1. YAZARLAR

  2. MUSTAFA SİEL

  3. Çocuklara Masallar; 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı İmiş!
MUSTAFA SİEL

MUSTAFA SİEL

Yazarın Tüm Yazıları >

Çocuklara Masallar; 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı İmiş!

21 Nisan 2013 Pazar 22:18A+A-

“23 Nisan 1920’de Ankara’da ulusal egemenliği temsil etmek için açılan Büyük Millet Meclisinin açıldığı tarihe atfen Mustafa Kemal 23 Nisan 1924’te bayram olarak kutlanmasına karar vermiş ve 5 yıl sonra 23 Nisan 1929’da da bayramı çocuklara hediye ettiğinden çocuk bayramı olarak kutlanmaya başlanmış.”

Dikkat buyurunuz bu satırları alıntıladığım Kemalist yazarın mantalitesine. Ulusal egemenlik (milli hakimiyet) adına kurulan bir meclis, bu meclisin kurulması onuruna bayram ilan edilmesine ve bu bayramın çocuklara hediye edilmesine karar veren tek adam. Kemalizm’in ve Kemalistlerin ulusal egemenlik anlayışını ne güzel ortaya koyuyor bu uygulamalar değil mi?

Memleketimizde Milli Hakimiyet ve Millet Meclisinin Geçmişi

Tabi burada bir hususa hiç değinilmiyor. Osmanlıda ilk millet meclisinin 23 Aralık 1876’da, yani Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisinden yaklaşık 44 yıl önce açıldığı, bu meclisin kesintilerle birlikte I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinde 7 dönem faaliyet gösterdiği, İstanbul’un 16 Mart 1920’de işgalinin ardından, işgal güçlerinin baskısı nedeniyle 11 Nisan 1920’de resmen kapandığı hakikati sümenaltı ediliveriliyor bir çırpıda.

Anlayacağınız, İstanbul Meclisi Mebusanının kapatılmasından 12 gün sonra, bu meclisin temsil ettiği milli hakimiyeti devam ettirmek üzere Ankara’da 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılıyor.

Yani hep yutturulduğu gibi, milli hakimiyet 23 Nisan 1923’te değil, aslında 23 Aralık 1876’da açılan Meclisi Mebusan ile temsiliyete geçiriliyor ve bu meclis kesintilere uğrasa da varlığını 23 Nisan 1920’e ve ardından günümüze kadar varlığını devam ettiriyor.

Osmanlı Mebusan Meclisi kesintilere uğradı da, TBMM kesintilere uğramadı mı? Mustafa Kemal ve ekibinin 1923 yılında oluşturdukları ve ölümünün ardından İsmet İnönü liderliğinde 1950’ye kadar devam eden tek adamlık ve tek şeflik şeklinde devam eden 27 yıllık dönemi hadi kesinti kabul etmeyelim. Bu dönemin gerçekten milletin hakimiyetini yansıttığını kabul ediverelim.

Peki 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 askeri ihtilali ile TBMM kesintiye uğramadı mı? Bu arada Meclis fiilen kapatılmadığı için, 1971 muhtırası ile 28 Şubat 1997 örtülü darbesini kesinti kabul etmeyelim yine.

Osmanlı Devrinde Milletin Yönetime Etkisi Cumhuriyet Devrinden Daha Fazla İdi

Bize yakın tarih diye anlatılanlar, ancak çocukların kanabilecekleri keloğlan ve kaf dağı masalları seviyesinde koca koca yalanlardır aslında. 1876’da Osmanlı Meclisi Mebusanı açılmadan önceki dönem öyle dediğim dedik bir saltanat olmadığı gibi, 1876 ile 1920 arası dönemde Meşrutiyet diye adlandırılan, halen İngiltere ve başka Avrupa ülkelerinde devam eden anayasal monarşidir.

Bu dönemde Osmanlı Devleti, en azından görüntüde İngiltere seviyesinde bir milli hakimiyet uygulamasına sahiptir. Görüntüde dememizin sebebi de, milli hakimiyeti padişahların değil, özellikle II. Abdülhamit’in hal’inden sonra ilan edilen 2. Meşrutiyet dönemi boyunca, açık yada gizli olarak devamlı iktidarda kalan İttihat ve Terakki ağalarının halletmiş olmasıdır.

Yani iddia edildiği gibi, bu yıllarda Osmanlı’da görüntüde milli hakimiyet, gerçekte ise İttihat ve Terakki Oligarşisinin iktidarı hüküm sürmektedir. 23 Nisan 1920’de, görüntüde olan milli hakimiyetin tekrar halka iadesi denenmiş ise de, bu süreç 1924’te 2. Meclisin oluşumuyla fiilen sona ererek, iktidar İttihat ve Terakki’nin muhalif kanadı olan Mustafa Kemal ve arkadaşlarına geçmiştir.

Mustafa Kemal Ve Ekibi Aslında Milli Hakimiyeti Tamamen Gasp Etmişlerdir

Yani Mustafa Kemal, 23 Nisan 1924’te mutlak hakimiyetin kendisi ve ekibinin eline geçmesini, ulusal egemenlik diye pazarlayarak bayram olarak dikte ettirmiştir. 1929’ta çocuklara hediye etmesi ise, herhalde bu ulusal egemenlik masalına ancak çocuklar kanar diyedir. Yada, çocuklara ileride geçmişi tamamen unutturarak, bu masalı gerçekmiş gibi yutturacağını düşündüğünden olabilir. Böyle düşünmemişse bile, uygulama bu şekilde gerçekleştirilmiş ve bu gün geldiğimiz nokta da bayağıda tutmuş görünüyor.

İnkılap Ve Cumhuriyet Tarihi Tamamen Çarpıtmalar Tarihidir

Öyle çarpıtılmış bir yakın tarih yazılmış ve yazdırılmıştır ki, Keloğlan ve Kaf dağı masalları hak getire. Güya Mustafa Kemal Meclisi açıp Cumhuriyeti kurmadan önce despotik padişahlar varmış ta, astıkları astık kestikleri kestikmiş. M. Kemal bunların saltanatını yıkarak hakimiyeti kayıtsız şartsız millete armağan ettiği gibi, bununla da yetinmeyerek bu günü bayram ilan etmişmiş.

Az buçuk mürekkep yalamış olan her kes bilir aslında özellikle II.Abdülhamit’in hal’inden sonra padişahların İttihat ve Terakki ağalarının elinde nasıl birer kukla haline dönüştüklerini. İstibdadından dolayı Kızıl Sultan diye hakaret edilen II.Abdülhamit’in hiçbir muhalifini öldürtmediği, en fazla sürgüne gönderdiği sabitken, İttihat ve Terakki ağalarının faili meçhul ve keyfi yargılamalarla sayısız muhaliflerini katlettiklerini.

İttihat ve Terakkinin bu uygulamaları Ankara Meclisinin açılışından sonra da devam etmiş olup, mesela Mustafa Kemal’e sıkı muhalefet eden Ali Şükrü’nün bir faili meçhül ile katledilmesi ile Divanı Harpler ve İstiklal Mahkemeleri vasıtasıyla binlerce muhalifini idamı herkesin malumudur. Nitekim değil idam edilmek, bir gün bile hapis cezası almayacak kadar suçsuz olan İskilipli Atıf Hoca’nın idamı çok bilinen ve bariz bir misaldir.

İş bununla da kalmamış, ulusal egemenlik adına kurulan Meclis, 1924’ten sonra tamamen Mustafa Kemal’in işareti ile aday gösterilen adaylardan seçtirildiği gibi, bu meclisin işlevi de, Mustafa Kemal ve ekibinin işaret gösterdiği şekilde parmak kaldırıp indirmekten ibaret olmuştur.

Milletin Gasbedilen Hakimiyetini Tekrar Ele Alma Gayreti Süreci

Dünya konjonktürünün dayatması nedeniyle ulusal egemenlik 1950’de Adnan Menderes iktidarıyla kısıtlı ve kısmen de olsa (30 sene içinde iyice iğdiş edilmiş ve dönüştürülmüş) ulusa! intikal etmiş ise de, İttihat ve Terakkinin devamı olan gerçek iktidar sahipleri buna dahi tahammül edememiş ve 27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle ulusal egemenliği tekrar gerçek sahibi olarak gördükleri derin devlete intikal ettirmeyi denemişlerdir.

Lakin, bu egemenliğin artık açıktan sürdürülmesinin mümkün olmadığı görülünce, bu kez tekrar görüntüde de olsa ulusal egemenlik ve demokrasi, gerçekte ise derin devletin ordu ve yargı gibi araçlar vasıtasıyla, kendisi ortada görünmeden mutlak iktidarını sürdürmesi cihetine gidilmiş olup, 53 yıldır pata küte devam etmekte olan bu süreç, özellikle AK Parti iktidarıyla derin yara almış ve derin devletin mutlak iktidarı epey sınırlandırılmıştır.

Osmanlıda Milli Hakimiyeti Gasbedenler Padişahlar Değil İttihat Ve Terakki Ağalarıdır

Şunu söylemek mümkündür sanıyorum. Bu millet hakimiyetini, o devirlerin mevcut anlayışı içinde, kısmi ve yetersiz de olsa padişahlar devrinde kullanabilmiştir aslında. Kısıtlıda olsa kullanabildiği bu hakimiyet, II.Abdülhamit’in hal edilmesinin ardından tamamen İttihat ve Terakki kaynaklı derin devletin eline geçmiş, 1920- 1923 arasında kısa bir süre tekrar millete intikal eder gibi olmuşsa da, 2010’lara kadar bu derin devlet hakimiyetin gerçek sahibi olmuştur.

Bu gün gündeme gelen Kürt sorununun çözümü ve yeni sivil anayasa çalışmaları, aslında hakimiyetin kısıtlı ve kısmi de olsa tekrar millete intikali çabalarıdır. Nitekim 1920 – 1923 arasında birinci meclis döneminde de aynı çabaların olduğunu, lakin Mustafa Kemal ve ekibi (derin devleti) tarafından akamete uğratıldığını biliyoruz.

Kürt Sorununun Çözümü Çabaları Hakimiyetin Tekrar Millete İntikali Çabalarıdır

Bu günde Kürt Meselesinin çözülmesine ve hakimiyetin kısmen ve yetersiz de olsa tekrar halka devri anlamına gelen yeni sivil anayasa çalışmalarına karşı çıkanlar, aslında aynı ekibin somut yada soyut devamı ve taraftarladırlar.

Elbette bu çözüm süreci ve yeni anayasa bizim arzuladığımız bir islami yönetim anlayışından uzaktır. Lakin, 90 yıllık laik istibdadın insani ve islami anlayış ve kimliğini dejenere ettiği halkımızın kahir ekseriyetinin de bizim arzuladığımız islami bir yönetim anlayış ve beklentisine sahip olmadığı da açıktır.

Şu anda içinde bulunduğumuz kürt açılımı ve yeni sivil anayasal çalışmaları ile, hakimiyetin kısmi ve kısıtlıda olsa halka intikali sürecinin ve tevhidi islami camiaların bu süreç esnasında islami bilinçlendirme çabalarının neredeyse kaçınılmaz neticesi; halkımızın kahir ekseriyetinin islami yönetim hakkında bilinçlenip beklentiye girmesi ve memleketimizde eninde sonunda islami yönetim biçimine yol açmasına vesile olacak olmasıdır.

Zaten, islami bir çözüm ve yönetime geçilmeyecek olmasına rağmen, kürt açılımına ve yeni sivil anayasa çalışmalarına karşı çıkanlar,  aslında işin neticeleneceği noktayı görerek karşı çıkmaktadırlar. Onların bu panik ve karşı çıkışları, mensubu oldukları dünya görüşleri ve temsil ettikleri kesimler açısından gayet gerçekçi ve isabetlidir.

Kendi Ayağına Kurşun Sıkan İslamcılar

İyi ama, bu sürecin eninde sonunda islamın ve müslümanların lehine gelişecek olduğu aşikar iken, bu sürece karşı çıkan birtakım islamcı kişi ve camialar ne demek istiyorlar. Kürtlerin meşru haklarını almaları ve hakimiyetin kısıtlı da olsa tekrar millete intikalinin islamın ve müslümanların aleyhine olacağını mı düşünüyorlar yoksa? Böyle düşünenler mevcut ulusal laik istibdat rejiminin mi islamın ve müslümanların lehine olduğunu mu iddia ediyorlar?

Elbette islami duruşumuz gereği, islami ölçütlerle doğru bulmadığımız metot, çaba ve süreçlerin bir parçası olamayız. Lakin kendi ilkelerimiz çerçevesinde islami çaba ve mücadelemizi sürdürürken, içinde ve bir parçası olmadığımız, fakat halkın, islamın ve müslümanların lehine işleyen bu sürece; çekincelerimizi ve gerçek çözüm önerilerimizi deklare etmek şartıyla dıştan destek vermek varken,  niçin karşı çıkıp köstek olalım ki?

YAZIYA YORUM KAT