Çok Sesli Bir Ölümdür Cizre
Ey silahlar “sus”, Ey bombalar “dur” ve Ey hendekler/barikatlar “yıkıl” denildi. Adil ama az bir topluluk tarafından. Silahlar susmadı, bombalar durmadı, hendeklerden vazgeçilmedi ve evler yıkıldı. (Bundan dolayı) haksızlık yapan topluluklar kahrolsun.
Rasim Özdenören’in 1974 yılında yayınladığı “çok sesli bir ölüm” adlı öykü kitabı; dramın merkezi olan bir kasabadaki sıradan ölüm hikâyesi karşısında, kasaba halkının çaresizliğini, yaşadığı sıkıntıları ve çetin hayat koşullarını Kamber çocuk ve babası Şehmus karakteri üzerinde anlatır. Basit bir ölüm hikâyesinden yola çıkarak, okura çok sesli adeta çok mesajlı/çok çağrışımlı/çok katmanlı bir anlatıda bulunur eserindeki yoğun tasvirler sayesinde Rasim Özdenören. Belki de ölümün kendisidir çok çağrışıma/çok sese ve çok mesaja yol açması.
Bölge baro başkanlarının bulunduğu bir heyetle birlikte Cizre’ye yola koyulduğumda sıradan olmayan ölüm hikâyelerinin yaşandığı Cizre’nin, insanlara, siyasilere, silahlı güçlere, medyaya, STK’lara, iş çevrelerine kısacası bizlere ne tür çağrışımlar/mesajlar veya sesler bırakmış olabileceğini düşündüm. Zira yasağın başladığı 14 Aralık 2015 ile 11 Şubat 2016 tarihleri arasında 700’e yakın asker, polis, silahlı genç, çocuk, kadın, yaşlı ölümün soğuk zaferiyle tanıştı. Öylesine soğuktu ki, elindeki neşterle ince kesikler çizdi, kanattı, patlattı ve sızmalarla kanlar aktı Cizre’nin kadim sokaklarına. Rasim Özdenören’in eserinde sıradan bir ölüm hikâyesi çok sesliliğe/çok çağrışımlara yol açıyorsa, sıradan olmayan yüzlerce ölüm hikâyesi neden vicdanlara/zihinlere çarpıp da bu ölümleri durdurmaya yetmedi. Üstelik ölümün insanoğluna tarih boyunca verdiği bunca mesaja/sese/ibretliğe rağmen. Bu tür çatışma ve kargaşa hali içinde Nietzsche değil Kürtler ağladığında, Duran Kalkanlar hiçbir suçluluk hissetmeden “Bu kadar sert karşılık beklemiyorduk, hata yaptık ama özyönetim direnişi kazanacak” diye ekranda naralar atarken keyfince, yere yığılan bunca “erken vurulmuş gençliğimiz” de ardısıragözü yaşlı anaları ağlattı bu çatışmalı süreç. Ölüm karşısındaki tarihsel ve bir o kadar da nadide çaresizliğimiz, yoksa bir tür “bizim büyük çaresizliğimize” mi dönüşmüştü? Ki siyasilerimiz, sivil(toplum kuruluş)lerimiz, medyamız ve aydın/kanaat önderlerimiz çaresiz biçimde 3 aylık Miray bebeği, dedesini, 11 günlük evli polisi, bodrumda yanmış üniversite öğrencisi gencin ölümünü engelleyememekle birer suç ortağı haline mi döndüler? Yoksa Kandildeki aktörlerindetone seslerle çıkışları, kendi suçluluklarını karşı tarafın top sahasına paslarken, suç ortakları olarak bizleri mi arenadaki sahaya sürdüler gladyatörlerin savaşımında? Yani doğu cephesindeki şark kurnazlığı veya doğu cephesinde değişen bir şey yok kanımca.
Virane Cizre
Cizre’nin girişinde ilkin gözümüze çarpan, daha ilk mahallenin duvarlarında gördüğümüz kurşun izleriyle beraber yoğun güvenlik önlemleriydi. Çatışmalardan etkilenmeyen Kırmızı Medrese, Mem û Zîn Türbesi, Kale ve Çarşı mh gibi yerlerdeki insan canlılığı ve çatışma izlerinin olmayışı ben de olumlu duygular bırakmıştı. Çatışmaların yoğunlukla yaşandığı Sur, Cudi ve Nur mahallerine doğru gittiğimizde ise karşımızda adeta Suriye’de viraneye dönmüş şehirleri andıran birer manzarayla karşılaştım. Buradaki silahlı gruplar, bunca virane yıkımı bilselerdi Cizre için delilik sayılabilecek ve de anlamsız bu mücadelenin içine girmezlerdi diye düşündüm. Delilik deyince de aklıma Newyork Times Muhabirinin Cizre izlenimlerine dair bir kürtten naklettiği “PKK’nin devletle boy ölçüşmesi bir deliliktir” sözügeliverdi. Bu yıkım manzarası ve yüzlerce gencin ölümüne rağmen, etnik Kürt milliyetçileri adeta “Deliliğe Övgü” babında “direnişe güzellemeler” dizmekten de geri durmadılar. Ey Tarih ve Ey İnsanlık!Ölümü kutsayan, şenlikli bir öfke olarak bizlere özgürlük tepsisinde! sunmaya çalışan bu etno-Kürt milliyetçilerin Miray bebek ve dedesi masum Ramazan amca, Cizre sokaklarında ölümle tanışırken, açlık grevine girmediler veya canlı kalkan olarak anılmadılar bunu bilesin. Kendi önderleri için cezaevlerini yakıp/yıkan, açlık grevleri başlatan ve Cudi dağındaki silahlı unsurlar için canlı kalkan olanlar, ölümün kol gezdiği Cizre’den ne ses verdiler, ne de çok sesli mesajı alabildiler. Oysa ki Özdenören’in öyküsündeki Kamber çocuk, babasının ölümü karşısında, yaşamında ve sözlerinde gözle görülür değişikliklere uğramıştı.
Cahide Ana ve Kamber Çocuk
130.000 nüfuslu ilçenin 8.000’ine düşmüş halini öğrendiğimde ise, Cizrelilerin çatışmadan ve ölümden yana destekleyici bir tutumlarının olmadığını, şehri terk ederek de zımnen bunu ortaya koyduklarını düşündüm. Bu iyiye işaretti. Yalnız göç edemeyip, çatışmaların olduğu mahallelerde kalanları ise dram yüklü hikâyeler ve kızgınlıkla yoğrulmuş sözler karşıladı bizleri. Kurşun gibiydi sözler. Yaraladı. Kanattı üstelik. Çünkü aforizmatik cümlelerin sosyal medyadaki sirkülasyonu karşısında hissizleşen insanoğluna bu sözler, fazlasıyla dokunuyordu/kanatıyordu. İyi ki de kanattı. Aynen İbrahim Sadri’nin “alt tarafı kanayacaktı” mısrasındaki gibi kanamasına da mani olmadım. Acıyan yanlarımı köreltmedi bu sözleri. Budamadı. Viraneye dönüşmüş evlerinde öylesine ve amaçsız bekleyenlerin durgunluğu ise düşündürücüydü. Durgunluk ve suskunluk korkudan mı yoksa “zaten bu virane evlerimiz herşeyi tüm çıplaklığıyla anlatmıyor mu?”mesajı mıydı. Hepsi çarpılmışlık ve şaşkınlık hali içinde, kimi evlerinin içinde dolaşıp duruyor, kimileri ise bekleşiyordu. Özdenören’in öyküsünde babası ölen Kamber adlı çocuğun yüzündeki çarpılmışlığı anlattığı satırlar geldi aklıma.Cizreli Cahide Ana ile Özdenören’in öyküsündeki Kamber Çocuğun çarpılmışlık hali ne kadar da benzerdiler.Viraneliğin boyutunu, 28 yıllık evi yıkılmış olan Cahide Ananın kendi evinin bölümlerini gösterirken daha bir farkettim. Gelininin odasını, yanmış klimasını ve halısını, Vita kutularındaki çiçeklerin solgunluğunu, duvarın kırıklığını, merdivenin topal halini.“Tüm hayatım burasıydı, şimdi ise taşların/molozların altında” deyince, yüzüme sert bir tokatın atıldığını hissettim. Daha fazla soru sormak istemedim. Konuşsun dedim, anlatsın biteviye dramını. Her anlatışında gözünü kaçırıyordu bende. Gözlerinin ferine bakmak istedim. Anlatırken bıraksan, ardından ağıt yakacak bir halet-i ruhiyesi vardı. Kürt analarının ağıtları da dillere destan bu arada bunu da bilsin okur. Ben de kesmeyeyim öylesine dinleyeyim bu acılı anayı diye düşünürken, evin içindeki hali görmeye daha fazla dayanamadım. En çok da buzdolabının üzerindeki işlemeli örtünün yırtıklığı ve dolabın açık hali irkitti beni. Bir de yanmış ev eşyalarının kesif kokusu, duvarlardaki islik.
Bodrumdan Notlar
Genzimi yakan bu kesif kokuyu, medyada birinci bodrum olarak anılan yere gittiğimde de yaşadım. Bodrumun yanmış duvarları ve tavanları içindeki et kokusu ise dayanılmaz bir hal verdiği için hemen çıkıverdim bodrumdan.Zira birinci bodrumda 30’a yakın kişi kalıyordu. Bodrumlar hemen hemen her evin altında bulunur Cizre’de. Çünkü 90’larda Saddam’ın kimyasal gaz kullanacağı endişesinden dolayı Cizreliler evlerinin altında sığınak amaçlı bodrumlar yapmışlardı. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, medyada yer alan üç bodrumda 178 kişinin olduğu ve şimdiye kadar da 138 cesedin adli tıp uzmanları/cenaze yakınları tarafından tanınmayacak şekilde vücut bütünlüğünün yok edildiğini ve yanmış olduğunu -medyadan öğrendiğimizden- da bir not olarak belirtelim. Bu trajedinin hem örgüt hem de iktidar hanesine birer kara leke olarak Türkiye tarihine yazıldığını şimdiden söyleyebilirim. Çünkü bu trajedi üzerinden konuştuğumuz ilçe sakinlerinin kızgınlığı memlekete maalesef çok daha şiddet/terör/ölüm olarak döneceği kanaati hasıl oldu bende. Bir tür ölü zamanlar seyyahı gençler peydah olacak. Cizre izlenimlerinin bende bıraktığı en kötü şey buydu. Zira ölenlerin çoğu gençti. Onlar için telefon ve diplomasi trafiği yürüten etno-Kürt milliyetçiler, yaşamı değil örgütün taleplerini öncelercesine yaptıkları basiretsiz açıklamaları ile erken vurulmuş bir gençlik fotoğrafı bıraktılar Türkiye kamuoyuna. Propaganda, bodrumda kanayan dizleri öncelik sırasına koydurtmaya yetmedi. İnsan, örgüt için birer araçtı derdi babam.. Velhasılı… Kurşunların yaraladığı bedendeki kan sızmalarını, damar patlatmalarını dindiremediler. Silah hazırlığının tedarikini akleden kalp, revir malzemelerini yığmayı akledememişti. Çünkü ölüm, yaşamdan önce sıralanmıştı not defterlerde.Olan da erken ölümlere oluverdi. İlk bodrumdan gelen ölüm fotoları, nedense çok sesli bir mesaja/çağrışıma dönüştürmedi birilerini. Kamber çocukta bıraktığı etkiyi ise neredeyse göremedik. O mesaj gayet açıktı, gençlerin yaşamı değil, örgütünçıkarlarıöncelikliydi, gerisi ise teferruattır diye bir mesaj verildi aslında kamuoyuna. Çavdar tarlasında çocuklar eserindeki hınzır veya muzıro karakter gibi biri çıkıp da, ölümün ve bodrumun üstüne korkusuzca yürümedi, dalamadı. Bir “akil” çıkmadı, bir atlet olan “Süreyya” koşmadı bodruma, bir “kürkçü” ise dükkânına kapandı o günlerde, bir “bay demir” mecliste ağlamak dışında bir sarmaşık gibi tutunmadı bodrumun duvarlarına. Velhasıl erken ölümle tanıştı gençler… Bir kısmı sivil olan o insanlar için tülbentli anaları gönderdiler yıkık bodrumun duvarlarına. Yani hülasa, Öfkeli şenliğe dönüştürdükleri retorik,Cizre’nin bodrum sokağına ne canlı kalkan olarak inebildi ne de bedenleri açlık grevine dönüşüverdi. Oysa Önderleri! için nüksetmişti bu öfkeli şenlik gösterisi. Sıfatsız insanlara ulaşamadı bu “fedai!” eylemler. Yani kanattılar vicdanları, bulandırdılar onuru, öldürmeye ortak oluverdiler. Ardından attıkları tweet, instagram ve facebook fotoları/mesajlarıyla ölümleri durduramamanın getirdiği eziklikle de, “siyasi meyvelerini” kandil dağında toplama telaşı içine girdiler. “Bakın biz Cizre ile ilgiliyiz” nağmelerini yollarken kandillere, beraberinde denize düşmüş bir gül gibi düştü Cizre’nin yanı başındakiDicle nehrinin kıvrımlarına erken ölmüş gençlerin kemikleri. Üstelik poşet içinde de ailelere teslim etti muktedirler. Sonuç, iki kere iki elde var Ayten değil kürdün kemiği! Kemik kareleri, birçok kürdü haklı olarak sarstı, öfkelendirdi ve akıldışı eylemlere de itiverdi. Beni o denli sarstı ki bu kareler, 15.yy’da yaşamış ünlü Cizreli âlim ve mutasavvıf Mela Ahmedê Cizîrî’nin şu mısrasını terennüm ediverdi dilim: “Lew perişanım u pür êşanım/Bu nedenle çok ağrılı ve perişanım.”
Acının Sınırı ve Sorular
Cudi ve Sur mahallelerinde heyetle birlikte gezinirken, evinin ön tarafı tümüyle yıkılmış, beton demirlerinin buz saçaklar gibi sarkıtılmış ahval-i içinde 50 yaşlarında bir kadını gördüm. Yanına yaklaştım. Bahçesine düşmüş beton bir kolon üzerinde 1 ile 3 yaşları arasındaki çocuk elbiselerini sıra sıra dizmiş bir vaziyette görürken, yüzündeki ağır kederli havayı fark etmemekimkânsızdı. Ben sormadım, o da konuşmadı. Parmağıyla elbiseleri gösterdi. İnsan hal ile iktiza edince, suskunluk peydah oluyormuş. İşte böylesi bir andı bizimkisi. Suskunluğun geriliminden olsa gerek, elleriyle dizini dövüyordu, bir yandan da elbiselere sıkı sıkıya dokunuyordu. Yakın zamanda okuduğum Irvın D. Yalom’un “NietzscheAğladığında” kitabından mülhem “Kürtler ağladığında” isimli bir kitabı Cizre/Nusaybin/Sur/Silvan/İdil üzerine hangi yazar kaleme alacak diye düşünmedenedemedim bu manzara karşısında. Kadının anılarının da bu molozların altında kaldığını farkettim bir ara. Acının nesnesini görmek ve dokunmak yeterli mi? Karşımdakinin acısını nasıl hafifletebilirim diye kendi kendime kıvrıladururken, ezik bir ruh hali ile oradan da ayrılıverdim. Çünkü konuşacaklarım, onun yaşadığı acılar karşısında ne kadar da sadra şifa olabilirdi ki? Acaba acıyı görme, kolonlara ve elbiselere dokunma ile kendi insan olmaklığıma dair bir tatminliğe mi gidiyordum yoksa? Acı eğer anlamanın ötesinde hisse ve paylaşıma itmiyorsa, harekete geçirmiyorsa, içinde gizli bir tatminlik salık vermez mi kişiye? Yoksa “işte ben de gördüm ha Cizre’yi, biliyor musunuz Ey ahali!” afra-tafrasını vermek için mi buradaydım? Bu duygular/sorular içinde debelenirken, koca beş katlı bir binanın iskambil kâğıtları gibi üst üste düşmüş manzarasını görünce, deprem mi olmuş burada dedim kendi kendime. Kendi kendime sorduğum bu sorular dururken, acaba silahlı örgüte ve kolluk güçlerine de sormam gereken bir şeyler yok mu diye düşündüm.İşte aklıma ilk geleno sorular:
Kolluk güçlerinin toplu öldürme histerisi mi yoksa silahlı örgütün acımasız stratejik oyunları mı Cizre’de kendini baş göstermişti? Bir örgüt bir şehri kurtarmak veya ele geçirmek için neden sivil yerleşim alanlarında zulmün/yıkımın artmasına vesile olur ki? Bundan ne elde eder ki? Siyasi kazanımlar mı devşirir? Yoksa acılar mı devşirir? Bununla sivil insanlara acı, yıkım ve ölüm bahşetmekten başka ne kazandırır ki? Bir şehri ele geçirmek için o şehrin insanlarının anılarını ve hayatlarını moloz yığınlarının altına koyacaksa, ilkin yargıya/mahkemelere ifade vermeye gitmeyerek bir şehirde kendi özsavunmasını yapması daha mantıklı değil mi? Ya da devlet kurumlarına başvurmadan işyeri açsa, yine devlet kurumlarına başvurmadan acılı insanlarına yardım organizasyonları yapsa daha özsavunmaya dönük hamleler yapmış olmaz mı? Evi viraneye dönmüş, yanmış, ev eşyaları mahf-u perişan olmuş bir halk için neden silah/patlayıcı döşeme dışında yardım kumanyaları, temel gıdalar depolanmamış halkının özsavunma ihtiyaçları için? Sonucu belli olan bu yönteme sıradan bir insanın sıradan bu soruları acaba 40 yıllık mücadele etmiş bir örgütün aklına neden hiç gelmez? Ya da siyasi Kürt hareketinin aktörleri, bunu düşünüp, “Ey gençler, barikatları kaldırın, patlayıcıları döşemeyin, hendek kazmaktan da vazgeçin. Halk mağdur oluyor. Kurtarılmış mahallelere göz yummaz bu iktidar” diyecek aklı başında biri çıkmadı mı aralarında? Cizre’de %81’lik oy almış bir siyasi aktör demokratik mücadeleyi neden ölüm,hendek ve kanın önüne geçirmez/öncelemez? Ya da “Ey Bodrumdakiler beyaz bayrakla çıkın oradan, ambulanslara doğru yürüyün” diyemeyecek kadar mı siyasi/askeri hesaplar yanmış bedenlerin üzerine galebe çaldı? Bu siyasi çıkarlar ölsün yeter ki bodrumdaki canlar ölmesin, diyecek bir vicdanlı çıkmadı mı? Kolluk güçleri, sivil ölümlerinin artmasına yol açan tank ve top atışlarını yapmadan da başka bir yöntemle sorunu çözemez miydi? Patlayıcılar/bombalar Suriye’deki harabe olmuş şehir görüntüsü vermeden de temizlenemez miydi yasak süresince? Şehirlere tanklar sevk etmeden, yığınak yapmadan da kanaat önderleri/alimler/siyasi aktörler/aydınlar üzerinden diyalogla çözülemez miydi? Tüm bu soruları sorarken Cizre, Nusaybin, Dargeçit, İdil, Şırnak, Silopi’nin haritadaki yerlerinin Irak Kürdistan’ı ile Rojava’daki Cezire Kantonlarına olan yakınlığı gözüme ilişti. Neden bölgenin iç kısmındaki şehir ve ilçeler değil de, sınıra yakın yerlerdeki ilçeler ve şehirler diye düşünmeden edemedim? Sanırım okur da bunun cevabını anlamıştır. Yani malumun ilamı gibi bir şey var ortada. Haritayı sarıya büründürme girişimi…
Sulhun ve Hayrın İlk Adımı
Cudi ve Sur mahallerinde dolaşırken, duvarlarda Türk ve Kürt ırkçılığını çağrıştıran eğreti sözlerle de aynen Nusaybin ve Silvan’da olduğu gibi karşılaştık. “Kızlar biz geldik, yoktunuz”, “Türk’e itaat et”,“Yeşil Burada”“TC giremez”,“antiEsadullah Timi”“Şehit Nihat-YDG-H” Bu ve benzeri sözleri görünce, iki tür milliyetçiliğin de memleketi uçuruma götüren aynı yolun yolcuları olduğu ayırdına vardım. Oysa bu iğrenç sözlerle bir inad yarışına girmektense, bir tür insani vicdanda inatlaşmak daha çözüm alıcı tutum değil mi? Yoksa insan, gerçekten insan kalamıyor. Yolcu dergisinin bir sayısındaki çarpıcı söz gibi: “İnsanı savunmak, insana karşı”. Yoksa bir histeri yaratığına dönüşüverir insan. Buradan insanlığa ve kardeşliğe yol açılmaz. Buradan olsa olsa duygusal ve ruhsal kopuşa gidilir. Bölgede son dönemlerde yaşanan bombalamalar, ölümler, patlamalar, şehirlerin viraneye dönmesi, polis ve asker ölümlerindeki artış, TİHV’in (http://tihv.org.tr/16-agustos-2015-18-mart-2016-tarihleri-arasinda-sokaga-cikma-yasaklari-ve-yasamlarini-yitiren-siviller/) kaynaklarına göre sadece 310 sivilin öldürülmesi ve Cumhurbaşkanının bir açılışta açıkladığı ölüm rakamları(maalesef ölümleri istatistiğin soğuk rakamlarına vurmamak için zikretmiyorum)çok büyük oranda olmasa bile Türkler ile Kürtler arasında bir duygusal/ruhsal kopuşa giden yolun taşlarının döşenmekte olduğunu bize gösteriyor. Memleket için en tehlikeli gerçek, bu yakıcı gerçektir. Belki de bu ölümlerdeki artış, tüm toplum kesimlerine çok sesli bir mesajı/çok katmanlı olarak verebilmeliydi? Harekete geçirebilmeliydi.Çünkü Özdenören’in sıradan bir ölüm hikâyesi üzerinden okura ulaşsın diye vermeye çalıştığı ölüm üzerine çok sesli mesajın, yüzlerce ölüsü olan Cizre için hayda hayda vermesi gerekmez mi? Yoksa insanın, insanı öldürmesiyle ya da bir mafya liderinin sözüyle “kanla duş almakla” bu işler çözülmez. Kapanması zor ve daha derin yaralar açılır. Mezarlıkların sayısını artırır. Omuzlarda ise tabutları hiç eksiltmez. Viraneye dönüşmüş şehirler ve yanık kokulu mezarlıklar kalır bizlere miras olarak.Bunları yaşamamak için, ölüm denilen soğuk zaferin bize vermeye çalıştığı mesajı, gönderdiği çok sesliliği, siyasi heybemizde bulundurarak yol almak, konuşmak, yazmak, barışın ve kardeşliğin dilini kederin diline galebe çalacak yol haritaları çıkarmak elzemdir. Yıkımla kederi, acı ile ölümü hemhal kılmak istemiyorsak Kureyşli bir kadının oğlu olan Hz.Peygamber’in sözlerini bohçamıza toplayıp, sırtımızda bu yük ile Cizre’ye, Sur’a, Nusaybin’e bakmak ya da Nuh tufanı sonrası Kur’an’da geçen bir ayetten mülhemle şunu iyi bellemek gerekir:“Ey silahlar, “sus” ve Ey bombalar “dur” Ey hendekler/barikatlar, “yıkıl” denildi.Adil ama az bir topluluk tarafından. Silahlar susmadı, bombalar durmadı, hendeklerden/barikatlardan vazgeçilmedi ve evler yıkıldı. (Bundan dolayı) Haksızlık yapan topluluklar kahrolsun”diyebiliriz. Meselenin ve çözümün bir de reel siyasetteki karşılığını dillendirmek gerekir. Zira büyük bir sevgi seli kadar bir nefretin de odağındaki aktör olan Cumhurbaşkanı’nın denklemin ana kurucusu olduğu beklentisi ve gerçeği de var. Etno-milliyetçi Kürt hareketinden, ülkücü harekete, liberal demokrat cenahtanİslami kesime kadar her camianın çözüm için adımlar atmasını beklediği bu aktöre yönelik,2015 yılı Cumhurbaşkanı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri töreninde Edebiyat dalında ödüle layık görülen Rasim Özdenören’in ödülü alışından sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı konuşmaya atıfta bulunarak talebimizi dillendirelim. Sözkonusu konuşmada Erdoğan:“…Rasim Özdenören bir neslin değil, adeta bütün nesillerin de ağabeyidir. Benim de ağabeyimdir”demişti.Temmuz 2015 sürecinden beri onbine varan ölümlerin durması ve bir ağabeyi olan Özdenören’in sözlerinin yani çok sesli ölümün mesajını dinlemesinin hayra ve sulha dönüşeceğinden dolayı, aynen 2013 yılındaki çözüm sürecinin mimari olarak tekrar ülkeye barışın ve huzurun iklimini getirmesi için adım atmasını temenni edelim. Zira tarih, öldürmekle bir sorunun çözüldüğünü bize göstermedi/öğretmedi şu ana kadar.
YAZIYA YORUM KAT