Çözüm Sürecinin Başarısı, Sistemi Kökünden Sarsacaktır
Birinci Dünya Savaşı sonrası dağılan Osmanlı Devleti’nin mirası, galipler tarafından yağma edilirken Türk, Kürt, Laz, Çerkez bu topraklarda yaşayan bütün Müslüman halk topyekûn bir mücadeleye girişmişlerdi. Bu süreçte halkın da, Milli Mücadeleye öncülük eden kadronun büyük çoğunluğunun da yegane amacı işgali sona erdirmek, esaret altındaki payitahtı ve halifeyi bu durumdan kurtarmak olduğu için yola çıkarken bir rejim değişikliği yapmayı hiçbir şekilde düşünmemişlerdir. Aralarında Mustafa Kemal gibi farklı düşünen ve fırsat doğarsa tümüyle bir kıble değişikliği yapmayı hayal edenler olsa da, o aşamada bunu açıkça söyleyebilecek durumda değillerdir.
1921 yılının Haziran’ından 1922 yılının Temmuz’una kadarki çatışmasız geçen bir yıllık süre sadece savaş hazırlıklarının sürdürüldüğü, silah ve cephane tedarikinin yapıldığı bir dönem olmayıp, yoğun görüşmelerin ve sıkı pazarlıkların da yapıldığı dönemdir. Sakarya’ya kadar gelebilen Yunan, oraya kadar salt kendi gücüyle gelmediği gibi arkasına bile bakmadan kaçmasının nedeni de sadece bizim savaşçı gücümüz değildi. O noktaya kadar sırtını tıpışlayanların artık başka hesaplar içine girdikleri için desteklerini çekmiş olmalarındandı.
Millet bundan sonra sıranın esaret altındaki halife-padişahın kurtarılmasına geldiğini düşünürken saltanatın kaldırılması kararı şaşkınlığa neden olmuş, ardından hilafet kurumunun da kaldırılarak Osmanlı hanedanının ülke dışına kovulmasıyla şaşkınlığı biraz daha artmıştır. Peşinden dini, sosyal-kültürel hayatın düzenlenmesiyle ilgili yapılan radikal değişiklikler muhalefetle karşılaşmış, yer yer başkaldırılara yol açmıştır.
Kim ne kadar milli ve bağımsız olduklarını iddia ederse etsin Cumhuriyeti kuran kadro, bu süreçte galip devletlerin zımni-açık desteğini arkasına alarak içerideki muhaliflere önce galip gelmiş, ardından da başkaldıranları tümüyle ezerek tasfiye etmiştir. Milli Mücadeleyi yürüten ruh bütünüyle İslami olduğu, emperyalistlerin de asıl büyük savaşı İslamiyet’le olduğu için batılı güçler, kurulacak yeni rejimin niteliği konusunda emin olduktan sonra, esasen dinle başları hoş olmayan ancak savaş yıllarında milleti arkalarına alabilmek için dindar görünen kurucu kadroya örtülü desteklerini hiç esirgememişlerdir. Aradan yüz yıla yakın bir zaman geçmesine karşın Lozan’la ilgili İngiliz arşivlerinin kapalı tutulması başka neyle açıklanabilir?
Şeyh Said İsyanı bahane kılınarak çıkartılan Takriri Sükûn kanunu ile ülke çapında sağlanan kabir sessizliği içinde tüm devrimler tamamlanmış, hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu söylene söylene oluşturulan oligarşik düzen, asker ve sivil memurların vesayetinde 50’lere kadar sorunsuz şekilde gelmiştir.
1950 seçimleri ile işbaşına gelen seçilmiş hükümet, yer yer bu iradeye ters düşen işler yapmaya yeltenince vasilerin buna tahammülü ancak on yıl devam edebildi. 1960 darbesi ile seçilmiş yönetim devrildiği gibi sonrakilere ibret olsun diye başbakanla iki bakan darağacına gönderildi. Fakat bunu öylesine kaba bir şekilde yaptılar ki o günden sonra ne zaman bir siyasetçi, vasilere birazcık diklenecek olsa hemen bunu hatırlattılar. İhtiyaç oldukça gazete sayfalarından yayımladıkları Menderes’in darağacında sallanan o fotoğraf karesi, öylesine fonksiyonel oldu ki adeta siyasetçilerin kimyasını bozdu. O günden sonra postal sesini duyan siyasetçi ya esas duruşa geçti, ya da şapkasını alıp kaçtı.
60 darbesinden sonra revize edilerek tahkim edilen düzenle, seçimlerde iktidara kim gelirse gelsin asıl iktidar sahipleri ipleri ellerinde her zaman tutmayı becerdiler. Hükümetler değişiyordu ama devlet hep aynı kalıyordu. Seçimle işbaşına gelenler ne kadar oy alırlarsa alsınlar, mecliste ne kadar büyük çoğunluğa sahip olurlarsa olsunlar hiçbir zaman gerçek anlamda iktidar olamadıkları için, siyasi dilimize “iktidar oldular ama muktedir olamadılar” ironisi bu dönemde yerleşti.
Seçilmiş hükümetin görev ve sorumluluk alanı alabildiğine geniş ama yetki alanı ise sınırlıydı. Bugün çözüm için adeta ülkenin kilitlendiği Kürt sorununun silahlı boyut kazandığı 1983 sonrasında hükümetlerin görevi sadece silahlı kuvvetlerin ihtiyaç duyduğu topu tüfeği ve parayı temin etmekten ibaret olup, bu konuda politika belirlemelerine hiçbir zaman izin verilmemiştir. Sorunun sadece güvenlikçi bakış açısıyla çözülemeyeceğini, konunun sosyal, tarihsel, kültürel yönlerinin de bulunduğu şeklinde zaman zaman açıklamalar yapan siyasetçilerin, üniformalılar tarafından azarlandıklarında nasıl da çark ederek, yanlış anlaşıldıklarını, sözlerinin basın tarafından çarpıtıldığını ifade etmek zorunda kalıp, çocuklar gibi birbirlerini suçladıklarına çokça tanık olunmuştur.
Bu konuda bugün siyasi irade bir karar alabilmiş ve bu kararın arkasında durabiliyorsa bunun nedeni vesayetçi yapının büyük ölçüde dağıtılmış olmasındandır. Ergenekon ve balyoz davaları sürecinde yapılan tutuklamalarla faili meçhul cinayetler bıçakla kesilir gibi durmuş, provokatif saldırılar büyük ölçüde azalmıştır. Kıldan tüyden bahanelerle bu yargılamaları tümüyle haksızmış gibi göstermeye çalışanlar, vesayetçi yapının basın dâhil sivil alandaki uzantılarıdır.
Yazının başında sözünü ettiğimiz Milli Mücadeleyi boşa çıkartan, anlamsız hale getiren devrimlerle kurulan düzen, bu topraklara yabancı bir düzendi. Nerdeyse bin yıldır bu topraklarda hiç yaşanmamış bir ırkçılık sorununu yoktan icat edenlerin hala büyük lider sayılıp tartışılmalarının önündeki yasal engellerin gündeme bile getirilmemesi sorunun özünü gözlerden kaçırmaktadır. Bu millete acı, gözyaşı ve yokluktan başka bir şey getirmeyen, kardeşi kardeşe kırdıran bu asırlık düzenin suçları görmezden gelinemeyeceği gibi vatan, bayrak ve bağımsızlık nutuklarıyla da örtülemez.
Kendisini kurucu parti olarak kabul eden CHP ve resmi ideolojinin tüm uzantılarının çözüm sürecine bu kadar şiddetle muhalefet etmelerinin nedeni budur. Çözüm sürecinin başarıya ulaşması Kemalist sistemi tümüyle tartışmaya açacaktır ki bu durum, statükonun devamında çıkarı olan herkes için bir kâbus senaryosudur.
YAZIYA YORUM KAT