Daha çok fırın ekmek yemek lazım
Mehmet Ali Birand'ın 'Genlerimizde darbecilik var' itirafı, bazı kesimlerde şöyle bir iyimser hava estirmişti: Belki bu aşamadan sonra başka gazeteciler de ortaya çıkar ve bu acı itirafın gölgesinde cuntacılığa karşı demokratik bir pozisyon alabilir.
En azından gazete ve TV sahipleri ya da orada görev yapan bazı kişiler, bundan sonra darbecilik konusunda daha duyarlı olabilir.
Görünen o ki Türk medyasının o noktaya varması için daha çok fırın ekmek yemesi lazım. Zaten darbecilik genlerine gerçekten işlemişse bu illetten bir çırpıda kurtulmak mümkün değil. Ancak bir kısım adımlar atılmalı ki hem itirafların samimi olduğuna dair kanaatler oluşsun hem de medyamızın demokrasiyi içine sindirebileceğine dair umutlar yeşersin.
Hafta içinde ilginç bir gelişme yaşandı mesela. Bu, bir bakıma bizim medyanın darbecilik konusundaki samimiyet testiydi. Bir zamanlar Erzincan'da savcılık yapan gizli tanık, 'AKP ve Gülen'i bitirme planı' diye bilinen Albay Dursun Çiçek imzalı belgenin hayata nasıl geçirilmek istendiğini en ince teferruatına kadar anlatıyor. O dönemde HSYK yetkilisi kişilerin kendine hangi telkinlerde bulunduğunu, Erzincan'a vardığında hangi askerî yetkililerle bir araya geldiğini, 'tarikat ve cemaat mensubu' olarak fişledikleri kişilere nasıl tuzaklar kurduklarını teferruatıyla anlatıyor.
Mesela gizli tanığın Savcı İlhan Cihaner ile ilgili iddiaları yenilir yutulur cinsten değil. Hakkında bu kadar ağır ithamlar bulunan Cihaner'in CHP'den milletvekili adayı yapılması ne kadar büyük bir talihsizlik! Cihaner hakkındaki suçlamalar tüyler ürpertici. Bir ayağı üst yargıda diğeri darbe planlayıcısı askerlerde olan gizli bir yapıdan bahsediyor gizli tanık Efe. 'Cemaat evlerine silah yerleştirilerek silahlı örgüt oluşturmak' ve insanları 'terör örgütü üyesi' suçlamasıyla yargılamak nasıl korkunç bir suçlamadır! İlhan Bey, gizli tanığın beyanı karşısında kendini (mahkeme huzurunda) aklamak zorunda. O aklama olmadan milletvekili seçilmesi ve o sıfatla dokunulmazlık zırhına bürünmesi hak ve adalet kavramının yerle bir edilmesidir.
Suçlamalar sadece Cihaner ile sınırlı kalsa neyse. Dönemin 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk ve Albay Dursun Çiçek'le ilgili yer ve zaman belirtilerek yapılan itiraflar, bu ülkenin ne kadar karanlık bir dönemden geçtiğini gözler önüne seriyor. Bu iddiaların incelenmesi, ele geçirilen belgelerle çapraz kontrollerinin yapılması gerekiyor. Şu ana kadar kamuoyuna yansıyan belge ve bilgiler ile gizli tanık Efe'nin şahitliği örtüşüyor. Balyoz darbe planına dair dokümanlar, Gölcük Donanma Komutanlığı'nda ele geçirilen belgeler, Eskişehir'de ortaya çıkan deliller hep birbirini destekliyor. Ne var ki, medyanın kadim kısmı bu bilgileri okurlarından ve seyircilerinden gizliyor. Ergenekon gibi, Balyoz gibi önemli davalara gazete birinci sayfalarında verilmemesi, iddianamelere yansımış bilgilerin bile ekranlara yansımaması Alper Görmüş'ün 'Büyük medyada Ergenekon haberciliği' analizini haklı çıkarmıyor mu?
Darbecilik ve cuntacılık deşifre oldukça medyanın bu vahim durumu halkla paylaşması gerekiyor aslında. Normal bir ülkede gazetecilik böyle yapılır. Darbe davaları açılmış, bu konuda çok önemli bilgi ve belgelere ulaşılmış, iddianameler hazırlanmış, o iddianameler üzerine tutuklamalar yapılmış...
Bir ülkenin medyası bunca vahim gelişmeyi örtbas etmez. Tam aksine, meselenin üzerine üzerine gider. Çünkü demokrasinin yaşatılması, temel hak ve özgürlüklerin korunması medyanın varlık nedenlerinden biridir. Medyanın bir bölümü 'gizli tanık Efe'yi görmüyor, o vahim iddialara yer vermiyor... Diyelim ki o korkunç itiraflardan şüphe duyuyor; peki ta baştan beri neden hep aynı duruşu sergileyerek antidemokratik yapılara kol kanat geriyor?
Artık mızrak çuvala sığmıyor. 27 Mayıs 1960 darbesine verilen basın desteği bazı gazetelerle cuntacıları akraba haline getirdi. Türk medyasının genlerine işleyen darbe virüsü, son on yılda gizlenemez hale geldi. 28 Şubat darbesinde kendini tamamen cuntacılara teslim eden medya, bazı gerçeklerin ortaya çıkmasından endişe duyuyor. Menfaat karşılığı darbe şakşakçılığı yapanlardan farkına varmaksızın dolduruşa gelenlere kadar farklı katmanlarda cunta taraftarları bulunmakta. Bu ilişkilerin deşifre olmasından endişe duyanlar barajı olabildiğince öne kurarak kendi hatalarını örtbas etme telaşında. O yüzden bazı somut gelişmeleri bile haber yapmıyorlar. Haber yaparken de işi sulandırmak, hukukî süreci yakından takip edenleri itibarsızlaştırmak istiyorlar. Ancak nafile! Bugün bu ülkede hem kamuoyu hadiseleri yakından takip ediyor hem de alternatif medya grupları darbe soruşturmalarının peşini bırakmıyor, tarihî bir görev yapıyor ve gazetecilik mesleğinin onurunu kurtarıyor.
Kaset konusunda şeref ve haysiyetin katmanları
Kaset tartışmaları her gündeme geldiğinde haklı olarak hep özel hayat çerçevesinde şeref ve onur mevzuu da konuşuluyor. Yalnız olayın hep tek bir yanı gündemde tutuluyor. Oysa onur ve haysiyet konuşulacaksa her katmanı konuşulmalı ki mesele tastamam anlaşılabilsin.
Herkes ağız birliği etmişçesine insanların mahrem hallerinin kaydedilmesine, sonra da fâş edilmesine karşı çıkıyor. Bu güzel. İnsanî olan da İslamî olan da bu! Yani günahları, ayıpları setretmek...
Peki, yapılan o malum iş yüz kızartıcı değil mi? Aldatılan eş, yüzü kızaran çocuklar, insan içine çıkamaz hale gelen yakınlar? Ve tabii ki mahcup duruma düşürülen dürüst dava arkadaşları. Hangi şerefli bir adam, ailesini ve dava arkadaşlarını zor durumda bırakacak uçkur zaafını 'özel hayatım' diyerek arsızca savuşturabilir?
Bir de ortada hiçbir delil, hiçbir somut bilgi bulunmadığı halde nifak şebekesi ağzıyla konuşup ahiret inancı olan insanları suçlayanlar var. Bu da haysiyetten yoksun bir davranış. Çünkü iftira dolu yakıştırmalar konusunda insafsız ve vicdansız yorumlar yapanlar bulunmakta. Eline kömür parçası tutuşturulmuş bir zavallı gibi her önüne gelene kara çalıp gezenler hakikaten onur sahibi iseler gerçeğin peşinde olmalılar; olayın vahametini medyatik suçlamalarla örtbas etmenin değil...
Meydanların söylediği gerçek
Hafta sonunda Başbakan Erdoğan'ın Hatay ve Eskişehir mitinglerini bir grup gazete yöneticisi ile yerinde takip etme imkânı buldum. Hatay'da bunaltıcı bir sıcak vardı; Eskişehir'de ise durmaksızın yağan yağmur. Buna rağmen halk, meydanları tıklım tıklım doldurmuştu. Mitingler öncesi Başbakan'ın önüne her şehir için yapılmış özel anket konuluyor. O somut bilgi eşliğinde yapılan konuşmaların meydanlarda daha bir heyecan oluşturduğu aşikâr. Mesela, Hatay'daki projeleri anlatırken CHP'nin çok güçlü olduğu bir yere yapılacak yatırımdan bahsetti Başbakan. Meydanda bir uğultu kopunca herkesi kucaklayacaklarını, asıl işlerinin hizmet olduğunu söyledi. Görülmeye değer bir tabloydu...
Bu iki yorucu mitingden sonra Başbakan, Fatih Üniversitesi'nin mezuniyet törenine katıldı. Oradaki coşku da görülmeyi hak ediyordu. Veliler de oradaydı. Gencecik çocuklar Başbakan'larının konuşmalarında kendilerini buldu. Anne-babaya 'uf' bile demeden yapılacak saygıyı anlatırken herkesin duygulandığını gördüm. Bir başbakanın ağzına çok yakışan o güzel sözler söylenirken yaşlı bir öğrenci velisinin gözyaşlarına boğulduğunu gördüm, Başbakan'ın basın danışmanı Lütfullah Göktaş'a da gösterdim...
Bu izlenimler sonrası şöyle bir kanaatim oldu: Halkın AK Parti'ye teveccühünün çok sebebi var; o sebepleri çözemeyen, Türkiye'yi anlayamaz. Normalde yan yana gelmesi asla mümkün olmayan onca siyasi partinin 'AKP karşıtlığı' konusunda tam ittifak kurması bile halkın önemli bir kesimini bu partiye sevk ediyor. Tayyip Erdoğan söz konusu olduğunda inanılmaz bir öfkeyle kendi aralarında adeta ittifak kuran (en azından öyle bir görüntü veren) CHP, MHP, BDP ve diğerleri daha makul bir çizgi yakalasalar, belki AK Parti safları bu kadar sıkı kurulamayacak. AK Parti söz konusu olunca ölçüyü bir türlü tutturamayan medyaya duyulan tepki ise işin cabası...
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT