‘Cumhuriyet’in ve Cumhuriyet’in belgeseli
Geçtiğimiz perşembe (24 şubat) TRT Haber’de Cumhuriyet gazetesinin editoryal tarihini anlatan Siyah-Beyaz adlı belgeselin “Vazo kırılıyor” başlıklı dördüncü bölümünü izledik. Dizi, bir yanıyla, Türkiye’deki laik-modern-Kemalist kişilerin, kurumların, partilerin son 20-25 yılda irtica korkusu ve toplumsal-siyasi iktidar kaybı duygusuyla nasıl bir savrulma yaşadıklarını; bu korkuyla kendilerini nasıl bir umutsuzluk içine hapsedip çıkmaz yollara saptıklarını anlamak bakımından esaslı bir imkân sunuyor. Diyeceksiniz ki, bir gazetenin macerasından böyle bir genel sonuç nasıl çıkar? Çıkar, çünkü Cumhuriyet sadece bir gazete değil... O, sembolik anlamı ve önemiyle bütün bu kişileri, partileri ve kurumları temsil edebilen bir fenomen!
Dizi, beni en çok bu yanıyla ilgilendirdi, fakat hiç şüphesiz bambaşka boyutları da var. Mesela sırf TRT’nin kimi “heyecanlı”, manipülatif haber programlarıyla karşılaştırmak ve devlet televizyonunda sakin bir politik belgesel izlemenin mutluluğunu tatmak için dahi televizyon karşısına geçilebilir.
12 Mart dersleri 28 Şubat’ta tedrisattan kaldırıldı
Çok uzun yıllardır şu sorunun cevabını arıyorum: “Mürteci”lerin iktidarını yasa ve meşruiyet dışı yöntemlerle engelleme yolundaki bütün girişimler her zaman ters teptiği ve amaçlananın tam tersi sonuçlar ürettiği halde, Türkiye’nin “modern”leri nasıl oluyor da bir daha, bir daha aynı yola başvuruyorlar? Belli ki burada bir çaresizlik var. Peki, bu çaresizlik nereden kaynaklanıyor?
Soruya hiç değilse kendimi tatmin edecek bir cevap bulamadım, fakat bu takipte bana önemli gelen bir noktayı yakaladığımı düşünüyorum, o da şu: Türkiye’nin “laik-modern-kentli” kesimlerini temsil eden bazı güçlü kurumlar zaman zaman bu deli gömleğini yırtıp atmak için harekete geçiyorlar, fakat bu süreç bir türlü tamamına eremiyor... Ve bu kurumlar yeniden toplumu o “altın çağ”a (1950’deki “karşı-devrim” öncesine) götürecek “zinde” güçleri yardıma çağırmaya başlıyorlar...
Bu gitmeli-gelmeli süreci en iyi izleyebileceğimiz kurumlardan biri de hiç kuşkusuz Cumhuriyet gazetesi...
Gazete, 27 Mayıs’a ön gelen yıllarda açık bir müdahalecilik yanlısıydı, 1960’ların ortalarından itibaren ise bizzat kendisi bu müdahalenin bir parçası haline geldi. Çünkü gazetenin önde gelenlerinin bir bölümü, bir ayağı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içinde olan cuntanın da içinde yer alıyordu. Cuntanın siyasi amacı, “cici demokrasi”ye son verip “asker-sivil aydın zümre”nin iktidarını kurmaktı.
Dizinin ilerleyen bölümlerinde yer alacak mı bilmiyorum; hatırlayacaksınız, İkinci Ergenekon İddianamesi’nde yer alan Mustafa Balbay günlüklerinde, İlhan Selçuk’la Şener Eruygur’un 16 Ocak 2004’te gerçekleştirdikleri yüz yüze konuşmanın notları vardı. O görüşmede Selçuk, ordu içindeki muhtemel bölünmeye işaretle şöyle diyordu:
“Ben çok şey yaşadım. 9-11 yaşadık. Yani öyle bir şey olmasın isterim. Bir kez daha biz yenilen tarafta olursak, hiç istemiyorum. Bundan korkuyorum.”
İlhan Selçuk’un 9-11 dediği, 9-11 Mart 1971... O iki günde cunta yönetime fiilen el koyma noktasına gelmiş, fakat son anda iki kuvvet komutanının cuntadan çekilmesiyle “devrim” âkim kalmış, cuntacılar iktidar salonlarına yerleşmek yerine işkencehanelere gönderilmişti.
Bu olağanüstü tecrübe, Cumhuriyet gazetesinde çok ciddi bir değişikliğe yol açtı. Hasan Cemal’in Biz Cumhuriyet’i çok sevmiştik adlı kitabında anlattığı gibi, 1970’lerde başta İlhan Selçuk olmak üzere Cumhuriyet’çiler “meşruiyetçi” bir çizgiyi benimsediler.
12 Eylül sonrası: Gazete gibi gazete
12 Eylül 1980’den sonra ise Cumhuriyet’in, Türk basınında evrensel demokrasinin ve hukukun amaçlarına en yakın gazete olarak öne çıktığını görüyoruz. Ümit Kıvanç, dizide Cumhuriyet’in o yıllarını anlatırken, “12 Eylül dönemi Cumhuriyet gazetesi hakikaten bence herkesçe bilinmesi gereken çok güzel ve haysiyetli bir gazetecilik örneğidir” diyordu haklı olarak.
1981’de Hasan Cemal’in yayın yönetmenliğiyle başlayan bu süreç “Vazo”nun kırıldığı 1992’ye kadar sürdü. Vazo kırılmıştı, çünkü sürecin son yıllarında Hasan Cemal ve arkadaşları gazetenin yüzünü tamamıyla topluma çevirtecek yeni bir atılım içine girmiş; bu da, aradan geçen zaman içinde “devletçi-müdahaleci” eski çizgisine yeniden dönmüş olan eski ekibin “buraya kadar” demesine yol açmıştı.
Cumhuriyet artık bambaşka bir gazete haline gelmişti. Umur Talu, bu dönüşümü şöyle anlatıyordu dizide:
“Türkiye’de daha geniş bir kitleye ciddi bir gazetecilik manasında hitap edebilecekken dar, önyargılı, kendine göre sansürler uygulayan, özgürlükten çok Türkiye’nin temel kırmızı çizgilerine saplanmış, resmî rejim ya da devlet gazetesine dönüşmesini getirdi...”
Hikâyenin sonrası daha feci... 1994’te Refah Partisi’nin oyları yüzde 25’i bulup da iki büyük kentin belediye başkanlıkları bu parti tarafından doldurulunca, memleketle birlikte Cumhuriyet’in de çivisi çıktı... Oradan “Tehlikenin farkında mısınız” günlerine geçmek de zor olmadı.
Sonra, yukarıda da dediğim gibi aynı şeyler tekrar ve tekrar yaşandı: Zinde güçler yardıma çağrıldı, fakat her defasında sandıktan “sen misin benim irademi çiğneyen” feryadı yükseldi ve amaçlananın tam tersi sonuçlarla karşılaştık... Ne var ki, ne Cumhuriyet becerebildi bu deli gömleğinden soyunmayı ne de başka bir parti ya da kurum...
Şimdi Cumhuriyet gazetesini bir kenara koyalım ve “niye böyle oluyor”a biraz daha yakından bakalım...
Abartılmış maneviyatın kofluğu
Yukarıda da dediğim gibi: Bilimsellik, pozitivizm ve rasyonellikle münezzeh olduklarını her fırsatta tekrarlayan birilerinin bu sebep-sonuç ilişkisini nasıl olup da fark edemediklerinin; her defasında neden “duygusal” davrandıklarının cevabını ben bulamadım. Kendimi bile tatmin etmeyen birkaç argümanım var yine de; yazının kalan bölümünde size onlardan söz etmek istiyorum...
Birini biliyorsunuz, daha önce birkaç kez yazdım: Türkiye’nin “laik-modern-kentli” kesimleri, yaşadıkları iktidar kaybı nedeniyle “irticacı” dedikleri toplumsal kesimleri ve onların siyasi temsilcilerini “düşman” olarak algılıyorlar. Bu, onlara sakince düşünme yeteneğini kaybettiriyor ve içine girdikleri panik duygusuyla ve “belki bu defa farklı olur” öforisiyle her defasında “düşman”ı tepeleyecek birilerini imdada çağırıyorlar.
İkinci argümanımı “abartılmış maneviyatın kofluğu” diye tanımlayabilirim...
Hepimiz biliriz; geçmiş, manevi bir güçtür... Fakat bunu abartırsanız, evet, hitap etmek istediğiniz insanları, bir kült haline getirdiğiniz geçmişin maneviyatı çevresinde biraraya getirebilirsiniz, fakat oraya saplanıp kalmış insanları bir daha oradan çekip çıkarmanız hiç kolay olmaz. Siz, arada bir zuhur eden “gerçeklerle mecburi yüzleşme anları”nda üzerinizdeki deli gömleğini çıkarıp atma yönünde bir irade geliştirebilirsiniz, fakat bu yöndeki bütün çabalarınız, boğazına kadar geçmişin kof maneviyatına batmış kalabalıkların direncine çarpar. Şansınızı biraz daha zorlarsanız “dönek, hain” damgasını yer, olduğunuz yere geri dönmek zorunda kalırsınız.
Çok taze bir örnek istiyorsanız, Cumhuriyet Halk Partisi’nde (CHP) Kılıçdaroğlu’nun baştan bu yana parti tabanına verdiği mesajlardaki farklılaşmaya bakabilirsiniz...
Kılıçdaroğlu, pragmatist bir siyasetçi olarak, o deli gömleği sırtındayken hiçbir seçimi kazanamayacağını anlamıştı... Nitekim gelir gelmez de ondan kurtulmak istediğini imâ eden laflar etmeye başladı. Sonrasını biliyorsunuz, bu sözlerin tamamı, kendisini “maneviyatına” küfredilmiş gibi hisseden tabandaki sert kayaya çarptı ve geri tepti.
Bu işler biraz “rüzgâr eken fırtına biçer” işleri... Ben bunu, “önce delirttiler, şimdi deli deli olmayın diyorlar” diye anlatıyorum...
Cumhuriyet gazetesi de CHP gibi... Bu gazete öyle bir okur kitlesi yarattı ki, oradan geriye dönmesi imkânsız artık. Böyle bir durumda okur protestosunun sloganı belli: “Cumhuriyet okumuyorum, çünkü Cumhuriyet okuruyum...” (1992’de İlhan Selçuk ekibi, Hasan Cemal yönetimine karşı okurları gazete almama boykotuna çağırdıklarında, bu güçlü slogana başvurmuşlardı.)
Şakası yok valla, 50-60 binlik satış üç günde 5-10 bine düşüverir. Hele ki şimdi ciddi bir rakip varken: Sözcü...
[email protected]
TARAF
YAZIYA YORUM KAT