Çocuklarımızın dünyası
Sanki çocuklarımıza bir şeyler oldu!.. Eskiler “sıra saygı kalmadı” diye yakınırlardı.
Şimdilerde “sıra saygı”dan geçtik, neredeyse bir “suçlu çocuklar ordusu”yla karşı karşıyayız. Özellikle liselerimizde çocuk çeteleri, uyuşturucu, kavga, cinayet, intihar kol geziyor...
Lise gençliği sancılı: Çünkü hem sistem bu çocukları ihmal ediyor, hem de aileler.
İki taraf da çocukların yalnızca başarılarıyla ilgili... Sanki kaç aldığı çocuğun kendisinden daha önemli. Düşük not almasını da sonuç veren problemleriyle gerçek anlamda ilgilenen yok.
Çünkü herkes çok meşgul!
Ve herkes çok yorgun (hayat yorgunu)!
Ne öğretmenden sıcak bir yaklaşım, ne anneden şefkat dolu bir ilgi, ne babadan sevgi yüklü bir mesaj: Ev işleriyle, eğlenceyle, para kazanmayla o denli meşgulüz ki, sevmeye bile zamanımız yok.
Çocuklarımız ister istemez yalnızlaştılar. Üstelik problemleriyle nasıl baş edeceklerini bilmiyorlar. Bu yüzden de zaman zaman çaresizleşiyorlar.
Yalnızlıktan beslenen çaresizlikleri sık sık ayaklarına dolaşıyor, çözümsüzlük girdabında bazen yüzüstü kapaklanıyorlar.
•
Ne kadar aksini iddia edersek edelim, ne eğitim sistemi gençleri ciddiye alıyor, ne de aileler. Bağırıp çığırarak, cezalandırarak ya da öğüt vererek onları yanlışlarından arındıracağımızı, her köşede yanan Nemrut ateşlerinden koruyacağımızı sanıyoruz.
Oysa hayatla öğüt çoğunlukla örtüşmüyor. Zaten çocuğun dünyası ile büyüklerin dünyası çok farklı. Büyüklerin hayata bakışı, hayatı anlayışı ile, çocukların hayata bakışı ve anlayışı başka türlü.
Mesela çocuğun hayatını altüst eden problemler, büyükler açısından ilgi ve emeğe değmeyecek kadar küçük sayılabiliyor. Çünkü büyüklerin bazı tecrübeleri vardır.
Oysa çocuklar tecrübesizdirler. Hayatı tümüyle kavrayabilecek birikimleri yoktur. Bu yüzden çabucak paniğe kapılabilir, problemin çözümünü en olmayacak yerde (uyuşturucu ya da intihar gibi) arayabilirler.
Anlayacağınız, her çocuk, küçük bir hatayı tamir için, daha büyük hatalar yapmaya, geri dönülemez yollara girmeye namzettir.
Sonuçta herkes kendi tecrübelerini kendi hatalarıyla oluşturacaktır, bu doğru. Buna izin vermek, ancak telafisi imkansız büyük hatalardan çocuğu koruyacak tedbirleri de almak anne babanın görevi. Bu görevi ifa ederken bunaltıcı olmamak ise işin püf noktası...
Kısaca söylemek gerekirse, anne ve babanın iyi birer gözlemci olmaları lazım. Ayrıca da her akşam çocuğu okumaları gerekir...
“Çocuğu okumak”, davranışlarını incelemek, davranışları arasındaki çelişkileri yakalamak, farklılaşmaları tespit etmek ve bütün bunlardan sonuçlar çıkarmaya çalışmak anlamına gelir. Çocuğunuzu okuyabildiğiniz ölçüde tanıyabilirsiniz.
Aile içi iletişim (biz buna sohbet-muhabbet diyelim) aracılığıyla onların dünyalarına girmek mümkün. Ne var ki, televizyon hayatımıza girdi gireli sohbeti unuttuk…
Anne pembe dizi müptelası, baba maç hastası, ya da bitmez tükenmez ekran gevezeliklerinin doyumsuz müşterisi; çocuklarımızın sorusunu geçiştirirken bile kulaklarımız televizyonda. Aynı çatı altında ayrı dünyaları yaşıyoruz.
Herkes git gide kendi dünyasında daha da yalnızlaşırken çocuklar yapa yalnızlaştı. Üstelik evlerimiz çok asık suratlı! Televizyonun dayattığı eğlence anlayışının dışında (eğlenenleri seyretmekle sınırlı bir eğlence anlayışı) eğlenmek yasak gibi! Neredeyse evde gülmek bile yasak!
Çocuklarımızın eve geç gelmelerinin, hatta hiç gelmek istememelerinin sebeplerinden biri de bu. Çünkü gençler gülmeyi ve eğlenmeyi çok severler. Bu ihtiyaçlarını da aile ortamında giderebilmelidirler. Bunun için televizyona bile ihtiyacımız yok.
Eskiden satranç vardı, dama vardı, üç taş, dokuz taş, on iki taş oyunları vardı, saklambaç vardı, uçtu uçtu vardı...
Televizyon öncesinin uzun kış gecelerinde yaşlılar menkıbeler anlatır, kitaplar okur, zaman zaman da biz gençlerle oyun oynarlardı…
Eğlenme dâhil, her şey aile ortamında yaşanırdı.
Şimdi her şey aile dışında yaşanıyor.
VAKİT
YAZIYA YORUM KAT