Çingenelerin İnsanlık Arayışı
Türkiye'de Çingene deniliyor ama 30 yıldan beri kendilerine Roman denilmesini daha çok tercih ediyorlar. İçinde yaşadığımız toplumda en çok ezilen, ötelenen, mahrumluk içinde bulunan, örf ve adetleri bilinmediği halde haklarında en çok karalayıcı ithamlar üretilen ve toplumda adeta parya muamelesi gören en önemli kesim veya kavim Çingenelerdir. Aidiyet duydukları kavmî kimliklerini Roman veya Çingene olarak ifade eden bu toplulukla ilgili İslam dünyasında en önemli bilgilere Osmanlı arşivlerinde ve Osmanlı müelliflerinin eserlerinde rastlıyoruz. Haklarında en fazla da "sözlü tarih çalışmaları" ile bilgi sahibi olabiliyoruz. Çingenelerin bilinen bir yazı dili yoktur. Tabii ki sözlü tarih de tarihin bizzat kendisini değil, kanıtlarını varsayım olarak dillendirebilmektedir.
Türkiye Cumhuriyetinde Kemalizm'in ırkçı ulusal kimlik dayatmasıyla ve asimilasyon politikalarıyla karşı karşıya kalan ve Türk'ü, Kürt'ü, Arab'ı, Laz'ı, Çerkez'i vd. ile birlikte kendi dertlerine düşen Türkiye Müslümanları, çoğunluk itibariyle İslam'a aidiyet eğilimlerini tasavvufi Sünnilikten veya Alevilikten yana kurmaya çalışan Çingenelerle dertlerini dinlemek, fikri ve sosyal sorunlarının çözümüne yardımcı olmak noktasında hissedilir ilgiler kuramamışlardır.
Osmanlı müelliflerinden Ahmet Vefik Paşa'nın Lehçe-i Osmani'sinde "Çingene" sözcüğü için şu açıklamalar yapılmıştır:
"Çingene: (is.) Hint'ten zuhur etmiş bir putperest kavimdir. Bir takımı İran'dan Irak'a ve Şam ve Mısır'a geçip onlara gacr, karaçı, kıpti derler, ondan garba ve Endülüs'e ve Frengistan'a yayılmıştır, bir takımına çingen ve çinger denir. Kıpçak yolundan Avrupa'ya geçip Rumeli'ye ve ta Bohemya'ya yani Ceh vilayetine ve ondan her tarafa muntesir olmuştur. Halen ekseri bedeviyyette olup kendileri isimlerine Rumakula derlerdi. Me'vaları/(mekanları) olan Ulah Boğdan'a Romanya denir. Demircilerine lungur, ayıcılarına ursal, çalgıcılarına lavtal. (sf.) Yüzsüz, ceri, hayasız." (1)
Ahmet Vefik Paşa bu bilgileri telif olarak mı derlemiştir, İngiliz Sir Davids Lumley'in Kitab-ı İlmü'l-Nâfi adlı Türk grameri kitabından (2) mı iktibas etmiştir bilmiyoruz ama Romanların dünyaya yayılım haritası açısından bugün de isabetli kabul edilen tespitleri ihtiva etmektedir. Yalnız bu açıklamada Romanların kültürel kimlikleri hakkında yeterli bilgiler bulunmamaktadır. Romanların kültürel kimliği, ya antropolojik okumalarla kavmi aidiyetlerinden kopartılmaya ya da hâkim kimliklere ek olan, egemen kimliklere renk katan garnitür türünden görülmeye çalışılmaktadır. Oysa Romanların da kültürel kimliği, Araplarda, Farslarda, Osmanlılarda, Kürtlerde veya Türklerde olduğu gibi üç evre içinde değerlendirilebilir: a. Cahiliye dönemi, b. İslami dönem, c. Bu iki dönem arasında kimliksel geçiş veya fıtri arayış dönemi.
Murat Kurt, Ali Arayıcı'nın Çingenelerle ilgili kitabını değerlendirirken, Avrupa'da "vatansızlar", "topraksızlar", "unutulmuşlar" olarak vasıflandırılan Romanlarla ve genel sorunlarıyla AK (Avrupa Konseyi), UNESCO (Uluslararası Eğitim, Bilim ve Kültür Organizasyonu), AB (Avrupa Birliği) gibi uluslararası kuruluşların, 1960'lardan beri yakından ilgilendiğini belirtmektedir. (3) AK, 1993 yılında almış olduğu 11 maddelik bir kararla, 2004 ve 2007 yıllarında AB'ye tam üye olan ülkelerde Romanların durumlarını açık olarak dile getirmiş ve "Avrupa'nın kültürel çeşitliliğine katkıda bulunmuş olan Romanların yaşadıkları ülkelerde durumlarının düzeltilmesi gerektiği"ne işaret etmişti. Nisan 1971'de Romanların sorunlarını tartışmak üzere Londra yakınlarında ilk "Uluslararası Roman Kongresi" toplanmıştı. Bu kongreye atfen 1990'dan itibaren de 8 Nisan "Dünya Romanlar Günü" olarak kutlanmaktadır. Türkiye'de de bu yıl "Dünya Romanlar Günü" kutlamaları ile ilgili seçilen yer Babaeski oldu.
Türkiye'de yaşayan Romanlardan yerleşik hayata geçenler veya yerleşik hayata ayak uydurmaya çalışanlar arasında genellikle Sünni-tasavvuf kültürü, göçebe iken Türkmenlerden etkilenenler veya göçebeliği devam edenler arasında da Bektaşi-Alevi kültürü belirleyici olmaktadır. Bir kitap değerlendirmesi/eleştirisi şeklinde de olsa Türkiye'deki İslami camiada -bildiğimiz kadarıyla- Romanlarla ilgili bilgilendirici kapsamlı ilk çalışma Kurt'un 2008 yılında sözünü ettiğimiz yazısı oldu ve bu yazıya Romanlardan bizler için yeni olan ilginç yorumlar geldi. Bildiğimiz ve yaşadığımız kadarıyla Beylikdüzü-Hoşdere, Çanakkale-Gelibolu, Balıkesir-Edremit yörelerinde tevhidi kimliğe yönelmiş Roman kardeşlerimizle sürmekte olan irtibatlar söz konusu olsa da konu hakkında kapsamlı değerlendirmeler yapmak, diyalog veya tebliğ temelli projeler geliştirmek konusunda henüz Romanlar/Çingeneler konusunun ağırlığı Türkiye Müslümanlarının gündeminde hissedilir hale gelemedi. Romanlar konusunun tarihi, kültürü, dil yapısı ve sorunlarıyla daha çok 90'lı yıllardan bu yana, zihinsel olarak AB içindeki paralelleştikleri kuruluş ve çalışmaların da birikiminden yararlanarak ilgilenenler daha ziyade sosyalistler oldu. Ancak konu kapsamlı olarak ilk defa "Açılım Politikaları" kapsamında 14 Mart 2010 günü İstanbul Abdi İpekçi Spor Salonu'nda "Roman Açılımı" başlıklı toplantıyla Türkiye geneline duyurulmuş oldu. Bu toplantıda Başbakan Tayyip Erdoğan şunları söylemişti:
"Ben Kasımpaşa Kulaksız'da siz değerli kardeşlerimizle büyüdüm. Sizlere şopar derler, elekçi, apdal, mırtip, bala, paşa, gurbet, aşık, cano, şigan da derler cipsi de derler. Kimileri cingan der kimileri de Çingene der. Kim ne derse desin. Ne lakap takarsa sizler dostsunuz, yani insansınız. Sizler cansınız. Benim Roman kardeşlerimsiniz. Hangi çocuk, hangi şopar, annesinden babasından dolayı dışlanabilir. Meyve ne kadar koyu renkliyse o kadar olgundur. Romanlar Fatih Sultan Mehmet'in fermanıyla İstanbul'da koruma altına alınmıştır. Sultan Selim'in fermanıyla Romanlardan vergi alınmamıştır."
Erdoğan konuşmasında Romanları yaşadıkları iptidai şartlardan kurtarmayı düşündüklerini, kendilerini TOKİ vasıtasıyla bir yıl ile 16 ay içinde ev sahibi yapmak istediklerini ve evlerinin de fiyatını çok küçük taksitlerle ödeyebileceklerini belirtti ve ayrıca şu vurgularda bulundu: "Yoksulluğu, eğitimsizliği bitireceğiz. Devletin kadrolarında Roman vatandaşlarımıza yer yok diyen ilkel zihniyeti ayaklar altına aldık ve alıyoruz."
Çingeneler, Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren Türk devlet mekanizmasının içinde potansiyel suçlu olarak görülmüş, bu bağlamda 14 Haziran 1934 yılında yürürlüğe giren 2510 sayılı "İskan Yasası" ile kuşku, nefret ve düşmanlık hisleriyle muamelelere maruz kalmışlardır. Yaşanan bu haksızlıkları düşündüğümüzde tabii ki Başbakan Erdoğan'ın Romanların insanlık arayışında fiziki şartlarının ve sosyal statülerinin düzeltilmesi için vaat ettiği öneriler, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde "eşitlik" ilkesi açısından oldukça önemlidir ve ilktir. Ancak Romanların da tüm Türkiye insanları gibi hayatı değerlendirmek, fıtrat ve adalet temelinde anlamlandırmak açısından arayışları "müziğiniz, eğlenceniz daim olsun, bahtınız her daim açık olsun" sözleriyle karşılık bulamaz. Tabii ki meşru ölçüler içinde hayatın nimetlerinden yararlanacağız. Ama kapitalist tüketim kültürünün "nimet" diye bize dalıp gideceğimiz ve insani sorumluluklarımızı unutacağımız değişik tuzaklar kurduğunu veya bu tür tuzakları teşvik ettiğini unutmamalıyız. Erdoğan'ın "fırsat eşitliği" ilkesi açısından ortaya koyduğu açılım, sadece Türkiye sisteminin kör, köhne ve tıkanmış yapısını aşmak için zaten olması gereken bir hamledir. Ama biz Müslümanlar için daha büyük hamle hedefi, kimliğimizi cahili küresel ve yerel sistemin kirlerinden ve zulmünden arındırmak, adalet arayışı içinde olan insanlarla birlikte fıtrat ve vahiyle buluşmak konusunda olmalıdır.
Ayrıca Türkiye Roman Dernekleri Federasyon Başkanı Erdinç Çekiç, TOKİ konutlarıyla çözüm yolu aranmasını önemsiyor ama aynı zamanda Romanların yaşadıkları mekânların iyileştirilmesini ve Roman kültürünün korunması konusunu temel bir sorun olarak görüyor. "Roman açılımı bir partinin siyasi yaklaşımı mı yoksa devlet politikasında bir değişimin sonucu mu?" diye soruyor ve ekliyor: "Romanlar tüm kurumlarda yer alabilecek mi, seçme ve seçilme haklarını özgürce kullanabilecek mi, kendilerini ilgilendiren konularda söz sahibi olabilecek mi? Bütün bunlar nasıl sağlanacak?" (4) Aslında Türkiye Cumhuriyeti'nde yasal olarak eşit ve güvenceli olmak isteğinin karşılığı veya hedefi, Kemalist sistemin altın tepsi içinde sunacağı bir lütuf değil, zulüm ve yasak duvarlarını çökerte çökerte ilerlenecek bir menzil olmalıdır.
Çingene mi Roman mı?
Haksöz-Haber sitesinde Kurt'un yazısına Esenyurt Hoşdere'den "Muvahhid Bir Çingene" başlığıyla yorum yazan Erol Karakaya kardeşimiz şunları söylüyordu:
"Neden bu kadar taassup? neden insan olarak göremiyorlar bizleri.. neden kişilerin ve ideolojilerin olayların arkasından bakıyorlar. neden içine girmeden yüzeysel, sığ tartışmalarda boğuluyorlar.. el uzattınız da ellerinizi mi tutmadık.. doğruyu öğrettiniz de yaşamadık mı? insan yerine koydunuz da insan mı olmadık?. gerçekte eksik olan biz miyiz yoksa sizin bakışlarınız, düşünceleriniz mi?.. oysa biz tanıyıp tanımadığımız herkese sevgiyle yaklaşıyoruz.. kimseyi dışlamıyoruz. bizi tanıyan bilir arkadaş. bizi tanımaya başlayanın söylediği şudur 'sizin dışınız Çingene içiniz Müslümanmış.. bugüne kadar keşfedemediğimiz cevherlerle dolu bir maden gibiymiş..' bilal-i habeşler, zeydler gibi dışlanmış ama İslam'a da en çok hizmet etmiş kişileriz. gelin bizi tanıyın.. anlayacaksınız...."
Prof. Dr. Ali Arayıcı ise kitabına "Edirneli Bir Çingene"den aktardığı bir yakınma ile başlar: (5)
"Ezilmişiz çünkü örgütlü topluluk değiliz biz. Sanki dünyanın bütün namussuzluklarını biz yapıyormuşuz gibi muamele görmüşüz. Bizim de bir dil yapımız var. Doğamıza uygun yaşama biçimimiz var. Ama her şeyden önce insanız. İnsan olduğumuzu kabul ettirmek için, Çingeneliğimizi inkâra kalkmışız. Maddi gücümüz yok, eğitimimiz yok, kültürümüzü değerlendiremiyoruz. Bir can derdi, bir boğaz derdine düşmüşüz. Öyle de gidiyoruz."
Arayıcı, Çingene azınlığının gerçek yönlerini olabildiğince açığa çıkarmak, bunlar üzerindeki önyargıları çürütmek ve çözüm arayışında bulunmak kaygısıyla kitabını yazdığını belirtiyor. Çingenelerin dünyadaki toplam sayılarının 40-45 milyon arasında değişmekte olduğunu, bunların 30 milyonu, anavatanları Kuzey-Batı Hindistan'ın Penjab, Rajasthan ve Banjara eyaletlerinde; 10-13 milyon arasında değişen bir kesiminin ise Avrupa'da ve geri kalanının ise dünyanın değişik ülkelerinde yaşamakta olduğunu belirtiyor. Tabii ki bu rakamlar resmi değil tahminidir. Zira nüfus sayımlarında yerleşik hayata geçmiş ve asimile edilme sürecini yaşayan birçok Çingene ya da Roman, toplumsal statülerini ve imajlarını yükseltebilmek için kavmî kimliği yerine, içinde yaşadığı toplumun ulusal aidiyeti ile kendisini ifade etmektedir. Bu bağlamda Türkiye'de göçebe, yarı yerleşik ve yerleşik olarak 480 bin ile 750 bin arasında tahmini Çingene nüfusu bulunduğu tartışılmaktadır. Çingenelerin/Romanların Kuzey Hindistan ve Pakistan dışında en kalabalık olarak yaşadıkları ülke ise 2 milyon 500 bin nüfusla Romanya'dır. Tarihi adı Ulah Boğdan olan bu bölgenin yeni adı da Romanlarla irtibatlandırılmaktadır.
Son derece düşük hayat şartları içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan Çingeneler, özünde ırkçı ve asimilasyoncu eğitim ve öğretim politikaları sonucunda yaşamak zorunda kaldıkları Macaristan, Türkiye, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, İspanya ve Fransa gibi ülkelerde, o ülkelerin dillerinin, dinlerinin, gelenek ve göreneklerinin son derece etkisi altında kalmışlardır. Çingeneler hangi ülkede yaşıyorlarsa yaşamış oldukları ülkelerin resmi ya da yerel dilleriyle iletişim kurmaktadırlar. Asıl anadilleri ise "Romani" dilidir.
Çingeneler, kendi orijinlerinin neresi olduğuna dair kafa yormamaktadır. Çiganologlar ise Çingenelerin büyük bir ihtimalle Kuzeybatı Hindistan kökenli oldukları üzerinde durmaktadır. Hindukuş Dağları'nın vadilerindeki Kuzeybatı Hindistan ve Kuzeydeki Hint sınır eyaletlerinin Çingenelerin köken mıntıkaları olduğu üzerinde durulmaktadır. Bu mıntıkada bugün Hintçenin Dardu şivesi konuşulmaktadır. Çingenelerin konuştuğu dilin, Kuzeybatı Hindistan'da konuşulan Darduca ile yakın bir bağının olduğu ise tespit edilmiştir.
200 yılı aşkın bir zamandan beri Çingeneler üzerine yapılan dil karşılaştırmaları, onların büyük ölçüde Hintçe ağırlıklı dillerinin olduğunu göstermektedir. Günümüzde ise antropolojik, etnolojik ve filolojik araştırmaların ışığında Çingenelerin Hindistan kökenli oldukları kesin bir şekilde ileri sürülmektedir. Çingenelerin tipolojik ve dil yapılarından hareketle Hintli olduklarına hükmedilmesinin yanı sıra, antropolojik olarak da onların arîler öncesi Hindistan'ın yerlileri olduğu kanaatine varılmaktadır. Buna göre Romanların atalarının yaşadığı yer "Sind" (Haydarâbâd) civarıdır. Onların çeşitli sebeplerden dolayı kendi topraklarını terk etmeleri ve göçebe olarak yaşamaya başlamaları, sabit yerleşim yerlerini terk etmeye zorlamıştır. Göç olayında savaşlar, tehcir, takip ve tarımsal nedenler gibi dış sebepler mevzubahistir. Küçük grupların göçü, ilk olarak M.S. V. ve VII. yüzyıllar arasında gerçekleşmiştir ve daha sonra ise Müslümanların İran ve Hindistan'ı fethettiği VII. ve X. yüzyıllar arası olmuştur. Göçün sonuncu halkası, X. ve XIII. yüzyıllarda Gazneli Mahmud ve onun halefleri döneminde gerçekleşmiştir.
Oldukça geniş coğrafyalara yayılan günümüzdeki bütün Çingeneleri de tabii ki saf Hintli olarak telakki etmek doğru değildir. Zira uzun göç süresince onlar, yabancı unsurlarla da karışıma maruz kalmıştır. Güncel yaşamda konuştukları diller, bulundukları toplumsal yapılara göre çeşitli değişiklikler ve farklılıklar göstermektedir. Bütün Avrupa Çingenelerinin lehçelerinde Ermenice, Türkçe, Yunanca ve Slovakçadan alınmış kelimeler hatta Arapça kelimeler mevcuttur. Ancak bütün bu göçmen kabilelerinin konuştukları ortak dil "Hint-Arî" dili özellikleri göstermektedir.
Leiden Üniversitesi'nde 1750 tarihinde yapılan bir araştırmada Viyana Çingenelerinin dili ile Hint dili Sanskritçe arasında benzerlik görülmüştür. Romani dili tarih ilerledikçe 100'den fazla diyalektik barındıran bir dil haline gelmiştir. Ama Romaninin diyalektik biçimlerindeki birtakım farklılıklara rağmen, Brezilya'da yaşayan bir Rom İsviçre'deki bir Rom'u anlayabilmektedir. (6)
Suat Kolukırık'ın alan görüşmelerinde kendini Goca (Çingene olmayan) olarak görmeye başlayanlar bile Romaniden örnekler verebilmekte olduğunu belirtmektedir. Toplum kültüründe kendilerine yönelik ön yargı ve aşağılama tavrı karşısında bir Çingenenin kendileri ile ilgili durum tespiti dramatiktir: "Çingene adı insana diken batar gibi batıyor, Roman kelimesi bile azap veriyor, ürkütüyor anlıyor musun?"
Örneğin İzmir Tarlabaşı'nda yaşayan (Lozan Anlaşması'na bağlı olarak mübadeleyle Selanik'ten göç ettirilen Çingenelere verilen mevkiin adı) ama Çingeneliğini gizleyen bazı kişiler, muhabbet derinleştikçe en iyi Romaniyi kendilerinin konuştuğunu ifade edebilmektedirler. İşte Kolukırık'ın kurduğu diyalogu geliştirince Tarlabaşılı Romanın kullandığı ifadeler:
"Çingeneceyi konuşmakta yarar var. Ancak güzel konuşmalı. Bazılarımız güzel konuşmuyor, kızıyorum. Çingeneceyi adam gibi konuş. Dilimiz eridi. Bizde unutuluyor. Bursa Mustafa Kemalpaşa'da iyi konuşuluyor… Gerektiğinde dili kullanıyoruz. Mesela bir işe gittik. Hamal Roman, Gacoya soramıyor, bana soruyor, 'Kiti ti Mangov?' [Kaç para isteyeyim] ben söylüyorum. Annem Türkçe bilmez. Ben anlarım ama konuşamam. Çocuklarım ve torunlarım nasıl öğrendiler Çingeneceyi bilmiyorum. Mesela torunuma Çuri'yi getir diyorum yani bıçağı getir diyorum, getiriyor. Bir gün ona "nana laço çavo" yani bu çocuk yaramaz dedim. O bana sensin yaramaz dedi. Buradakiler iyi Romanca konuşamaz. Sen Bursa Kemalpaşa'ya gideceksin. Onlar Türkçe konuşamaz [Romanca konuşur]." (7)
Roman kelimesi, Romani dilinde rom "koca" kelimesiyle ilişkilendirilmekte olup Sanskritçe rama (रम) ramaṇa (रमण) aynı anlama gelmektedir. Türkçede Roman halkını tanımlamak için kullanılan Çingene kelimesi ise Yunanca tsinganos (τσιγγάνος) kelimesinden ödünçlenmiştir. Kelimenin kökeni Eski Yunancada "Mısırlı" anlamındadır. Eski Yunanlılar Roman halkının Mısır kökenli olduğuna inandığından bu tanımı kullanmaktaydı. Bu nedenle Osmanlı ve Anadolu Türkçesinde Roman halkını tanımlamak için kullanılan terimlerden birisi de Mısır halklarından birisinin adı olan Kıpti'dir.
Çingenelerin dil ve menşeleri üzerinde çalışmış olan XIX. yüzyılın en meşhur filologlarından A. F. Pott ve Franz Miklosich; Çingene isminin, Hint kast sisteminin en alt tabakasının müzisyen ve şarkıcıları olan "Doma" veya "Domba"lardan geldiği görüşündedirler.
Parisli dil araştırmacısı Jan Kochanowski ve Pencablı W. R. Rishi, "Rom" (Çingen) kelimesini, Ramayana ve Mahabharata destanlarının efsane kahramanları "Rama" ile irtibatlandırmayı denemişlerdir.
İran'daki Çingeneler arasında "Rom" ifadesi bilinmemektedir "kevlî" kelimesi kullanılmaktadır. Ermenistan'da "Lom", İspanya'da insan ve kara gibi anlamlara gelen "Kalo" (çoğulu Kale), İtalya ve Almanya'da ise "Sinto" (çoğulu Sinti) şeklinde ifade edilmektedir.
Türkiye'de bu Hint kökenli göçmenler halk tarfından "Çingene" genel adıyla anılmaktadır. Lâkin yörelere göre de onlar çeşitli şekillerde adlandırılmaktadır: "Roman" (Batı Anadolu ve Trakya), "Mutrib" (Van ve Ardahan civarı), "Elekçi" (Orta Anadolu), "Poşa" (Erzurum, Artvin, Erzincan, Bayburt ve Sivas), "Esmer vatandaş", "Köçer". "Arabacı" (Anadolunun pek çok yerinde), "Sepetçi" (Akdeniz ve Ege Bölgelerinde), "Cono" (Adana'daki Çingeneleri ifade etmek üzere kullanılmaktadır). Ayrıca, "Kıptî" kelimesi de çok yaygın bir şekilde kullanılmaktadır.
"Rom" kelimesi Sanskritçe "dom" kelimesinden türetilmiştir. İspanyol Çingenelerince kullanılan "Kalo" kelimesi ise tıpkı Hintçede olduğu gibi "siyah" anlamına gelmektedir. Bundan dolayı Çingeneler ana vatanlarının dillerine sadık kalarak kendilerine Roman tabirini kullanmaktadır. Aynı şekilde bunlar Avrupa'da "Rom", "Roma" genel adı altında anılmaktadır. (8)
Romanların Sosyal Yapıları ve Meslekleri
Siyonist İsrail'in kuruluşundan önceki Yahudiler gibi ülkesiz bir toplumsal yapıyı oluşturan Çingeneler, yaşamış oldukları ülkelerde ırkçılık, yabancı düşmanlığı, ayrımcılık şeklinde her türden baskıyla karşı karşıya kalmışlardır. Yüzyıllardır devam eden seyahatlerine rağmen Çingeneler, kendi geleneklerinin; -lehçe ve kelime kullanımları çeşitlenip farklılaşsa da- ana dillerinin izlerini taşımışlardır. Çingenelerin geleneksel sosyal organizasyonlarının en önemli alâmeti; her ülkenin şartlarına küçük gruplar şeklinde uyum sağlayabilme kabiliyetidir.
Dünyada yaklaşık olarak 60 kadar Çingene grubu (boyu) vardır. Farklı isimlerle tanımlanan Çingene guruplarında "Tséra", "Vista" ve "Nátia" olmak üzere üç değişik seviye tespit edilmiştir:
a. En küçük sosyal birlik; büyük aile, yahut eklemlenmiş aile "Serha" olarak adlandırılmaktadır.
b. Yakın akrabaların oluşturduğu birçok "Serha", Rumence "üzüm salkımı" yahut "kök ağacı" anlamına gelen bir kelimeden türetilmiş olan bir "Vista"yı teşkil etmektedir ki, bunun Türkiye Çingeneleri arasındaki ifadesi "Aşiret"tir. 19. yy'dan itibaren Avrupa'da 10-100 aile arasında değişen Çingene toplulukları şefler seçmeye başlamıştır.
c. "Natia" yahut "Rasa" ise Türkçedeki ifadesiyle soy veya kabileye tekabül etmektedir ki ABD'de varlığını hâlâ devam ettirmektedir.
Bütün dünya Çingenelerinde/Romanlarında olduğu gibi, Türkiye Çingenelerinde de bir erkek çocuk 12 yaşından itibaren "çav" (çavo), kız çocukları "çay" olarak isimlendirilmektedir. Bu yaşlardaki genç kız ve erkekler, birlikte yıkanabilmektedir. Ancak çocukluktan sonra oğulları "çavbaro" olarak isimlendirilmektedir. Yani "delikanlı" olmaktadır. Adet görmeye başladıktan sonra bir genç kız "çaybari" yani "büyük genç kız" olarak isimlendirilmektedir. Artık bu andan itibaren genç kız ve genç erkekler cinsiyet ayrımına sıkı sıkıya uymaktadırlar. 1985 verilerine göre kızlarda evlilik yaşı 13 yaşından sonra, erkeklerde ise 15 yaşından sonra başlamaktadır.
Çingeneler, kendilerini Çingene olmayanlardan (Gaco) ayırmaktadırlar. Bu ayrımın çeşitli sebepleri vardır. Ancak ayrımdaki en önemli etken, Çingene kültür ve geleneğinin muhafazası içindir. Bu sebeple onlar "endogamik evlilik" (iç evlilik, grup veya akraba evliliği) şeklini tercih etmektedirler. Eğer bir kız, Çingene olmayan (Gaco) bir erkekle evlenirse, ailesinin prensiplerini inkâr ettiği gerekçesiyle gruptan ihraç edilmektedir. (9)
Romanlar göçebe yaşadıkları ve tarım toplumu evresinin hakim olduğu dönemlerde, çoban ve yerleşik kabilelerin baskısı nedeniyle daha ziyade toplayıcılık, avcılık ve göçebe zanaatçılık meslekleriyle ilgilenmişlerdir. Zanaat olarak sepetçilik, demircilik, kalaycılık, elekçilik, çalgıcılık gibi temel meslekleri icra etmişlerdir.
Romanların Ortaçağ tarihinde gezici esnaf ve sanatkârlar olarak çok önemli rol oynadıkları ve metalürjinin mucidi oldukları bilinmektedir. Ege adalarındaki demirciler ya da nalbatlarla irtibatları kurulur ve Hindistan'dan Yunan adalarına gelmiş oldukları üzerinde durulur. Bu yaklaşımın Hint destanı Mahabharata'da izleri bulunmaktadır.
Dinî Aidiyetleri ve Örfleri
Prosper Mérimée'nin meşhur romanı Carmen'de Çingenelerin dinî aidiyetleriyle ilgili şu tespitler yapılmaktadır: "Kıptî seciyesinin şayanı hayret bir diğer noktası da onların din hususundaki lakaydiliğidir... Bulundukları memleketlerin dini onların dinidir! Onlar memleket değiştirdikçe din de değiştirirler." Bu yaklaşım fazla bir genelleştirmedir. Zira hayatlarını inandıkları kitabî dinlere göre tanzim eden Çingeneler de mevcuttur. Ana kabulleriyle Avrupa Çingenelerinin Hıristiyan oluşu gibi, Türkiye Çingeneleri de Müslümandır. Aralarında İslâm'ı gönülden kabul edip, bu dinin emir ve yasaklarına uyanları mevcuttur. Ama kitabî dinlere aidiyetini belirttiği halde kendi geleneklerindeki dinî inançları yaşatanların sayısı da az değildir. (10)
İslam veya Hristiyan dairesi içine girmeyen Çingenelerin özel bir dinleri yoktur ama diğer pagan halkların kültürüne benzer şekilde bazı renkleri, ağaçları, dağları, balıkları, yabani hayvanları ve insanları (özellikle de kadınları) kutsal olarak kavim sembolü ve simgesi olarak kabul ederler. Ya da İslam veya Hristiyan din dairesinin içine girseler de bunlardan çoğunluğu Alevi kültünde veya "Halk İslamı"nda olduğu gibi yeteri kadar eski kimliklerinden arınamadıkları için bazı cahili sembol ve telakkileri beraberlerinde taşımaktadırlar.
Çingenelerin göçleriyle birlikte beraberlerinde getirdikleri ve hala yaşattıkları dinî anlayışları arasında; "Atalara Saygı", "Yüce Varlık ve Karşıt Güç İnancı", "Ana Tanrıça ve Korkulan Tanrıçalara Tapınma" ve bunlarla bağlantılı olarak "Hac", "Kehanet/Falcılık" ve "Rituel Temizlik Tasavvurları" gibi önemli birçok açıdan Doğu, bilhassa Orta Asya özelliklerini bulundurmaktadırlar. Bunları Hinduizmle irtibatlandıran araştırmacılar da vardır.
Çingenelerin yüce varlık (devel, odel) ve karşıtı olan Şeytan (o bengh) tasavvurunun, ilk dönem Hıristiyanlıktan mı yahut İran'daki erken dönem Zerdüştî ya da Maniheist inançlarından mı kaynaklandığı şimdiye kadar aydınlatılamamıştır. Tanrıçaların merkezinde dünyanın yaratıcısı, koruyucusu ve yok edicisi olan "Durga" bulunmaktadır. İlahilerde o, "büyük ana" ve "dünyanın ebedî anası" olarak takdim edilmektedir. Çingenelerce büyük bir ehemmiyet verilen bir diğer tanrıça ise "Kara Sara"dır. Bu tanrıça günümüzde Hıristiyanların bakire "Meryem Ana" motifine çok benzemektedir.
Çingenelerin batıl inançlarının başında "mulo" (ölü) ile ilgili inançlar gelmektedir. Bu inanışa göre "mulo", çok farklı görünüm şekillerine sahiptir ve sadece geceleri görünmektedir. Eğer birine ölü ruhu göründüyse, onun hemen besmele çekmesi veya Hristiyansa haç çıkarması gerekmektedir. Bir başka Çingene inanış ise başkasının saçını okşama durumlarında, okşanandaki gücün okşayana geçeceği inancıdır.
Çingene kültüründe yeni doğum yapan kadına yemek pişirtilmemekte ve eline süpürge alarak temizlik yaptırılmamaktadır. Onların "Temiz ve Pis" inançları dolayısıyla yeni doğum yapan ve ay hali gören kadının, pis olarak kabul edildiği süre zarfında yatağı ailenin diğer bireylerinkinden ayrılmaktadır. Ona, yemek yaptırılmadığı gibi, kendi üzerindeki murdarlığı (pisliği) bulaştırmaması düşüncesiyle, hiçbir surette temizlik yaptırılmamaktadır… Bütün Çingene aileleri, temiz ve pisi birbirinden tam bir şekilde ayırmaktadır. Bu kurala bağlı olarak bir Çingene kesinlikle pis (márimé) olan bir şeye dokunmamalıdır. Aynı kural Avrupa Çingeneleri için de geçerlidir. Hastalık da pis olarak kabul edildiği için, hastanın kullandığı yiyecek malzemeleri sağlıklı olanlarınkinden ayrı tutulmaktadır.
Batıl itikatlardan birisi de sabahleyin yatağından sol ayağıyla kalkan kişinin katiyen kavga yapmayacağı inancıdır. Geceleri uyuyamayan kişiye cadılar oyun etmektedir. Böyle durumlarda ayağa kalkılmalı, bir bıçak alınarak yere atılmalıdır… Hemen hemen bütün Çingene geleneklerince kedi ve köpek "murdar" (márimé) olarak kabul edilmektedir.
Çingene mitolojisinde dünyanın ve esmer insanın yaratılışı şöyledir: "Başlangıçta su yoktu. Tanrı Devel, orada kumu yarattı. O, bu kumdan yeryüzünü şekillendirdi. Bütün erkek ve kadınları, Manuşlardan ayrı olarak bu ağaçtan yarattı. Tanrı her şeyi yarattığında işini beğendi ve ondan memnun oldu. Kısa bir müddet sonra bazı eksiklerin olduğunu hissetti. Uzun uzun düşündükten sonra, yaratılış tacının eksik olduğunu fark etti. Bu yaratılış tacı; gerçek adam=rom ve gerçek kadın=romni idi. Böylece Tanrı, herkesten farklı olarak Çingeneleri yarattı. Fakat Devel, çingeneleri diğer insanlardan farklı bir şekilde yarattı." (11)
Yatır ve türbeler Çingenelerin hürmet ettikleri mekanlardır. Bektaşîliği benimseyen Çingenelerin, vazgeçilmez ziyaret yeri "Hacıbektaş"tır. Çingeneler 6 Mayıs'ta kutlanan yöresel Hıdrellez kutlamalarıyla, kendi mitolojik "Kakava" şenliklerini birleştirmişlerdir. Bu bayram, bir meyve ağacının, genellikle de armut ağacının etrafında yapılmaktadır. (12) Etrafında kutlama yapılan ağaç, bu bayramdan sonra "Bibi" adını almaktadır. Bayramdan önce ağaç, çiçeklerle ve kırmızı bantlarla süslenmektedir. Bayram günü, Çingeneler bu süslenmiş ağacın etrafında bayram yemeği için toplanmaktadır. Balık, pilav, fasulye vs. yiyecekler ve alkollü içkiler yere yayılmaktadır. Sonra "Bibi"nin Çingenelere sağlık ve mutluluk vermesi için dua ve ilahilerden sonra bayram kutlamaları başlatılır. Aynı tarihe gelen eski Anadolu halkları arasında da yaşayan Hıdrellez günü de Hızır ve İlyas'ın buluşma günü olarak takdim edilip merak uyandırılmaya çalışılır. "Hızır kültü"ne bağlı bu inanca göre de baharda aramızda dolaşan Hızır bolluk ve sağlık dağıtmaktadır. Tanrıça "Bibi"ye saygı maksadıyla yapılan ve eski "Ağaç Kültü"nün yaşatılması olarak tanımlanan bu bayram, yerleşik Çingenelerce büyük ölçüde terk edilmiştir.
Romanların kültürel kimliğinin, Araplarda, Farslarda, Osmanlılarda, Kürtlerde veya Türklerde olduğu gibi cahili, geçiş dönemi ve İslami olarak üç evre içinde değerlendirilmesi gerekliliğine daha önce işaret etmiştik.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde Fatih Sultan devrinde kayıtlara geçmiş "Rumeli Etrâkının Koyun Adeti ve Çingene Kanunnamesi" başlıklı belgede, vergiden muaf tutma gibi teşviklerle Çingenelerin Müslümanlaştırılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. II. Abdülhamid döneminde de 27 Ocak 1891'de Zaptiye Nezareti'ne sunulan bir raporda, Çingenelerle ilgili zina iddiaları ve ensest hikayelerin efsane olduğu belirtilerek, "İddianın bir kavme yaygınlaştırılamayacağı, İslamiyet'i kabul etmişlerin önceki hallerine bakılmaksızın dostluk ve kardeşlik gösterilmesi gerektiği" vurgulanmaktadır.
Lozan Anlaşması sürecinde Selanik Çingenelerinin önemli bir kısmı İzmir'e göçmüştür. Sözlü anlatım aktarımlarına göre "Selanik'te Müslümanları, Türkleri kesecekleri söylendiği için biz kaçtık" denmektedir. Çingeneler Müslüman oldukları için kaçmışlardır ama Türk ulusçuluğunun dayatıldığı bir dönemde de korunmacı ve sığınmacı bir tutum alarak İzmir-Tarlabaşı Çingeneleri daha ziyade kendilerini Türk/Müslüman olarak tanımlayarak, Türk olarak algılanmak istemişlerdir. Bu korunmacı tutum Bulgaristan Çingeneleri için de söz konusu olmuştur. (13)
Romanların İstekleri ve Görevlerimiz
Türkiye'de Kemalist, jakoben laik ve sosyalist çevrelerde, Müslümanların Çingenelerin sosyal ve kültürel meseleleriyle ilgilenmelerinden rahatsız olanlar bulunmaktadır. Bu çevrelerin Çingeneler "Şeriatçıların etkisinde kalıyorlar" diye telaşa kapılmaları da dikkat çekicidir. Oysa dindarlık içgüdülerine cevap bulmak için davranan Türkiye'deki Çingeneler, şeriata veya Kur'ani bir İslam anlayışına yönelmekten çok, tarikat ve tasavvuf çevreleriyle buluşmaktadırlar. Oysa Müslümanların geneli ve ayrıca tevhidi uyanış çevreleri, saman alevi gibi parlayan bazı girişimler dışında, özellikle sosyal yapı, kültür ve statü farklılıklarını aşıp Çingenelerle diyaloga geçecek ortak bir dil ve tarz henüz üretebilmiş değillerdir. Çoğumuzun gözünde bir Çingene hâlâ ısrarla mendil veya çiçek satan, arabalarımızın camını silen, bohçacılık veya hurdacılık yapan, kirli işlerle uğraşan ve emin olunmayan bir insani obje olarak görülmektedir. En başta Müslümanlar için bu yaklaşımdaki kabullerin bir baştan savma halini ifade ettiğini, İslami ölçülerimize göre değil, sosyal statülerimize göre oluştuğunu belirtmemiz gerekir. Bu baştan savmacılık, biraz da tevhidi ilkelere tutunan Müslümanların henüz onları içlerine davet edecekleri örnek ve yeterli bir sosyal model oluşturamamalarından da kaynaklanmaktadır.
Çingenelerin Türkiye Cumhuriyeti'ndeki temel sorunlarının, Kürtlerin veya diğer Müslüman öbeklerin sorunlarından pek de farklı olmadığını Ali Arayıcı kitabında, "Türkiye Cumhuriyeti tek kimlik, tek dil ve tek kültür anlayışı üzerine kurulmuş; Müslüman kökenli etnik gruplar, ulusal [kavmi olmalı] ve kültürel azınlıklar bu çatı altında asimile edilmeye çalışılmıştır" cümlesiyle özetlemektedir. Oysa tüm zaaflarına rağmen Osmanlı sistemi hiçbir zaman Çingeneleri asimile etmeye çalışmamıştır. Yukarıda işaret ettiğimiz II. Abdülhamid döneminde Zaptiye Nezareti'ne verilen raporda, Çingeneleri cehalet ve sefaletten kurtarmaya yönelik tedbirlerin gündemde olduğu anlaşılmaktadır. Çingene sorununun son dönemlerde AK Parti Hükümeti ile birlikte gündeme getirilmesinde, fıtri yönelimler yanında herhalde biraz da AB'nin geçen yıllarda Türkiye'ye Çingeneler için yaptığı 8 milyon Euro'luk hibenin rolü de müessir olmuştur diye düşünebiliriz.
Murat Kurt'un yazısına yorumlar yazan İzmir Fayton Derneği Başkanı ve Ege Roman Dernekleri Federasyonu İzmir Temsilcisi Gökmen Dunar, Romanlar içersinde yüksek eğitimi görebilmiş kişilerin kendilerini gizlemesinden rahatsızlığını ifade etmektedir. Toplumun bakış acısını ve beyinlerindeki ön yargıları silmenin zor olduğunu belirten Dunar şunları söylemektedir:
"Kendinizi saklamayın. Toplum sizleri sistem içersinde barındırmak istemese de, kendinizden ödün vermeyin ve gerçekte ne olduğunuzu ifade edin; çünkü bende eğitimli biriyim ve gördüm kadarıyla saklamak yerine kabullenmek daha kolaydır. Tabii ki haklısınız; ama sizleri tanıyan çevreniz bir gün gelir sizlerin ne kadar güzel olduğunuzu görüp kendinden utanır. Ben Roman'ım demek güzeldir. Bunu saklamak yerine haykırın; çünkü bizlerin tarihi 900 ile 1100 yıllarında başlayan bir yaşam öyküsüdür." Bu konuda insaniliği arayan Romanlar, ironik bir dille amaçlarını şöyle ortaya koymaktadırlar: "Amacımız, buçuğu, tam yapmak…"; yani insan olarak algılanmak.
Çingeneler 20. yy. cahiliye çağında materyalist bir propagandaya muhatap olmakla birlikte, herhalde kavmi özelliklerini yaşamak ve geliştirmek imkanına en çok Eski SSBC'de kavuştular. Moskova'da Çingene çocuklarının eğitim ve öğretim görmeleri için birkaç eğitim kurumu açılmıştı. Bu okullarda, eğitim ve öğretim tamamen Çingenelerin dili olan Romani dilinde yapıldı. Eğitim ve öğretim için ders kitapları olarak 1928 yılında Romani dilinde bir okuma-yazma kitabı yayınlandı.
Ülkesiz bir toplumsal yapıyı oluşturan Çingenelerin, yaşamış oldukları ülkelerde ırkçılık, yabancı düşmanlığı, ayrımcılık, dışlanmışlık gibi her türden baskıyla karşı karşıya kaldıklarını açık seçik olarak herkes bilmektedir. Akademisyen Arayıcı'nın kitabında Çingeneler için sınırsız bir Romani Cumhuriyeti projesi önerisine ise Murat Kurt şu şekilde yaklaşmaktadır:
"Yazarın, sınır ve vatan bağı ile irtibatlandırılamayacak olan Çingenelere önerdiği 'Sınırsız Romani Cumhuriyeti' teklifi önemli bir modeldir. Ancak bu, Çingeneleri adalet karşısında eşit insan kabul eden ve fıtri özellikleriyle barıştırarak yaratılış kanununa meylettiren Kur'an'ın vazettiği evrensel ilgilerle olabilir. Zira Çingenelere adaleti, hakça paylaşımı ve fıtri huzuru getirecek olan vahiy nimeti olabilir. Birbirlerinden kopukluklarını tüm akılcı ideolojilerden ve çıkarlardan azade olan Yaratıcı'dan gelen vahyi ölçülere bağlanarak giderebilirler. Kur'an, İslami aidiyet taşıyan topluluklar ve halklar gibi, onlara da tüm ırk, sınıf, statü farklılıklarını aşarak gerçek adaleti ve hukuki eşitliği sağlayacak tek kurtuluş yolunu sunuyor. Zaten Müslüman olan Çingeneler, bunun nasıl olacağını camide aynı safta zengin, fakir, yönetici, yönetilen, güçlü kavim mensubu veya ezilen tüm insanlarla aynı safta namaz kılıp secdeye varırken yaşayarak görüyorlar. Allah katında eşit kul olma imkânı, ancak tevhidi İslam'ın kavranmasıyla camideki safların dışına, hayatın diğer alanlarına da taşınabilir. Bu konuda zengin fakir, kadın erkek, Türk Kürt tüm Müslümanların ihtiyacı ve vahye olan muhtaçlığı ne ise, Çingenelere de odur. Çünkü iman eden Çingene ile iman eden Türk veya Arap veya Zaza kardeştir." (14)
Ancak İslami aidiyetini camiye gelerek gösteren camii cemaatinin büyük bir bölümü de Tevhidi ve Kitabi İslam anlayışından uzak düştükleri için bazı kere namaz kılmak için camiye gelen Çingene kardeşlerimize çok üzücü tkavırlarla öteki muamelesi yapabilmekte ve kırıcı olmaktadırlar. Bu konuda Çingenelerin İslam'la tanıştırılmaları kadar, bu tarz olumsuz tavırlar içindeki camii cemaatinin de Kur'ani ahlak ve ölçülerle ıslah edilmeye ihtiyacı bulunmaktadır.
Kur'an medeni veya bedevi, fakir veya zengin, göçebe veya şehirli, cahil veya hanif tüm insanlara hâdi ve furkan özellikleriyle gelmiştir. Vahyin önünde bütün insanlar eşittir. Kur'an'ın mesajını anlatmak ve tanıklaştırmak konusunda her sınıf ve kategoriden insanla muhatap olmak ve bu muhataplaşmada da en güzel şekilde davranmak Allah'ın emridir ve Peygamberi sünnetlerdendir. Düşkünlük bir insanın sahip olduğu sosyal kategorisiyle değil; köşkte veya çadırda, sahnede veya mahallede haddi aşıp aşmasıyla ilgili bir durumdur.
Çingeneler arasında cahiliyeden kaynaklanan hadlerin aşılmasında veya tuğyan halinin değerlendirilmesinde de, onları uzakta tutmak veya ötekileştirmek için de haddi aşmamamız gerekmektedir. Haddi aşmak -fahişelik- zayıf sosyal kategorilerde olunca iğrençlik, yüksek kategoriler de olunca şımarıklık mıdır? Çingeneler arasındaki cahillik de, tüm diğer sosyal kategorilerin cahilliği gibi ilkin vahiyden kopukluk veya vahye gereğince muhatap olmamışlıktan kaynaklanmaktadır. Çingeneleri de Rabbimiz kendisine kulluk yapmaları için yaratmıştır. Bu konuda Çingenelere karşı, önce onları insan görmek ve insani şartlarını oluşturmak; bununla beraber de güzel ilişkiler kurarak vahiyle uyarmak gibi bir görevimiz vardır. Ve bütün Çingeneler herkes gibi eşit şartlarda insan; tevhid ekseninde kulluğa yönelen bütün Çingeneler de kardeşlerimizdir.
DİPNOTLAR:
1. Recep Toparlı (ed.), Ahmet Vefik Paşa: Lehçe-i Osmânî, syf. 100, Türk Dil Kurumu Yayınları 743, Ankara 2000.
2. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, syf. 6, M.E.B. Devlet Kitapları, Ankara 1970.
3. Murat Kurt, "Avrupa'nın Vatansızları: Çingeneler", Haksöz Haber Sitesi, 4 Kasım 2008.
4. Ali Arayıcı, Avrupa'nın Vatansızları: Çingeneler, Kalkedon Yayınları, İstanbul 2008.
5. Erdinç Çetin, "Romanlar ev değil sürdürülebilir politikalar istiyor", www.bianet.org
6. Suat Kolukırık, Dünden Bugüne Çingeneler, syf. 93-94, Ozan Yayıncılık, İstanbul 2009.
7. S. Kolukırık, a.g.e., syf. 98-99.
8. "Çingenelerin Kökenleri ve Göçleri", www.turkiyecingeneleri.8m.com
9. A.g.m., www.turkiyecingeneleri.8m.com
10. A.g.m.
11. A. Arayıcı, a.g.e.
12. Éva Csáki , "Armut Ağacı İnancının Kafkasya'daki İzleri" Çev. Bilge Uluğlar, http://www.hbektas.gazi.edu.tr/dergi_dosyalar/30-213-234.pdf
13. S. Kolukırık, a.g.e., Syf. 74.
14. M. Kurt, a.g.m.
YAZIYA YORUM KAT