Dağın Ardından Bakmak - 4
Evet Ferhat'ın en başta söylediği 'her zaman' her zaman insanı düşünmek, insana 'sen varsın' demek belki de, çekecek kan perdesini aramızdan. Bu kadar basittir belki de...
Belki de sahiden göründüğü kadar karmaşık değildir. Yeter ki dağ başında ya da kışlada insana sahip çıkalım. Çünkü şiddetin korunu, küllerini bir kenara topladığınızda altından insan çıkıyor. Evet yaralı, evet incinmiş, evet incitmiş, kana bulanmış. Ama insan neticede... Habil ve Kabil'den beri aynı olan hikâye, bir yerde dursun istiyorsak kendi İsmail'imizi doğru seçelim. Sahi 'kimdir bizim İsmail'imiz?' Sahip olduğumuz değerler uğruna adayacağımız nedir? Kendi hayatımız mı? Çocuklarımızın hayatı mı? Bunu binlerce yıl önce İbrahim'in elinden insanı alarak Tanrı gösterdi. Biz neyi bekliyoruz? İnsanımızı kurban olmaktan kurtaracak hangi Tanrısal mucizeyi? Keşke mucizenin insanın kendinde olduğunu anlayabilsek... Keşke kalbin ve vicdanın bahçesinde konuşacak hale gelebilsek. Ve en önemlisi; konuşabilsek... Konuşabilsek ah neleri çözmezdik?
[AZİM] Kürtlere hakları verilmezse Türkiye büyümez
1974 doğumlu Azim, 15 yaşında gittiği İsviçre'de PKK ile tanışmış. "Kürtlüğü bile bilmiyordum. Köyümüzde iki kişi dağda vurulmuştu. 'Ne uğrunda öldüler?' diye soruyordum kendime. Ama cevaplar bende değildi o zamanlar." Cevapları ne zaman ki yurtdışına çıkıyor o zaman buluyor Azim. "Benim annem tek kelime Türkçe bilmez. Çerçiler gelirdi köylere. Kadınlar kırık birkaç kelimeyle dertlerini anlatmaya çalışırlardı. Çerçiler neden anlamıyorlar dilimizi, bilmiyorduk." Azim'in de okuduğu köy okulunda öğretmeni gizli polis uygulaması yapmış. Konuşan olursa yazın getirin diyormuş öğretmenleri. Onun çocukluğunda da devlet korkusu var. "Askerden çok korkardık. Bizi çocukken jandarma ile korkuturlardı." Bunlar üzerine konuşurken bir sosyolojik gözlem olarak; "Dağa giden çocukların hepsini yan yana getir. Hepsinin de ortak yaraları vardır: Korkuyu yenmenin tek yolu, 'dağın arkasına bakmaktır'." Evet, dağın arkasına baktığımızda hep ortak yaralar görüyorduk. Benzer baskılar, benzer korkular, benzer kırılmalar. Ve elbette dağın eklediği benzer travmalar... 'Bu travmalarla dağa çıkanlar orada ne yaşıyor peki?' "Dağda yabanileşiyorsun. İnsanî her şeyden uzaklaşıp ölmek ve öldürmek dışında bir şey düşünemez hale geliyorsun. Duygular kayboluyor. Bir çalının kıpırdadığını görünce ateş ediyorsun, tek amaç hayatta kalmak." diyor Azim... Üstelik bu duygusal değişimin ne kadar çabuk olabildiğini ibret verici rakamlarla anlatıyor. "3 aylık eğitimden sonra her şeyden uzaklaştım. Bambaşka bir insandım artık." Ve söylediklerini şu sözlerle sürdürüyor: "Bir tavuk kesilince kandan korkanın belinde silah var artık." "Dağda verilen siyasî eğitimin temelinde 'yeni bireyler yaratmak' var." diyor Azim. Apo'nun, "Türkiye'den gelenlerin içinden Kemalizm'i, Avrupa'dan gelenlerin içinden Avrupa'yı kazıyıp atmak lazım." demesini örnek veriyor. Sadece dağda değil, İsviçre'de de siyasî eğitim görmüş. 15 günlük bir eğitimden sonra 'isterseniz evinize dönün' demişler; ama hiç kimse dönmek istememiş. Sahte bir pasaportla 88 yılında Bekaa'ya gönderilmiş. "Avrupa'daki eğitimin nihaî amacı dağdı. Siyasî eğitimin yanında dağdakilerin hayatını anlatan kasetler izliyorduk. Örgüt üyesi olmak bir tür kahramanlıktı. Yoksa Kürdistan'ın bağımsızlığı değildi çekici olan."
O yıllarda coşkuyla tekrarladıkları, 'Bu halk için insan neler yapmaz ki?' sözünü hatırlatıp "Bir propagandaydı. Biz halkı bilmiyorduk. Bizim köylüler miydi halk?" diye soruyor Azim. Belki de her şeyi sorgulamaya başladıkları bir dönemin izleri var bu söylediklerinde. Öcalan'ın yakalanışını çok ağır yaşadıklarını söylüyor. Ardından moral bozukluğu bir çeşit teselliye dönüşmüş. "Devrim liderleri yakalanırsa örgütleri dağılır. Ama sadece 6 ay ömür biçilen PKK dağılmadı." diyor. Hangi hedefle dağa çıktıklarını soruyorum, "Neydi nihaî amaç sizin için?" Son 30 yılın özeti olabilecek bir itirafla başlıyor anlatmaya; "Hiçbir zaman 'Türk ordusunu bitireceğiz' demedik. Şuna inanıyorduk; yıpratacağız. Kürtler hak sahibi olmadıkça bu devlet büyümeyecek! Devleti, asker öldürerek yıkamayız. Onlar da Kürtleri öldürerek bitiremezler." Üstelik bu inanış PKK'nın gücünün doruğunda olduğu 90'lı yıllarda bile değişmemiş. "O dönemde" diyor, "Tüm dağlar elimizdeydi. Devlet gündüz helikopterle gelir, sonra çekip giderdi. Merkezî karakollar vardı. Bizden 10-15 kişi mevzilenilirdi. O dönemde 100-120 kişi mevzileniyordu. PKK içinde çeteleşme o dönemde başladı. Çiller dönemiydi, 91-92 senesi." Yakalandıktan sonra sorguda konuştuğu bir subayın söylediklerini hiç unutmadığını söylüyor. "Bize karşı şartlanmışsınız. 'Sizi öldürecekler, ölmemek için öldürün' eğitimi almışsınız." diyor Azim'e.
Ölümden söz ederken çok tanıdığı bir şeyden bahseder gibi konuşuyor. Yanında karnından kurşun yiyip, kan kusup yüzüstü düşen arkadaşları olmuş. Ayağı kesilenler olmuş. "Duygulardan yalıtılıyorsun. Biz çatışmaya, bize verilen krokiyle halay çekerek gidiyorduk." Halay çekerek gittiği çatışmalarda yaşadıkları, elbette onda derin izler bırakmıştı; ama nedense o etkiden kurtulmuş gibiydi. "Bir kurşun sesi, bir barut kokusu bile seni insanlığından çıkarabiliyor. Silah sesinden, barut kokusundan deliren arkadaşlar oldu. Sabahtan akşama aklındaki tek şey; devlet seni görüyor mu? Nerede kıstırma ihtimali var, onu kolluyorsun. Hayatta kalmak için zarar vermek zorundasın." Ve çatışmaların ortasında kaldığı zamanlardan en fazla aklında kalan sahneyi şöyle anlatıyor: "13 arkadaşım vuruldu. Cesetlerini gördüm. 'Neden arkadaşlarımı götürüp gömmüyorum?' diye suçlu hissediyorsun kendini. Devlet ölü sayısını bilmesin diye arkadaşını taşıyıp götürmek zorundasın. Eğer bunu yapmıyorsan silahsızlandırılırsın. Rütben düşer." Ve Azim, kan donduran şu hikâyeyi anlatıyor: "Kasatura ile geçici gömdüğümüz arkadaşlar vardı. Çatışma bitince geliyoruz ki, hayvanlar cesetleri parçalamış, sadece kemik bırakmış. Kemiklerini toplayıp götürdüğümüz arkadaşlar oldu." Tabii yaralanan arkadaşları da olmuş Azim'in: "Yaralı arkadaşına bağlanırsan sen de gidersin. O nedenle bir çalının arkasında yaralı beklerken ölen arkadaşlarım da oldu." Ölmenin dahi kurallara, ilkelere bağlandığı o iklimde, Azim'e şu öğretilmiş: "Kendi hatanla vurulmayacaksın!" "Sağlık ocağından bayrağı indirmek için tırmanan ve ölen birinin ölümü anlamsızdı." diyor. Azim'e ölümün anlamlısı, anlamsızı nasıl olur diye sormak yersizdi. Azim, dağdakilerin hareket kabiliyetini destekleyen 'ştuk'u anlatıyor. Siyah kumaştan 20-25 metre bellerine sardıkları bir kuşak. "Dağdakilerin bel kısmı ince olur. Biraz da onu desteklemek için sarılırdı ştuk." diyor. Onun bir ucunu ağaca bağlar döne döne bellerine sararlarmış. Sonra ağaç yasaklanmış. Çünkü ondan kaynaklanan ölümler oluyormuş. Baskın yediklerinde kaçmaları gerekiyor; ama kaçamıyorlar ağaca bağlandıkları için. O dönemde asker dışında KDP ve KYB ile de şiddetli çatışmalar olmuş. 'Ülkede çatışma tecrübesi olan bazı gruplar' Kuzey Irak'a kaydırılmış. Azim de 150 kişilik bir grupla gitmiş. Zaho'da Talabani'ye yakın adamların evlerinde Öcalan fotoğrafları görmek şaşırtmış Azim'i. "KYB, PKK ile savaşıyor, evlerde Öcalan resimleri var, anlam veremiyorduk." diyor.
Örgüt içi infaz emri
Azim'in dağda geçirdiği yıllarda aldığı en önemli görev, örgüt içi bir hesaplaşmayla ilgili... "Sarı Baran'ı vurmak için talimat almıştım. Sivil kıyafetle yola çıktık. O dönemde PKK, Habur Sınır Kapısı'nda yolu kestiği için halk tepkiliydi. Tepkileri önlemek için broşür bastık. Broşürleri almaya gidiyorduk ki, pusuya düştük. KDP'lilerin Saddam'dan öğrendikleri bazı işkence türleri vardı. O işkenceleri uyguladılar bize." diyor. Yakalandıktan sonra KDP, Türk timlerine teslim etmiş Azim'i. Yaşananları şöyle anlatıyor: "KDP, bizim için Türk timleriyle pazarlık yapıyormuş. Türk timinden biri yanımdaki bayan arkadaşın saçlarından tuttu, kod adını söyleyerek 'konuş' dedi. 'TC'nin elindesiniz'. Önce inanmadık. Ayakkabılarına bakınca ikna olduk. Timin, sorguladıklarını helikopterden attığını duymuştuk. Helikoptere bindirildik. Kapılar açık olduğu için 'aşağı atacaklar' diye düşündük. Sonra aşağı indirip tugaya götürdüler. 1 hafta sonra rütbeli biri geldi. Babacan bir tavırla, 'Gençsiniz, yazık. Yemeğinizi yiyin.' dedi. 'Kürdistan diye bir şey varmış, kim size bunu söyledi?' diye sordu. İşkence gördük. Sonra Diyarbakır DGM'ye gönderildim." Durumu netleşince babası ve bir arkadaşı kendisini görmeye gelmiş. Sağ olduğu için kurban keseceğini söylemiş. "Çocuğum ölmeseydi de 20 yıl yatsaydı, diyen aileler tanıyorum." diyor. 11 yıl cezaevinde kalmış. "Cezaevi, insanı törpülüyor. Çocuksu, duygusallaşıyorsun. Ben gözyaşı nedir bilmezdim. Yıllar sonra gözlerimiz doluyordu. Pençeleri çekilmiş aslanlar gibiydik. Kürtler bu kafayla Kürdistan'ı kursalar kendileri batırır!"
[ASPARA] Aileniz politikse ya delirir ya da dağa çıkarsınız
Aspara, 1981 Bingöl doğumlu. Babası, Diyarbakır Cezaevi'nde PKK kurucularından Hayri Durmuş ve Haki Karer'le aynı dönemde ağır işkenceye maruz kalmış. "Babam ona işkence yapan devlete askerlik yapmak istemiyordu." diyor. 93'te İstanbul'a göç etmek zorunda kalmışlar. "Eğer aileniz politikse siz de politik olmak zorundasınız. Öyleyse seçenekler ya delirmek ya da dağa çıkmaktır. Ben dağı seçtim." diyor; dağa çıkma nedenini anlatırken. İstanbul'a taşındıkları dönemde zihnini, konuştuğu farklı dil kurcalamaya başlıyor. Yıllar önce dağa çıkan amcasını düşünmüş. Kandil'deyken hemen her gün amcasını göreceği umuduyla yaşamış. 15 yıl sonra görüyor. "Tanımakta o kadar zorlandım ki. Sadece gözlerini seçebildim. Yüzü başkaydı. Sonra amcam partiden ayrıldı. PKK'nın Irak'taki oluşumunu kabullenemedi." Aspara, 16 yaşında Van üzerinden İran sınırındaki kamplara yürürken, "Kimliğime yürüyordum sanki. Yarım bırakılmış, sakatlanmıştım ve o yürüyüşte tamamlanacaktım sanki." diyor. Onu çocuklukta en fazla etkileyen bir hatırasını soruyorum. "Kandil'de" diyor. "Her zaman zihninin bir köşesinde bir görüntü vardı. Yaz, babaannem, annem köydeyiz. Ben 5 yaşındayım. Köyü askerler bastı. PKK'lıların saklandığı dağa çıkacaklar. Köyde kalan askerlerden biri bana uzaktan gülümsedi. O kadar güzel gülmüştü ki, çocuk halimle karşılık verdim. Ben de ona güldüm. Gelip beni kucağına aldı, sevdi. Hoşuma gitmişti. Büyüdüğümde onlara karşı savaşmak için dağa çıktım. Kandil'de o gülüşü çok hatırladım. İçimden ona 'bana gülüyorsun; ama sonra ailemi öldürüyorsun' diyordum. Keşke gülebilseymiş. Sorun elbette o asker değildi. Benim derdim o askerin arkasındaki güçleydi." Aspara, "Bir örgüt üyesi ile bir askerin birbirine gülmesinin fotoğrafı olmalı. İhtiyacımız olan şey bu. Dağda olup da o gülüşü hatırlamak çok buruktu. Ne o asker, gülüşünü gösterebilecek güçteydi artık ne de ben onu görebilecek güçte. İkimiz de sakatlanmıştık sanki. Çünkü bir saflaşma var. Biz birbirimizin elini tutacak bir mekân yaratamadık. Birbirimizi tamir edeceğimiz alanlar kuramadık."
Dağdakilerin hepsi gelmek ister Türkiye'ye
Ya kaygıları Aspara'nın? "Bu insanların kalbinden öfkeyi nasıl söküp atacağız çok merak ediyorum?" diyor. Ona göre, "İnsanlar birbirlerini kabul ederek, hikâyelerini dinleyerek yaşamak istiyorlar." Araya giren kanı soruyorum. Kanın hangi köprüleri geri dönüşü olmayacak biçimde aramızdan alıp götürdüğünü? "Bir insan ölüme karşı istekli olabilir mi? İnsan ölümü nasıl isteyebilir? Belki her insan içinde öldürmek duygusuyla çıkmadı dağa; ama bu koşullar yaratıldı. Biri sana tokat atarsa öylece durmazsın. Kimliğini parçalarsa, olduğun gibi yaşamaya devam edemezsin. Bana kalırsa silaha başvurmadan, konuşarak çözmek gerekiyordu sorunlarımızı. İnsanlar eğer savaşabiliyorlarsa bu koşullar yaratılmıştır." diyor.
Onu bu kadar umutlu yapan belki de dağı iyi tanıyor olması. Aspara, içerden ve müdanasız konuşuyor. "Dağdakilerin hepsi gelmek ister Türkiye'ye. Ama hangi koşullarda? Dilini konuşabildiği, şarkılarını söyleyebildiği, kendini ifade edebildiği bir ülkeye dönmek isterler. Terk ettiğimiz yerlere döndüğümüzde ölüm görmek istemiyoruz. Ölümün olmadığını hissederek dönmek istiyoruz." Evet, Aspara da, ölümün, öldürülme korkusunun olmadığı bir hayata dönmek istiyor. Baskının, acıların olmadığı bir ülkeye dönmek... O, arkasına baktığı zaman bir ülke, bir toprak gibi algıladığı annesinin kendini daha güçlü hissettiği, eziklik duymadığı bir ülkede yaşamak istiyor. Şunu soruyor Aspara; "Bu savaş isteyenlerin, barış istemeyenlerin bir annesi yok mu? Barıştan yana olmayanların anneyi sevmediğini düşünüyorum." Aspara'ya, "Bir dönem sen de eline silah aldın, alabildin." diyorum: "Elime silah almış olabilirim; ama ben ölüme bile kıyamam." Babasının onu görmek için gittiği Kandil'de ona hayal kırıklığı yaşatmamak için iç çelişkilerini yansıtmamaya çalışıyor. "Örgütte dağılmalar vardı. Babam o ortamı hissetsin istemiyordum. Hayal kırıklığımı yansıtmak istemiyordum. Özgürlüğü gerçekleştirmek için bazı şeyleri tanrılaştırmaya gerek yoktu. Özgürlüğün kendisi tanrısaldı çünkü." Ve son olarak fotoğrafını çekip çekemeyeceğimizi soruyorum ona. Bana gülümsemeyle, "Hayır, hiç korkmuyorum. Fotoğrafımı gösterin. Yüzümü gösterin. Ülkemi o kadar seviyorum ki, orada yaşayan herkes yüzümü görsün istiyorum. Bakın yüzüme."
Zaman Gazetesi
YAZIYA YORUM KAT