Çoğulculuğu Bloke Edip Toparlayıcı Olunur mu?
Mesele bir boyutuyla elbette öncelikli olarak 2019’da başkanlık için kimin aday olacağına dair tartışmalar etrafında dönüyor. Fakat diğer taraftan bundan daha önemlisi Türkiye’de dindar-muhafazakâr kadroların siyaset yapma biçimi de yeni bir eşiğin önünde durmaktadır. İlk bakışta R. Tayyip Erdoğan’ın karşısına muhafazakâr-dindar siyasi çizgiden gelen bir kişinin rakip aday olarak çıkmasının meşruiyeti ve buna bağlı olarak da ülke ve toplumun maslahatına uygunluğu hararetle tartışılıyor. Burada bir tuhaflık yok. Ta ki bu çıkışı mutlak anlamda parçalanma ve kaçınılmaz bir yıkım sayana kadar.
AK Parti’nin kurucu kadrosu ve kurmay heyetinden, teori ve söylemine yön veren, uluslararası ilişkilerinde önemli bir rol oynamış, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı ve nihayet Cumhurbaşkanlığı yapmış Abdullah Gül’ün durumu ve duruşu üzerine neden güç geçtikçe daha bir artan tartışmalar yapılıyor? Üstelik bu tartışmalarda öfke ile tedirginliğim at başı gidiyor oluşu bir takım haklı gerekçelere yaslansa da aşırı ve zarar verici bir mecraya doğru aktığı görülemiyor mu?
Nasıl Görülüyor ve Değerlendiriliyor?
Evet, Abdullah Gül bir karar aşamasındadır ama en az onun kadar AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan da bir karar aşamasındadır. Gül, AK Parti ve Erdoğan seçeneğini dışlayıp dışlamamak tercihinin tam önünde belki de son noktasında duruyor. Lakin Erdoğan da Gül’ü bütün sorunlara rağmen bir dava arkadaşı olarak görüp yola devam etmenin imkânlarını mı zorlayacak yoksa onu “husumet kervanına katılmış bir fırsatçı” olarak değerlendirip tasfiye etmekte kararlı mı davranacak?
2019 Başkanlık seçimleri için ilk havlu atan kişi dikkat çekici bir biçimde MHP lideri Devlet Bahçeli oldu. Bu bir özveri örnekliği miydi yoksa MHP’nin gün geçtikçe yaşadığı kadro ve taban sorununun yeni bir işareti miydi? Düşünün ki yıllar boyunca seçim barajının asla düşürülmemesi hususunda en sert tutumuyla bilinen MHP ve lideri Bahçeli son aylarda bulduğu hiçbir fırsatı kaçırmadan % 7 hatta % 5’lik barajlı sistemin yolunu açmak için teklifler sıralıyordu. Bu teklifin hayata geçirilemeyecek olması durumunda seçim ittifakının resmiyet kazanması yolunda ısrarcı olacaklarını yineliyordu.
Nihayet Bahçeli bu hafta medya kuruluşlarının Ankara temsilcileriyle yaptığı basın toplantısında bulmacayı andırır bir formülü A, B, C, D, E, F partileri arasında kurulacak ittifak üzerinde izah ederken Yenikapı Ruhu’na sadakat göstermek bakımından Erdoğan’ı destekleme kararı alacaklarını şimdiden beyan etti. Bahçeli’nin bir mesajı da “sağın solun dolduruşuna gelmemesinde yarar var” dediği Abdullah Gül’eydi.
Devlet Bahçeli’nin son dönemlerdeki siyasal söylemlerinden fazilet devşirmek üzere hassaten medyada seferber olmuş azımsanamayacak bir kadro olduğunu biliyoruz. Ancak biz yine de sormak durumundayız; Bahçeli neden uzun bir dönem muhalif söylem değil kendisine karşı alenen sistematik nefret ürettiği Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yanaşma gereği duydu? Bu yanaşma sürecinde liderlik yaptığı MHP’nin gücü kuvveti yerinde, hitap ettiği taban genişlemekte miydi yoksa zaaflarla iyiden iyiye bezginleşen ve iç çekişmelerle huzursuz olup eriyen bir tabandan mı mustarip oluyordu?
Bu soruların cevabını aramaya paralel bir biçimde nasıl olur da 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine MHP ittifakına güvenerek gidiliyor oluşunu ekleyerek ilerleyebiliriz. Unutulmasını isteyenler olabilir fakat Başkanlık referandumunda elde edilen kritik sonucun mezkûr MHP tablosuna yaslanmayla ilişkisi üzerine henüz ortada ciddi bir analiz yapılmadığını kimse unutmuş değil
Siz Kuşatamazsanız Onlar Kuşatırlar
Aksine AK Parti içinde ne zaman bir fikir ayrılığı yaşansa hızla tasfiye yolunu işaret edenler tarafından MHP’nin desteği olağan üstü bir sevinçle ‘en sağlam güvence’ olarak işaretlendi. Buna bağlı olarak beka kaygısını büyüttükçe büyüten ve eş zamanlı olarak ittifak ilişkisinden öteye milliyetçi söylemin ruhunu AK Parti’nin işleyişine egemen kılarak birlik-bütünlüğü sağlayacağını vehmeden bir duruş çıktı ortaya. Artık iyiden iyiye can sıkıcı bir hal alan Mustafa Kemal güzellemelerinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Mustafa Kemal’le özdeşleştirme mizansenlerinin böylesi bir vasatta göverdiğini yine hatırlatmış olalım.
Siyasette farklılaşma ve ayrışma hatta çatışma ne kadar arzu edilmese de her zaman olur, olabilir. Bunları minimuma indirmek belki mümkündür fakat tümden yok etmek hem hayaldir hem de insan fıtratına aykırıdır. Meseleyi ‘ihanet’ sarmalının içine taşımak ilk elde kolay bir çözüm gibi gözükse de orta ve uzun vadede siyaset de toplum da zarar görür bu tür dışlayıcı ithamlardan. Yanlışları vurgulamak, eksiklere dikkat çekmek, tereddütlerin oluşturduğu maliyetlerin altını sitemler eşliğinde çizmek hiç tartışmasız bir hak ve sorumluluktur. Ancak son dönemde ulusalcı-milliyetçi jargonun dindar-muhafazakâr mahalleyi hepten istila eden “işbirlikçi, hain, şunun adamı, bunun uzantısı” vb. yaftalayıcı, itibarsızlaştırıcı ve ötekileştirici söylem ve pratiklerle sağlıklı bir yol yürünemez. Mevcut tablo ve duygu iklimi ilelebet böyle gitmez ki hesaplar sürekli bu tabloya göre sabitlensin.
Cumhurbaşkanlığı görevi hitama erdiğinden bugüne Abdullah Gül’e AK Parti içinde nasıl bir yer verildi veya verilecek? Eğer yer veril(e)meyecekse başarılı olur ya da olmaz ama siyaseti başka bir yerde yapma hakkını hukuken kim, nasıl ve hangi gerekçeyle engelleyebilir? “Bu partide yerin yok ama sakın başka bir partide de kendine yer arama” demek ‘vefalı ol’ çağrısı sayılır mı, makul olarak bir düşünelim. Mesele başarılı olmak veya olmamak değil ilkeli ve kuşatıcı olup olmamakta düğümlenmektedir. Daima özeleştiri çağrısı yapıp, bu işleyiş kimin işine yarar sorusunu sordurup hiç içe dönmemek de ısrar edilebilir ama hayırlı bir sonuç alınamaz.
Sadece Gül değil Davutoğlu’nu ve parti içinde hassas dönemlerde önemli görevler ifa etmiş bir dizi değerli insanı daha fazla kenarda tutmanın bir faydası yok, zararı çok. Üstelik profesyonel olarak hareket eden birilerinin bu insanların haysiyet ve şerefine tasallut etmesine ne zamana kadar göz yumulacak? Milliyetçi-ulusalcı parti ve örgütlere yaslanarak, trollere güvenerek, özgün bir söylem üretip toplumu ikna edemeyen medyaya işi havale ederek elde edilecek sonuç hiç ama hiç istendiği gibi olmayabilir. Kuşatıcı bir birlik ancak çoğulculuğu ve itirazları bütüncül bir maslahat yolunda cem edebilecek bir zeminde yükselir.
Yeni Akit
YAZIYA YORUM KAT