CHP’nin büyük çaresizliği
Yine o garip eleştiriler kapladı ortalığı...
“CHP ne yapıyor”du böyle? “Türkiye’nin en belalı meselesinin çözümüne önderlik, olmadı ortaklık etmek yerine tıkaçlık ederek nereye gideceğini sanıyor”du? CHP yönetimi böylece “sosyal demokrat ideolojiye ve ona gönül vermiş ‘çağdaş’ tabana da haksızlık etmiş olmuyor mu”ydu?
Bu sorular, neredeyse “fotokopisi” diyebileceğim benzerliklerle 2009’daki “açılım” sürecinin başlangıcında da dile getirilmişti.
Oysa bunların tamamı Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) hakikatinden değil, kafalarda oluşturulmuş bir modelinden hareket ederek sorulmuş sorulardı ve dolayısıyla “anlamlı” değillerdi.
20 Ekim 2009’da kaleme aldığım yazıda işte bu türden sorularla halleşmeye çalışmış, CHP’nin hakikatinden yola çıkacaksak, varacağımız sonucun, CHP’nin “açılım”a destek vermemesinin değil vermesinin şaşırtıcı olacağını savunmuştum.
Hatta daha da ileri gitmiş, CHP’nin “açılım”a destek vermesinin “şaşırtıcı” olmak bir yana imkânsız da olduğunu öne sürmüştüm. Zaten yazının başlığı da “CHP ‘açılım’a destek veremez; verirse, biter”di...
O günlerden bugünlere CHP’de hiçbir şey değişmedi (muhteva anlamında). Dolayısıyla, çözüm süreci başladığında CHP’nin tavrının ne olacağı benim açımdan belliydi: CHP, çözüm sürecine (de) destek veremezdi, verirse biterdi.
CHP’nin büyük çaresizliğinin kısa ve uzun tarihleri
Peki, bu neden böyleydi? Sosyal demokrat olduğunu öne süren bir parti, kendisini ne zaman ve nasıl böyle büyük bir çaresizliğin içine sokmuştu?
Bence bu çaresizliğin 1923’te başlayan 80 yıllık bir uzun tarihi; 1993’te başlayan 20 yıllık bir kısa tarihi var...
Biraz sonra, bu tarihlerin içinde ilerlerken, öne sürdüğüm “çaresizliğin” zaman içinde nasıl oluştuğunu göstermeye çalışacağım... Fakat ondan önce, “çaresizlik” derken neyi kastettiğimi kısaca özetleyeyim...
CHP’nin büyük çaresizliği, dünyaya ayak uydurmak için partinin ideolojik deli gömleğinden sıyrılması gerektiğini düşünen (ya da hisseden) “bir kısım CHP”nin bu yönde atmak istediği her adımın, tabandaki, artık bir düşünce olmaktan çok bir duygu hâline gelmiş katı bir ulusalcılığa ve laikliğe çarpıp tuz-buz olmasından kaynaklanıyor.
Bu betonlaşmış taban o kadar sert ki, onda herhangi bir delik açmak mümkün olmuyor...
Ne var ki ne “bir kısım CHP”, ne de iflah olmaz bir nostaljiyle “yazık değil mi bu ‘çağdaş’ tabana” diye sorular soran aydınlar kabullenebiliyor bu toplumsal tabanın gerçek niteliğini... Kabullenemeyince de, CHP analizlerini sadece parti yönetimi üzerinden kuruyorlar ve yönetimi “neden barışı desteklemiyorsun”, neden “katı laikliği terk edip özgürlükçü bir pozisyonu benimsemiyorsun” diye sıkıştırıyorlar...
Bu türden eleştirilerin siyaseten de ahlaken de problemli olduğunu, önceki yazılarımdan birinde şöyle anlatmıştım:
“Türkiye’de siyasi liderleri ve siyasal partileri, temsil ettikleri ‘ya da duyarlılığını yansıttıkları’ kalabalıkları ‘by-pass’ ederek eleştirmek gibi bir gelenek var. ‘Kitleler’e ve onların fikirlerine hiç dokunmayıp, onların oy verdiği liderleri ve partileri kıyasıya eleştirmenin ahlaken problemli bir pozisyon olduğu, sanırım izahtan varestedir... Öte yandan böyle bir pozisyon kitlelerin etkileme gücünü hesaba katmadığı için liderlerden ve partilerden olmayacak beklentiler içine girdiği ölçüde siyaseten de problemlidir.”
Uzun tarih: Türklük ve “çağdaşlık” üzerinden ideolojik hegemonya
Milli Kurtuluş Savaşı öncesinde ve sırasında idrak edilen siyasal çoğulculuk, yerini, Cumhuriyet’in ilanından (1923) ve esas olarak da Takrir-i Sükûn’dan (1925) sonra Türklük ve laiklik (çağdaşlık) üzerinde yükselen hegemonik-baskıcı bir siyasete bıraktı.
Bu yeni düzen, sadece devletin ve onun silahlı bürokrasisinin “sert” gücüne dayanmıyordu... “Laik” (çağdaş) ve “Türk” bir hegemoniden kaynaklanan “yumuşak” bir gücü de vardı. “Çağdaş Türk”ler bu pozisyonlarını, “kurtulurken” birlikte mücadele ettikleri Kürtleri ve Müslümanları kenara iterek, bastırarak elde etmişlerdi ama bu, onların haklılık duygusuna halel getirmiyordu...
Biz, gücü ellerinde bulunduranların kendi meşruiyetlerine duydukları inancın, onları yıkmak üzere harekete geçen güçsüzlerin kendi meşruiyetlerine duydukları inançtan çok daha zayıf olduğunu düşünürüz... Hatta sık sık, güçlülerin, kendi pozisyonlarının ahlakî olarak sorunlu olduğunu bildiklerini varsayarız... Oysa öyle değildir...
Zaten, güçlülerin ve güçsüzlerin kendi haklılıklarına duydukları inançlar (maneviyatlar) arasında bu kadar büyük bir fark olsaydı, güçlüler, kendi iktidarlarını yıkmak üzere harekete geçen güçsüzler karşısında tarihte yüzlerce örneğini gördüğümüz kıyıcılıklara girişemezlerdi...
1990’lar ve “çağdaş Türk” hegemonyasına itirazlar
Konumuza dönelim...
“Çağdaş Türk”ler, 1924’ten itibaren elde ettikleri “üstün” pozisyonlarını, herhangi bir ahlaki kaygı ve pişmanlık duymaksızın giderek konsolide ettiler... Bu pozisyonlarını, ciddi itirazlarla karşılaşmaksızın 1980’lerin sonuna, yani başını Sovyetler Birliği’nin çektiği Komünist Blok’un yıkılmasına kadar sürdürdüler.
ABD ve Batı Avrupa, “komünizme karşı mücadele”deki rolü nedeniyle o âna kadar “çağdaş Türk” kimliği dışındaki bütün kimliklerin bastırılmasına ses çıkarmamıştı... Fakat artık dünya değişiyordu ve doğal olarak ilk hareketlenenler Müslümanlar ve Kürtler oldu.
Aslında, darbe yapma “hakkı” olduğuna inanan bir ordusu olmasaydı, iyi-kötü bir demokratik geleneğe sahip Türkiye Cumhuriyeti devleti, komünist devletlerin bile demokratikleşmeye çabaladığı o tarihsel momentte Müslümanlar ve Kürtlerle yeni bir sözleşme yapabilir, yoluna öyle devam edebilirdi (“belki” diyorum)...
Ne var ki Türkiye Cumhuriyeti devletinin “yönetmeden hükmeden” bir ordusu vardı, dolayısıyla bu yol izlenemedi... Onun yerine, ordunun Kürt ve Müslüman kimliklerini kriminalize ettiği, “darbe hakkı”nı bu iki korku temelinde korumayı sürdürdüğü yeni bir döneme geçildi.
Türk “ordu devlet”i, 1990’lardan itibaren “çağdaş Türk”leri Müslümanlar (irtica) ve Kürtler (bölücülük) üzerinden büyük bir korkunun girdabına çekmeye başladı, onları kendisiyle birleşmeye çağırdı.
1990’ların ilk yıllarında Güneydoğu’da köy yakmalar, faili meçhul cinayetler yaşanırken “Batı”da laik aydın cinayetlerinin birbirini izlemesi tesadüf değildi. Her iki faaliyet de, “çağdaş Türk”lerin “irtica” ve “bölücülük” korkularını tetikleyerek, onları “devletleri”yle birleşmeye ikna etmeye yönelikti.
1993, devletin bu çağrısına CHP’nin icabet etmeye karar verdiği yıl oldu... CHP, özellikle 24 Ocak 1993’te öldürülen Uğur Mumcu’nun cenaze törenindeki “laik kabarma”dan çok etkilenmiş, oradan bir iktidar devşirebileceğinin hesabı içine girmişti.
O tarihten itibaren devlet, CHP ve “çağdaş Türk”ler “irtica” ve “bölücülük” karşısında bir tür kader birliği içine girmeye başladılar.
1993, “çağdaş Türk”lerin Müslümanları ve Kürtleri kendi varoluşlarına bir tehdit olarak görmeye başlamalarının sembolik başlangıç yılı olarak görülebilir.
Cuma günü, önce, Müslümanlarla ve Kürtlerle ilgili farklı politikalar izlemek isteyecek muhayyel bir CHP yönetiminin anasından emdiği sütü burnundan getirecek CHP tabanının, yani “CHP’nin büyük çaresizliği”nin kaynağının oluşma sürecinin kısa tarihine (1993’ten bu yana) bakacağız...
Ardından da uzun ve kısa tarihler boyunca oluşan ve esasen CHP’nin tabanını oluşturan “çağdaş Türk” bilincinin tıpkı Müslümanların en temel haklarına karşı çıkması gibi Kürtlerin de en temel haklarına karşı çıkmasının neden “normal” olduğunu göstermeye çalışacağım.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT