Cihad’ın Önem ve Mahiyeti
“Allah yolunda hakkıyla cihat edin. O ki sizi (bunun için) seçti ve dinde size bir güçlük çıkarmadı. (Tıpkı daha önce) atanız İbrahim’in milletinde olduğu gibi…” (Hac; 78)
Cihat, âlemlerin rabbi olan Allah’ın mü’minlere dönük bir emridir. Kelime anlamıyla “kişinin gücünü son noktaya kadar harcaması” anlamına geliyor. Fakat bu, Kur’an’da “Allah yolunda yapılan savaş” anlamında bir mana kazanarak kavramsallaşmış. Bu nedenle mesela Mekki olan Ankebut Suresindeki “Biz uğrumuzda cihat edenlere elbette ki yollarımızı göstereceğiz” ayetinde “mücadele vermek”, “gayret sarfetmek” gibi kelime anlamında kullanılır. Ama mesela Medine inişli olan Hac Suresindeki “Allah yolunda hakkıyla cihat edin. O ki sizi (bunun için) seçti ve dinde size bir güçlük çıkarmadı. (Tıpkı daha önce) atanız İbrahim’in milletinde olduğu gibi…”(Hac; 78) ayetindeyse kavram anlamıyla yani “savaş” anlamında kullanılıyor.
Kur’an-ı Kerim’de “Allah yolunda yapılmış savaş”a “cihat” denilmiş. Ama müşriklerin yaptığı savaşa “cihat” değil de “kıtal” deniliyor. Buna karşılık mü’minlerin Allah için yaptığı savaşa bazı ayetlerde her ne kadar “kıtal” denilmişse de umumiyetle “cihat” denilmesi uygun görülüyor.
Bir savaşın “cihat” olabilmesi için o savaşın sadece Allah rızası için olması şart. Yani bu savaşı yapan Müslümanlar bile; olsa örneğin o Müslümanlar başkasının toprağını elde edip daha fazla gelir edinmek amacıyla savaşıyorlarsa bu, “cihat” değildir. Tersine muttaki mü’minler topluluğunun, şayet gücü yetiyorsa böylesi bir amaçla savaşan Müslümanlara karşı koyması gerekiyor. Eğer onların elmaslarına, altın madenlerine, petrol rezervlerine el koymak için savaşılıyorsa, böyle bir savaşı yürütenlerin bu savaşı da “cihat” değildir. Bu olsa olsa işgaldir, bir sömürü savaşıdır ve Allah’ın asla razı olmadığı bir durumdur. Bunu yapan kim olursa olsun… “Hakkıyla cihad”ı ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, yeryüzünde halifelik görevi için yaratıldığını bilen, yeryüzünde kendisine lütfedilmiş tüm nimetleri feda etmek pahasına da olsa ıslah çabasını elden bırakmayan mü’minler verebilir. Çünkü cihad ağır bir sorumluluktur. Onun ağırlığının altından kalkmak çok da kolay bir şey değil… Nitekim rabbimiz bu gerçeği şöyle ifade buyururlar: “Hoşunuza gitmediği halde, savaş size farz kılındı.”(Bakara; 216 ) Peki niçin hoşumuza gitmez? Doğal insani nedenlerden dolayı hoşumuza gitmez. Zira hangimiz eşimizden ayrılmak isteriz? Hangimiz çocuğumuzdan ayrılmak isteriz? Hangimiz 30 yıl emek sarf ederek ulaştığımız doçentliğimizden, unvanlarımızdan, kariyerlerimizden, dükkânlarımızdan vazgeçmek isteriz? Bu, doğal-insani bir durumdur. Ancak ahirete iman etmenin verdiği güçle, bütün bunları arkamızda bırakarak, gerektiğinde kendisine haksızlık yapılan, soykırıma uğratılan insanlar için savaşma gücünü bulabiliriz. Rabbimiz bu güçlüğü aşma konusunda zorlananları teşvik etmek için, bundan dolayı; “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: 'Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize katından bir yardım eden yolla' diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisâ; 75) diye buyurur. Elbette çaresizler için, gücünü oluşturmuş, birliğini tahkim etmiş, böylesi durumlarla karşılaşabileceğinin farkına varıp “besili atlar” yani çağın gereği ileri savaş teknolojisine sahip silahlarını yedekte tutmuş Müslümanların; rahatlarını bozma pahasına ve hiçbir menfaat gütmeden, tersine mallarını ve canlarını ve gayr-ı safi milli hasılalarını azaltmayı göze alarak gidip o mazlumlar için savaşması gerekir ve bu farzdır. Bu, savaşanları arındıracak ve onları yüksek derecelere çıkararak, rablerine yaklaştıracaktır.
Tekrar bilmeliyiz ki; cihat, sadece Allah için yani yeryüzünde adalet, iyilik, merhameti yaygınlaştırmak için yapılması gereken bir eylemin adıdır. Ve bu yola ancak başka yol kalmadığında, bir zorunluluk haline binaen girişilebilir. Çünkü Allah, mü’minlere yol oldukça daima barışı tercih etmelerini, bunu öncelemelerini emretmiştir. Bakınız; Enfal Suresinin 60. ayetinde “besili atlar hazırlayın” dedikten sonra “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş” diye buyurur. Çünkü İslam’ın amacı, insanları zorla dine koymak değildir. Zorla insanları dine koymak için yapılan savaş, en samimi Müslümanlar tarafından yapılsa bile asla cihat olarak kabul edilemez. Tersine bu, Allah’ın gazabını celbeden bir hal olarak değerlendirilir. Cihat; biraz önce de ifade ettiğimiz gibi zulmün ortadan kaldırılması, Allah’ın kullarının özgür bir şekilde tercihlerini yapabilmesine ortam oluşturulması, isteyenlerin Allah yoluna, yani tevhid, adalet, iyilik, merhamet yoluna girmesine olanak verilmesi için, yeryüzünün halifesi kılınan mü’minler tarafından gerçekleştirilmesi gereken bir eylemdir. Bu nedenle, bu şartlara haiz olmadan yapılan bir savaşın adı cihat olmaz, olamaz.
Aynı zamanda bir şeyin cihat olabilmesi için, niyetin yanı sıra yine o savaş sırasında Allah’ın koyduğu kurallara, sınırlara, hududullaha riayet edilmesi de zorunludur. Nedir onlar? Özetle savaşçının dışında kimsenin asla öldürülmemesi; kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara ve hangi dine mensup olursa olsun din adamlarına dokunulmaması; savaşmayan kesimlerin mallarına zarar verilmemesi vs… Çünkü cihat sadece Allah için yapılır. Elbette ki savaş esnasında “ganimet” denilen mü’minlere karşı savaşmış unsurların tankları, topları, tüfekleri, varsa üzerlerindeki altınları vs. alınır. “Ganimet” denilen şey zaten budur; yani savaşçıların üzerlerinde taşıdığı silahlar, altınlar, değerli ziynet eşyaları vs… Dikkat ediniz; Allah için bir mücadeleye, savaşa girmek kadar, o savaşa girildikten sonra da bunlara dikkat etmek gerekmektedir. Bundan dolayıdır ki; Halid Bin Velid’in, savaşta bir Müslümanı öldürüp kaçan, sonra yakalandığında “Ben Müslümanım” diyen ama Halid Bin Velid tarafından “Korkudan, yalandan yapıyor” diyerek öldürülen kişi olayında Resulullah (s.a.v.) efendimizin “Allah’ım! Ben Halid’den ve onun yaptığından beriyim!” demesi boşuna değildir.
İşte İslam böylesi bir çerçeve içerisinde müminlere namaz, oruç, zekât gibi, cihadı da farz kılmıştır. Çünkü bu olmadığında zalimler, insan kasabı Beşşar Esed’in yaptığı gibi yeryüzünü mezbahaya çevirirler.
Bununla beraber, yapılan savaşın Yüce Allah’ın razı olduğu bir cihad olabilmesi için o savaşın uygun bir zaman ve zeminde yapılmış olması da zorunludur. Bildiğimiz gibi, Mekki şartlarda Rabbimiz, Rasulullah (s) ve sahabeye cihadı yasaklamış, savaş izni vermemiştir.“Kendilerine; 'Elinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekatı verin' denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi hatta daha da şiddetli bir korkuyla korkuya kapılıyorlar ve: 'Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?' dediler.” (Nisâ; 77) Anlaşılan o ki Resulullah’ın (s.a.v.) Mekke’de çarpışmasına bizzat Allah izin vermemiştir. Akabe Biatı sonrasında yetmiş iki kişilik sahabi grubunun, müşriklere ani bir saldırı teklifinin Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından reddedilmesinin sebebinin de bu olduğunu anlayabiliyoruz. Ancak bu yasağın Medine’de ve müşrikler mü’minlere saldırınca Allah (c.c.) tarafından kaldırıldığını görüyoruz. “Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılana (mü'minlere, savaşma) izni verildi.” (Hac; 39) Ayrıca“Çünkü onlar sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar.”(Hac; 40) denilerek de niçin savaş izni verildiğine dikkat çekiliyor. Çünkü şartlar olgunlaşmış, müminler topluluğu oluşmuş, müminler ve kâfirler ayrışmış; dünya âlem kâfirlerin ne kadar çirkin, ne kadar altına, başkalarının mal-mülküne ve toprağına kilitlendiğini artık anlamıştır. Zira Müslümanlar onların zulümlerinden Medine’ye hicret etmelerine rağmen onlardan ve saldırılarından kurtulamamışlardır. Bunun üzerine Allah da onlara kendilerine zulmedenlerle savaşma iznini vermiştir. Dolayısıyla cihadın zaman ve şartlarının oluşup oluşmadığına dikkat etmek önemli bir gerekliliktir. Bu çerçevede İslam adına fakat uygun olmayan bugünkü şartlarda “küresel cihat” adı altında yapılanları tasvip etmek mümkün değildir. Bu savaşı zaman ve hikmet açısından da makul görmek mümkün değildir. Bu, şuna benziyor: Sizin asıl yurdunuz işgal edilmiş; deyim yerindeyse satrançta olduğu gibi şahınız mat edilmiş ama siz Donkişotvari bir tarzda ABD’ye, Avrupa’ya, İspanya’ya vs. savaş ilan ediyorsunuz! Mü’minler, öncelikle mü’minlerin topluca bulunduğu Mısır’ı halletmeliler. Mısır’daki ortamın İslam’ın istediği bir duruma tekabül etmesi için gayretlerini yoğunlaştırmalılar. Mekke’de, Medine’de bile İslam garip iken; adalet, iyilik, merhamet diyen insanlar hapislere tıkılırken; İran’da, Türkiye’de durum bundan farksız değil iken; Türkiye’de anayasanın 21. maddesi uyarınca hayatın bir bölümünün dahi dine göre düzenlenmesinin teklifi bile suç kabul edilirken, Müslümanların durumu bu kadar vahimken, sen Amerikalılardan bir milyon kişiyi öldürsen neyi düzeltebileceksin? Elbette Amerika bütün dünyanın patronluğuna, jandarmalığına soyunmuş ama sen daha Müslümanları uyandırmadan, bilinçlendirmeden; Müslümanların bulunduğu yerlerde Allah Resulü’nün örneklendirdiği adil bir toplum oluşturmadan neyi başarabilirsin ki? Sen onlardan 50 tanesini öldürsen, onlar da senden 50 bin kişiyi öldürürler… Zira sen onun toprağına yaklaşamıyorken, onlar insansız uçaklarıyla, senin her santimini yolgeçen hanına çevirmeye güçleri yetiyor. Zira mesele silahsa onlarda çok daha fazla silah var. Hayır, bu yol hikmetli bir yol olamaz. Hikmet Müslümanların bilinçlendirilmesinde, birliklerini oluşturmalarda ve öncelikle Müslüman olma iddiasındaki fert ve toplumların güvenini kazanmadan geçiyor. Elbette “küresel cihatçılığı” yanlış bulurken, her yerde yapılan savaşları aynı göremeyiz. Örneğin Filistin, Keşmir, Afganistan, Suriye. Ama bununla beraber, Suriye örneğinde olduğu gibi savaşın zorunlu bir seçeneğe dönüştüğü şartlarda da olsa savaş esnasında gözetilmesi gereken bir hukuk var. Allah’a hamdolsun ki IŞİD gibi istisnalar dışında, bu gözetilmeye çalışılıyor da. Allah’a hamdolsun ki; buna riayet ederek asla çocuklara, kadınlara, masumlara dokunmayan ve savaş hukukunun benzeri şartlarına riayet eden, asıl amacı yeryüzünün ıslahı ve adalet ile inşası olan Ahraru’ş-Şam gibi yiğit Müslümanlar gruplar da var! Cihadın nasıl verilmesi gerektiği sorusu bağlamında onlar önümüzdeki örneklere dönüşüyorlar. Onlar ki; daha geçenlerde komuta kademesindeki birçok önde gelen değerlerini Allah yolunda şehit verdiler. Allah onların şahadetini kabul eylesin ve geride kalan yiğitlerinin de yardımcısı olsun… Rabbimiz bizlere de onlara karşı sorumluluklarımızın gereğini yerine getirmeyi nasip etsin..
İçinde yaşadığımız toplumda bize düşen sorumlulukları yerine getirmeye çalışırken şunu bilmelisiniz; Suriye’nin içinde bile olsanız bazılarınız savaşçı olursunuz, bazılarınız aşçı olursunuz. Bazılarınız su ihtiyacını karşılamak için elinde kazma kürek, su kanalında çalışan işçi olursunuz. Savaş şartlarının geçerli olduğu, sıcak savaşın yaşandığı bir yerde bile herkesin ille de eline silah alarak savaşması gerekmiyor. Bu nedenle onların insan ihtiyacının olmadığını da bilerek Türkiyeli Müslümanlar olarak, bütün gücümüzle onların haklı davalarını sahiplenmek ve insani ihtiyaçlarını gidermeye çalışmak bizim öncelikli sorumluluğumuz olduğunu unutmamalıyız.
İnşallah bizler de camia olarak zaten Allah için yapmakta olduğumuz bu çabalarımıza daha da yoğunlaştırırız. Bilmeliyiz ki, yüce Allah’a muhtaç olan biziz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse; bilsin ki Allah, âlemlerden müstağnidir.(O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.)” (Neml; 40) Bu ayeti “Cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş olur.” şeklinde anlamak da mümkündür.
Rabbimiz anın gereklerini doğru bir şekilde fıkheden ve bunun gereklerini en güzel şekilde yerine getiren fert, aile, cemaat ve ümmetlerden kılsın bizi… Rabbimiz peygamberler misali sözleri ve fiilleriyle insanlığın kurtuluşuna sebep olmaya katkı sunanlardan eylesin bizleri…
YAZIYA YORUM KAT