1. YAZARLAR

  2. Yavuz Bahadıroğlu

  3. Çok partili sisteme nasıl geçildi?
Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Çok partili sisteme nasıl geçildi?

15 Temmuz 2010 Perşembe 00:14A+A-

Şahin Alan/ Yozgat; “Çok partili sisteme nasıl geçildi? 1946 seçimlerinde, açık oy – gizli sayım uygulandığı doğru mudur?”

* Hem de nasıl! Ama önce çok partili sisteme geçiş sürecini kısaca değerlendirmekte fayda var… Biliyorsunuz, Cumhuriyet döneminin ilk siyasi teşekkülü olan Halk Fırkası, cumhuriyetin ilânından sadece altı gün evvel, 23 Ekim 1923’de, “yeni devlet”in ilk siyasî partisi olarak kuruldu. Seçimsiz, tercihsiz iktidar oldu.
İsmet Paşa başbakandı. Rakipsiz olduğu için de “hizmet” kaygısı yoktu. Keyfilik almış başını gitmişti. Bu yüzden eski bazı arkadaşları İsmet Paşa’ya karşı cephe açmıştı.
Bunun bir sonucu olarak 17 Kasım 1924 tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu. İstiklâl Savaşı’mızın kahraman komutanlarından Kâzım Karabekir Paşa yeni partinin genel başkanlığına seçildi. Hamidiye Kahramanı Hüseyin Rauf Orbay İkinci Başkan, yine İstiklâl Savaşı kahramanlarından Ali Fuat Cebesoy Genel Sekreter’di…
Buna rağmen ömrü çok kısa oldu: “Memleket sathında irticayı tahrik” ettiği gerekçesiyle 03 Haziran 1925 tarihinde temelli kapatıldı.
Ondan beş yıl kadar sonra, 12 Ağustos 1930 tarihinde, bizzat Atatürk’ün isteğiyle ikinci deneme yapıldı: Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu. O da kuruluşundan sadece dört ay sonra, 18 Aralık 1930’da, yine “irtica” gerekçesiyle kapatıldı…
Başbakan İsmet İnönü, kendisine ve partisine rakip olabilecek tüm alternatifleri, “irtica” gibi, dönemin (o ve bu dönemin) en etkili silahıyla vurup yok ediyor, böylece rakipsizliğini sürdürüyordu.
1940’lı yıllara bu minval üzere gelindi. İkinci Dünya Savaşı 1945’te bitmiş, savaş sürecinde etkinleşip Türkiye’yi yönetenleri de derinden etkileyen Faşizm ve Nazizm çökmüştü. Kendine “Duçe” dedirten Musolini ile “Führer” (bunlar kabaca şef anlamına gelir) dedirten Hitler yıkılmıştı. Ancak Türkiye’yi hâlâ kendisine “Milli Şef” dedirten İsmet Paşa yönetiyordu.
İsmet Paşa, hem CHP’nin “Değişmez Genel Başkan”ı, hem de Tüm Türkiye’nin “Milli Şef”iydi… Okul kitaplarımız, “İnönü’dür yurdun temel taşı/ O ulusumun başı/ O bize can yoldaşı/ Şanlı İsmet İnönü… “Atatürk’ün eşidir/ Dünyanın güneşidir/ Türklüğün ateşidir/ Şanlı İsmet İnönü” benzeri şiirlerle tıka basa doluydu. Her çocuk “İnönü hayranı” olarak yetiştirilmek isteniyor, bunun için elden gelen her şey yapılıyor, hattâ efsaneler uyduruluyordu…
Zaten Atatürk’ün fotoğrafları, ölümüyle birlikte paradan, puldan ve devlet dairelerinden kaldırılmış, yerine İnönü’nün resimleri konmuştu. Atatürk’ün Türkiye üzerindeki izi adeta yok edilmişti.
Dünya, İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük adımlarla demokrasiye geçerken Türkiye bu şartların içinde müthiş bir yoksulluk ve devlet baskısı yaşıyordu.
Kısacası Türkiye’nin, savaş sonrasında oluşan yeni dünya içinde yer alabilmesi, çok partili demokratik hayata geçmesini gerektiriyordu. Savaştan güçlenerek çıkan Sovyetler Birliği’nden gelen zorlamalar ise, Türkiye’nin Batı ittifakı içinde kendine yer aramasını zaruri kılıyordu. Bunun ön şartı ise çok partili parlamenter sisteme geçmesiydi. Yani çok partili sistem, Türkiye’yi yönetenlerin tercihi değil, şartların dayattığı bir zorunluluktur.
Cumhuriyet döneminin tartışmasız en büyük siyasi hareketi Demokrat Parti bu şartlardan doğdu ve baskıcı “tek adam” rejiminin sürdürüldüğü ülkede akla ziyan bir “açık oy, gizli tasnif=sayım” yöntemiyle yapılan ve “hileli” olduğu hâlâ tartışılan 1946 seçimleri ile TBMM’ye girdi…
14 Mayıs 1950’de yapılan ilk demokratik seçimler sonucunda ise, Demokrat Parti, 487 milletvekilliğinin 397’sini kazanarak iktidar oldu. Böylece 24 yıl kesintisiz iktidarda kalan Cumhuriyet Halk Partisi’nin mutlak hâkimiyeti sona erdi. Normal yoldan bir daha da iktidara gelemedi.
Demokrat Parti’nin seçim süresince kullandığı en etkili argümanlardan biri, 1932’den beri Türkçe olarak okutulan ezanın aslına döndürüleceği, diğeri bir açık el işareti eşliğinde kullanılan “Yeter! Söz milletindir” sloganı oldu. Millet, onsekiz sene sonra ezanına kavuşmuş, vatan sathı bayram yerine dönmüştü. İşte bu yüzden, bazı olumsuz isimler bulundurmasına rağmen Demokrat Parti’yi millet çok sevdi. Demokrat Parti iktidarının Başbakanı Adnan Menderes’i bayraklaştırdı…
Ancak, dini olan her şeyi “irtica” ile damgalayıp sindirmeye çalışan malum zihniyet bunu hazmedemedi. Demokrat Parti ile yarışıp onu geçmeye çalışacağına, yine “irtica” silahına sarıldı. Genç subaylar CHP’li yayın organları vasıtasıyla kışkırtıldı. Demokrat Parti’nin “Hilafet” getireceğine inandırıldılar.
Oysa DP iktidarı müthiş icraatlarla Türkiye’yi âdeta uçurmuştu: CHP Türkiye’sinde (1950’ye kadar) 1766 traktör varken, bu sayı 1950’de 10 bin 227’ye; 1952’de 36 bine; 1954’de 37 bin 743’e ulaşmış, buna paralel olarak ekilen arazi miktarı ile tahıl üretimi de artmıştı.
Öte yandan CHP dönemindeki 4 olan şeker fabrikası sayısı 17’ye çıkmıştı. Karne ile şeker alan Türkiye, şeker ihraç edecek duruma gelmişti. Pancar eken köylünün ilk kez yüzü gülüyordu.
1950’ye kadar silolarda sadece 10 bin ton tahıl depolanabilirken, 1950-57 arası yapılan tesislerle kapasite 1.6 milyon tona çıkarılmış, millet açlıktan kurtulmuştu.
1923-1949 arasında Türkiye’de 4 bin 370 kilometre yol yapılmıştı. 1950-1960 arasında 20 bin kilometre yol yapıldı.
Ama bazıları bu icraatları beğenmediler… Çünkü kalkınma-gelişme ile ilgileri yoktu: “İdeolojik” takılıyor, “laiklik elden gitti” nutku atıyorlardı.
Bu gerekçe ile ayaklanan genç subaylar, başlarına Cemal Gürsel isimli emekli bir orgenerali geçirerek 27 Mayıs 1960’da hükümet darbesi yaptılar. On yıllık kesintisiz iktidarı döneminde Türkiye’yi geliştirip büyüten Demokrat Parti bu darbe ile düşürüldü. Yöneticileriyle milletvekilleri, darbecilerin keyfine uygun olarak Yassıada’da kurulan olağanüstü yetkilerle donatılmış mahkemede bir yıl hakaret ve eziyet gördükten sonra, çeşitli cezalara çarptırıldılar. Bu sürecin sonunda Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildi.

VAKİT

YAZIYA YORUM KAT