyıcısı bu zevat, yukarıda belirttiğimiz gibi zaman zaman gündemde antiemperyalist bir refleksle endam gösterseler bile, karşı çıktıklarına sığınmaktan başka da çözümleri yoktur.

Yeni Genelkurmay ekibi, küreselleşmeden yana olduğu için, eski kimliklerinden nefret ettikleri yeni dindar liberallerle iş tutmak durumundalar. ABD'nin bölgesel güç olarak görmeye başladığı Türkiye'de sistemi hukukileştirme süreci, Hükümet için iç dinamiklerden çok, içerde olması gereken tepki beklentisi içinde dışarıdan gelen dinamiklere bağlı. TSK'nın alışkanlıkları içinde ayak sürtmesi doğal bir durum.

Ancak unutulmaması gereken, Türkiye'nin askeri vesayetten kurtulma ve hukukileşme sürecinde güçlenmesi, tabi ki daha büyük baskı ve şerleri def etmek konusunda bir imkandır. Ancak bu imkan, tek tipçi modernizm dayatması karşısında alt kimliklere de soluk alma fırsatı veren post-modernizm gibi bir şeydir.  Onların hukuku asla fıtri ve vahyin evrensel değerleri ile barışık olmayacaktır.

Orwel'in belirttiği gibi ana yollardaki kameralar veya gizli kameralar altında alt kimliğini sürdürebilirsin; ama piyasada kapitalist yaşam/tüketim tarzını aşma konusunda insanlığın yararı için adil kalkışlar yapamazsın. İşte asıl alternatif düşünce ve sosyal inşa mükellefiyetimiz bugün de bu konudur; yarın da aynı yükümlülük olarak karşımıza çıkacaktır.

Baskıcı ulusalcı batıcılar ile, özgürlükçü görünümlü küreselciler arasındaki çatışmada insandan yana olan her gelişmeyi tabii ki destekleriz. Ama bize karşı bir, ama kalpleri parça parça olan bu güçler arasından nasıl sıyrılıp kendimiz olabileceğimizi daha fazla düşünmeliyiz. Mekke cahili yapısı içinde inzal olan ayetleri eylemleştiren insanların sünnetini, içinde yaşadığımız kokuşmuş çağda yeniden yaşamlaştırabilme yolunu, hayatı içinde döşemenin ibadetiyle kucaklaşmaktan başka seçeneğimiz yok.

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum