Daha gür bir şekilde haykıralım: Allahu ekber!
Yaşar Değirmenci bazı çevrelerin "tekbir" nidasından duyduğu rahatsızlığın kökenini inceliyor.
Yaşar Değirmenci / Yeni Akit
Elbette “Allahu ekber”!
“Allahu ekber” diyerek, tekbirimizle dünyanın bütün hengâmelerinden sıyrılıp yaratılış ve varoluşumuzun hikmet ve anlamını derinden kavrarız. O’na en içten sena ve yakarışta bulunuruz. O’na en yakın olmanın ve kulluğun zirvesine varmanın hazzını duyarız. Kendi değerlerimizi yaşayarak insan; esfel-i sâfiline, aşağıların aşağısına savrulmaktan kurtulur; ahsen-i takvime, en güzel hâle ulaşır. İnsanı en üst kemal noktasına çıkarır. Bu ulvi değerler, bizleri ebediyen huzur içinde kalınacak cennete götürür. Yeter ki bizleri yükseltecek bu değerlere sımsıkı sarılalım ve bunları hayatımıza yansıtmakta kararlı olalım.
Ders ve ibretlerle dolu geçirdiğimiz deprem, gece apansız yakaladı insanları. Bedenleri değil, asıl uyuşan idrakleri, uyuyan ruhları, mayışan şuurları uyandırmak ister gibiydi deprem; salladı, salladı. İnsanlar kaçtıkları, görmezden, bilmezden geldikleri, adını dahi hatırlamak istemedikleri ölümün can acıtıcı yönünü gördüler, ölümün soğuk soluğunu ense köklerinde hissettiler. Tabii felaket eşliğinde. Bunları yaşarken canlarını ortaya koyarak oradaki insanlarımızı kurtarmaya çalışanların ümidini kesmiş yakınlarını kurtarırken heyecanlarının tecellisi Allahuekber’le haykırmalarından bu rahatsızlık normal mi? Bu güruh sorsun şu soruları ve cevap versinler. ‘Ben/biz kimiz? Hangi milletteniz? Aidiyetimiz ne? Hangi ülkenin vatandaşıyız?’ Yanıp tutuştukları Batı’dan Türkiye’ye gelip gezerken duydukları ezanı durup dinlerken etkilenen, girdikleri camilerin manevi havası üzerlerine sinerken bunların kutsalı olmadığı için bu hallere düştüler. Paganizm, sekülerizm, nihilizm, panteizm, laisizm, kemalizm vb. boşluklarını doldurdular. Allah’a kulluğu unutunca nefsinin, arzu ve isteklerinin kulu oldular. Özgürlük derken zihinleri, duyguları, düşünceleri, iç ve dış dünyaları tamamen kuşatıldığı için esirler. Bunlara gereken tepkiyi, tavrı göstermeyişimiz, suskunluğumuz, ‘köpeklerin salınıp taşların bağlanması’na benziyor.
Maddî depremler ne kadar büyük olursa olsun, manevî yapımızı canlı tuttuğumuz için bütün yaraları çok kısa sürede sardık/sarıyoruz/saracağız. Manevî yapımızı güçlendiremezsek, maddî depremlerin yıkamadığı toplumu manevî depremler yıkar. Bu hengâmede bunları hiç hatırımızdan çıkarmayalım. Sekülerizmin, Kemalizmin, putlaştırmanın, cehalet döneminde olanların farklı maske ve makyajlarla kendi aidiyetimizden uzaklaşmanın/uzaklaştırmanın yansımalarını görüyoruz. Hevaü hevesine (nefsine, arzu ve isteklerine) ‘kul’ olanlar “Allah’a kul” olma nimetini bilemezler. Bu nimete şükür “Allahuekber” ile başlar. En önemli ibadet ve kulluğun gereği olan namazın girişi “Allahuekber”dir. Hayata giriş ve hayattan çıkış olan ölüm namazı da Allahuekber’le biter. Susmayan ve susturulamayacak olan ezanımızın ilk sedası Allahüekber’dir. Müslümanı gayrimüslimden ayıran Allahuekber; çan sesiyle ilahi mesajı veren farkı ortaya koyar. Çatlasanız da patlasanız da vatan bölünmeyecek, ezanlar susmayacak, bayraklar inmeyecek, şer güçler iflah olmayacak belalarını bulacaklardır.
Güya Müslümanlığımızın simgesi olan minarelerden yükselen ezan sesleri ve ezanın başı durumundaki “Allahuekber/Allah en büyüktür” ilanı kadar, anlamı bilinmeden ya da anlamı ile bağı koparılmış olarak kullanılan bir kavram zor bulunabilir. O büyük hakikati ilan eden ve adına müezzin denen görevlinin bile “Yarın Allah’ın dini ile hüküm verilecek bir hayat düşünebilir misin?” sorusuna ne cevap vereceği meçhuldür. “Elbette, bugün de yarın da Allah’ındır. Bütün zamanlara O hükmeder” diyemiyoruz. Alkolle ve bütün çirkinliklerle iç içe olmuş bir uygarlık oluşturan şer güçlerin, mutlu ve putlu azınlık hayata hâkim hareket edip, dindar olarak bilinenler, dini yaşamazlar, hayat tarzlarını ‘din’ haline getirirlerse olacak budur. Yakın tarihimize (yüz yıla) baktığımızda kültürümüze, tarihimize, “bizi biz yapan değerlerimiz”e baktığımızda düşman işgalinden kurtulduğumuzu ama ruhumuzla işgal edildiğimizi görürüz. Dönemin Cumhurbaşkanlarının Türkiye’ye gelen devlet erkânının Cuma namazı için Sultanahmet’e gittiklerinde “laikliğe aykırı” diye dışarıda bekleyenlerden, terlik isteyenlerden, ayakkabılarıyla camiye girerken ikaz edilenlere varıncaya kadar.
Biz iman ediyoruz: Allah en büyüktür. En büyük olması da bir temenni değildir. En büyüklük O’nun ismidir, sıfatıdır. O’na iman edenler, böyle iman etmedikçe imanın lezzetine eremezler. Kim ne derse desin ne yasaklanırsa yasaklansın nihai söz ve karar budur: Allahuekber!
Rabb’imiz Allah’tır. O bize yeter, ne güzel bir vekil ne güzel bir yardımcıdır O. Bir hissedebilsek bunu!
İnsanın onca acziyeti içinde kendisini En Büyük Olan’a bağlaması, aciz olmayı da rahmete dönüştürmektedir. Bir hiç düzeyinde iken Her Şey Olan’a bağlanmak, umutsuz iken Umudun Kaynağı’na yönelmek, fani iken Ebedî olanla beraber olmak insan için kârı hesap edilemez bir kazançtır. Ruhların bunaldığı, evrenin insana yetmez hâle geldiği, kimsenin kendi yükünü bile çekemez olduğu bir zamanda idraklerimizi yeniden En Büyük Olan’a göre ayarlamamız cahiliyeden kurtulup hidayete eren ashabın yakaladığı saadeti yakalamak olacaktır. Bu, İslam’ın üzerinden edebiyat yapmak yerine İslam’ı bizi ıslah etmek için gelmiş bir din olarak yaşamaya dönmek olacaktır.
HABERE YORUM KAT