Cumartesi Gelecektim Anne!
Annemin ölümü; âlemin ölümü…
“Annem tedaviye cevap verir diyordum.” yola çıkarken. “Her zamanki gibi, diyabeti yükseldiğinde ambulansla hastaneye kaldırılış rutinlerinden birisidir bu…” Hastaneye yetişir yetişmez, elini tutarım, yüzüne yüz sürerim, sonra sen gözünü açarsın, “Nehir geldin mi kızım!” diye sorarsın inilti bir sesle… Sonra yıllardır bu dünyanın iyisini kötüsünü, görmeyen âmâ gözlerine elimi sürerim, “Geciktim beni affet!” diye boynuna sarılım diye umut ediyordum. Bilirsin yoğun bakım ünitelerini sevmem öğrenciliğimden beri… Beni görünce, sesimi işitince dayanamaz gözünü açar, elimi tutar, yoğun bakımdan çıkarsın sanıyordum…
Ah ne yazık! Bu kez çıkamadın anne… Bilsen ne kadar üzgünüm. Yoğun bakım doktoruna rica minnet seni görmek istediğimi söylediğimde, bir monitörü göstererek, “ İşte“ dedi, “Anneni ancak buradan görebilirsin.” Elini tutamadan, “Ben geldim!” diyemeden mi yani! Buz gibi ekrana mıhlanıp kaldım. Sen ise derin bir uykuda gibiydin, başın hafif yana düşmüş, geldiğimden habersiz, kavuşmamızdan umudunu kesmiş, sanki pes etmiş bir haleti ruhiye içinde… Ah anneciğim bu izlediğim en acıklı film…
Halbuki bu cumartesi gelecektim… Mayısta demiştim ya, 1 Mayıs’tan beri yolumuzu gözlüyordun ya hani... Ama bir türlü bitmiyordu işlerim. Yarım kalmış dosyalarım, yazılarım, bir yerlere gidip gelme telaşlarım, ev, çocuklar… Bir türlü azalmıyordu hayatın gailesi… Yine de mayıs çıkmadan son gününde de olsa “Anneme gideceğim, sözümü tutacağım.” diyordum. Kız kardeşimle planlamıştık. Edremit’te buluşup, habersizce çıkıp gelecektik yanına. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi zile basmadan bahçeden dolaşacak, evimize balkondan girerek “Biz geldik anne!” neşesiyle sana sürpriz yapacaktık. Sonra sen bize kızacak, bir türlü büyüyememiş kızlarına “Sizi deliler!” diyerek çıkışacak, sonra geç gelişlerimize tafralanacak ve dayanamayıp o anın mutluluğuyla yelkenleri suya indirecektin. Heyhat! Tatlı bir düşmüş! Bütün planlar, düşler, umutlar, bekleyişler, vuslat… Rabbimizin tecellisine yenik düşebilirmiş. Gelmemize dört gün kala başında ecel rüzgârları esmiş de meğer bizi avutan beyhudeliğimizmiş.
Şimdi yoksun… Şimdi kalplerimiz senden yoksun… Sanki ille de gelişimizi görmek için doktorun “Sabaha çıkmaz!” demesine rağmen, hastaneye adım atmamızı beklemişsin. Kardeşim ve ben, yakından bir kerecik görebilmek için koridorda yanıp tutuşurken, sedyede tomografi çekilme bahanesiyle önümüzden geçirirlerken seni, peşinden koşuyoruz… Görevlilerin ikazına rağmen, elini tutabilmek, yüzüne dokunabilmek için sedyeyle yarışıyoruz. Yaşadığın müddetçe peşinden koşmayan evlatların olarak, şimdi mahçubuz, yanıp kavruluyoruz. Sen ise sakarettesin… Asırlık acılarınla baş başa… Fakat her zamanki gibi onurlu ve mahzun!
İşte o kadarcık görüşümüz. Tomografi dönüşü, aynı koridorda seni yoğun bakıma yetiştirmeye çalışırken birden telaşlandı görevliler… “Ne oldu?” diye sorduğumda, “Solunumu durdu!” diyen derinden bir ses! Gözümüzün önünde, yatağına dönemeden, sanki “ Alın işte, bu kadar gösterebildim kendimi!” dercesine gözlerini hayata yumdun! Bir hastane koridorunda, çaresizliğin diz boyu olduğu saniyelerde elimizden bir su gibi akıp gittin… Ah Anneciğim!
Her ölümde böylesine ibretler saklı mıdır? Bu kadar anlamlı mıdır her veda? Bizi yoğun bakıma almadılar diye ancak koridorda mı gösterebildin yüzünü? Sabaha çıkmaz diyen doktorlara inat gelişimizi mi bekledin yoksa? Oysa ben tıpkı filmlerdeki gibi son nefesinde havsalan açık, elimden su içerken, bizi avutacak birkaç teselli cümlesi duymak isterdim senin dilinden. Ne yazık ki ne bir ses ne bir soluk… Sadece hiçlik! Devasa bir sessizlik. “Alan alsın dersini, benden bu kadar!” diyen acuze bir kimsesizlik.
Bilsen ne kadar üzgünüm. Şu an huzur içinde uyuyorsun inanıyorum. Allah biliyor ya, hasretin yüreğimi kor gibi yaksa da ölümünü kurtuluşun olarak görüyorum. Yetmiş yıllık ömründe acının, çilenin, dramın hasını yaşamış biri olarak, ızdırabının son bulmasıyla avunuyorum. Nasıl senin adına sevinmeyeyim ki… Sen kırılıp, incitilen, layık olduğu değeri görmeyen anneliğinle, bizim hayatlarımızda hep bir sis perdesinin ardında gibiydin. Annelerini babalarını hayatlarında bir yük olarak gören çağımız evlatlarından her türlü darbeyi yemiş bir anneydin. Ah o, parçalanmış hayatlarımızın, birbirini anlamayan evlatlarının ortasında, daima şefkatli duruşun ve dokunuşlarınla onaramadığın yaralarımıza merhem olmak isteyişlerin…
Biliyor musun? Ömrün boyunca uğurlarına gözyaşı döktüğün, yolunu gözlediğin, oğullarım diye sayıklayıp durduğun ama bayramlarda bile kapını açmayan, ölüm anında bile hastanede bulunmayan iki oğlun siyah takımları ve siyah camlı gözlükleriyle cenazene teşrif buyurdular. Cenaze namazını kılarken, tabutunu omuzlarken hem de en ön saftaydılar. Kabre de onların ellerinde indirildi cesedin. Ah anneciğim, ikisini de kabrinin üstüne toprak atarlarken görmeliydin. Annelerine bu güne kadar hiç yapmadıkları evlatlık görevini pek azimli yerine getirdiler. Seni gömerken hiç olmayan vicdanlarını da örtmek istiyor gibiydiler.
Şimdi hangi ızdırabı kaldırsın bu yürek… Sen ömrünün son on beş yılını, görmeyen gözlerinle, kırk çeşit hastalığınla kimseye muhtaç olmadan, Kur’an, namaz ve dua üçgeninde kendini berkiterek geçirdin. Cennet bahçelerinde konaklamayı hak ettin anneciğim… Peki şimdi biz ne yapalım? Senin acılarına uzaktan uzağa ses veren kızın olarak kendimi bu dünyaya nasıl sığdırayım? Özlemimi nasıl bastırayım? Dünya gözüyle seni ve kendimi son kez avutamadığıma nasıl dayanayım? Son telefon konuşmamızı bile bir yerlere yetişme telaşında geçiştirdiğime mi, seyahatten döndüğümde, beni arayamayıp “Şimdi o yorgundur.” diyerek kardeşimi arayıp ondan haber alışına mı? Sesini son kez duyamayışıma mı? Komaya girmeden önce önünden kalan birkaç meyvenin evimizdeki sehpada duruşuna mı? Oturduğun yerde kalan tespihine mi? Hastanede elimize tutuşturulan giysilerine mi? Ölüm kâğıdına mı? Monitördeki bedbin görünüşüne mi? İki çam fidanının gölgeliğinde yer bulan kabrine mi? “Mayıs çıkıp gitti gelemedin!” diyen serzenişine mi, koskoca evde bir başına kalan babamın kimsesizliğine mi? Söyle nasıl avutayım kendimi anne?
Şimdi uzaktan uzağa da olsa kim kontrol edecek beni… Kim yol gösterecek? Kim hâlâ küçük çocuk muamelesi yapacak? Bir yolculuğa çıkarken, “Yanına pijamanı, diş fırçanı, hırkanı aldın mı?” diye kim tembihleyecek? Sabah kahvaltılarını atlıyorsun, bir şey yemiyorsun, kendine bakmıyorsun diye kim uyaracak? Evimize gelirken kim sevdiğimiz yemekleri yapacak? Kim her gece aynı saatlerde telefonumu çaldıracak? “Çok işin varsa uzatmayayım!” diyen o mahçup ve kırılgan ses nereye kayboldu anne?
Ah yeni bir kitabım çıktığında “Benim hayatımı ne zaman yazacaksın?” diye o soruşların, bu veda yazısında mı son buldu! Biliyor musun anne? Yaş kaç olursa olsun, öksüz kalmak çok tarifsiz bir duygu!
En sevdiklerinin bile eline kalmak istemezdin. Ne büyük dua! İçten duaların kabulüne bir kez daha şahit kıldın bizi. Bir Mayıs Salı’sında, elimizden bir yudum su içmeden Rabbe döndün yüzünü. Şimdi en emin yerde, merhametlilerin en Merhametlisinin yanında huzur buldu ruhun… Dünya ve dünya hayatı, evler, evlatlar, hastalıklar, yalnızlık ve ızdırap… Hepsi ne kadar geçiciymiş anlamış oldun!..
Eminim ki ses verebilseydin bize gittiğin yerden, bütün kırgınlıklarını onarmış yüreğinle, “Ben iyiyim, siz kendinize bakın!” demek isterdin. “Size taş atana gül yağdırın!” diyen sesin hâlâ kulaklarımda. Biz de bir gün geleceğiz yanına anne. N’olur bizimle buluşmayı iste. Haylazlıklarımızı, hoyratlıklarımızı unut! Lütfen bağışla! Biliyorum bizim için her daim duada kıpırdayan dudakların artık sustu. Ama annelerin yüreği susmaz. Onlar hep annedir her iki cihanda da…
Dilerim ki Rabbe döndüğümüz gün Rabbim bizi buluştursun. Ölümün en muhteşem yüzü; ahiret en görkemli yüzüyle buluşma noktamız olsun. Hani hep derdin ya bana hakkınızı helal edin diye… Biliyorum ki en küçük bir hakkımız yok üzerinde… Seni şimdiden çok özledim… Sen bize hakkını helal et anne!..
YAZIYA YORUM KAT