CHP, ‘Yeni CHP’ olabilir mi?
Deniz Baykal’ın gayrı ahlaki bir operasyonla CHP liderliğinden ıskat edilmesinden sonra, toplumun değişik kesimleri, farklı amaçlarla olsa da büyük bir heyecanla CHP’nin sosyal demokrat bir parti olup olmadığı, değilse sosyal demokrat bir partiye dönüşme potansiyeli taşıyıp taşımadığı başta olmak üzere pek çok konuda akıl yürütüyor, teoriler geliştiriyor, tahminlerde bulunuyor. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Böyle bir dönüşümün gerçekleşmesine kişisel olarak çok sevinirim. AKP’nin, sözüm meclisten dışarı, ‘köpeksiz köyde sopasız dolaşmasını’ ancak bu engeller. Ama bunu çok zor görüyorum. Çünkü bana göre kurumlar canlı organizmalar gibidir. Onların da DNA’ları, nöronları, bellekleri, gelenekleri, davranış kalıpları, refleksleri, korkuları özetle ‘kişilikleri’ ve ‘karakterleri’ vardır. Bazen ölüm veya istifa gibi nedenlerle, bazen kurumun amaçlarına hizmet etmedikleri için yöneticiler değişir, farklı görüşte, farklı tarzda insanlar yönetime gelir ama o kurumun yapısında, rotasında kaydadeğer bir değişiklik meydana gelmez. Çünkü bu tür köklü kurumlarda öylesine güçlü bir torna vardır ki, o kişileri partiye uygun hale getirinceye kadar, deyim yerindeyse, keser, biçer, yontar, perdahlar. Nitekim arkasında büyük bir halk desteği olan Bülent Ecevit bile CHP’yi değiştiremeyeceğini anlayınca kendi partisini kurmuştu. Bugün müesses nizamın savunucusu Deniz Baykal bile CHP’nin başına geçtiğinde solcu, devrimci bir akademisyendi. Ama Baykal, CHP’nin kimliğini değiştiremedi, CHP onu değiştirdi. Erdal İnönü ve Altan Öymen gibi iyi niyetli kişilerin başlarına gelenleri hepimiz izledik. Kemal Kılıçdaroğlu’nun dünkü kurultaydaki konuşması da kadim retoriğe teslim olabileceğini düşündürdü.
Bu hafta CHP’nin nasıl bir kurumsal kimliğe sahip olduğunu anlatmaya çalışacağım. Sayfanın boyutları yüzünden yazıyı 1923-1946 arasıyla ve sadece partiyle ilgili olaylarla sınırlamak zorunda kaldım. Bu tarihçe, neden CHP’nin başına ‘iyi niyetli’, ‘halkçı’, ‘alçak gönüllü’, ‘sıcak’, ‘Gandi gibi’ bir lider getirerek, ‘Yeni CHP’ yaratmanın zor olduğunu düşündüğümü anlatabilir diye düşünüyorum.
A-RMH Grubu kuruluyor
CHP’nin nüvesini, 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi’ne katılan milletvekilleri arasından bizzat Mustafa Kemal’in kurduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk (A-RMH) Grubu oluşturmuştu. Bu grubun ezici çoğunluğunu eski düzenden devralınan asker ve sivil bürokratlar oluşturuyordu. Grupta işçi, emekçi ve köylü kitlelerinin temsilcileri yoktu. Kısacası işin içinde sosyal demokrasinin kaynağı olan emekçi sınıflar yoktu. Zaten Kemalist devrimin bu sınıflara ihtiyacı yoktu, modernleşmenin tepeden aşağıya olacağı düşünülüyordu.
Mustafa Kemal, sert eleştirilere rağmen grubun başkanlığını üstlenmiş, grubun 10 Mayıs 1921’de yapılan ilk oturumun sekreterliğini ise ilerde Mustafa Kemal’in amansız düşmanı olacak ve bunun bedelini hayatıyla ödeyecek olan Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit yapmıştı. Bu grup, daha sonra Birinci Grup adıyla anıldı. Bazı kaynaklara göre 133, bazılarına göre 202 üyesi olan Birinci Grup, bünyesindeki ordu komutanlarının da etkisiyle kâğıt üzerinde 437 üyesi olan ancak en fazla 365 kişinin katıldığı Meclis’i başından itibaren kontrol etti. Temmuz 1922’de Mustafa Kemal’in grubuna alınmayanlar, Erzurum milletvekilleri Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ve eski Meclis-i Mebusan Reisi Celalettin Arif Bey’le, Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in etrafında ‘İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu’ adıyla toplanmaya başladılar. Bazı kaynaklara göre 63, bazı kaynaklara göre 90 kişiden oluşan bu gruba da sonradan, ‘İkinci Grup’ dendi.
Halk mı millet mi
İkinci Grubun kurulması üzerine, Birinci Grup biraz daha kurumsallaşmaya çalıştı ve 16 Temmuz 1922’de iç tüzük tadil edildi. Ama ortada hâlâ bir parti (fırka) yoktu. 6 Aralık 1922’de Mustafa Kemal Ankaralı gazetecilere, barış sağlanınca halkçılığa dayanan ve Halk Fırkası (HF) adını taşıyacak bir siyasal parti kurma kararında olduğunu açıkladığında başta Trabzon ve Erzurum olmak üzere Anadolu’nun çeşitli yerlerinden itirazlar geldi. Çünkü 4-10 Eylül 1919 tarihli Sivas Kongresi’nde “Müdafaa-i Hukuklar her nevi fırka cereyanlarının üstünde olup bakidir ve devam edip gidecektir” kararı alınmıştı. Mustafa Kemal’in bu grupları HF’ye dönüştürme çalışması açıkça bu kararın ihlaliydi. Ama Mustafa Kemal’in kararlı olduğu anlaşılınca itirazlar başka noktalara kaydırıldı. Örneğin kurulacak partinin adındaki ‘halk’ sözcüğü başlangıçta solculuğu ima ettiği için pek beğenilmemiş, ancak Mustafa Kemal ‘halk’ derken milleti, ‘imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle’ olarak kastettiğini kesin bir dille açıklayınca tartışma bitmişti.
Mustafa Kemal HF konusunu, 7 Şubat 1923’te Balıkesir’de Zağanos Paşa Camii’nin minberinden verdiği hutbeden sonra cemaatin sorularını cevaplarken tekrar açtı. Yeni devletin geleceği için endişeleri olduğunu, bu yüzden bazılarının önerdiği gibi köşesine çekilerek dinlenmeyi doğru bulmadığını, kurmayı düşündüğü ‘Halk Fırkası’nın halka “siyasi terbiye verecek bir mektep olacağını” anlattı.
Dokuz Umde bildirgesi
1 Mart 1923 günü, İkinci Grubun liderlerinden Hüseyin Avni Bey, 272 oydan 148’ini alarak Birinci Reis Vekilliğine seçildiğinde o güne kadar küçümsenmeye çalışılan İkinci Grubun siyasi gücü herkesi şaşırtmıştı. 27 martta İkinci Grubun diğer liderlerinden Ali Şükrü Bey’in ortadan kaybolması birilerinin bu durumdan rahatsız olduğunu düşündürüyordu. Nitekim Ali Şükrü Bey’i arama çalışmaları sürerken, Mustafa Kemal’in Birinci Meclis’in amacını gerçekleştirdiğini belirten konuşmasından sonra Meclis seçimlere gitmek üzere kendini feshetmişti.
2 nisanda ölüsü bulunan Ali Şükrü Bey’i Mustafa Kemal’in Muhafız Birliği komutanı Giresunlu Topal Osman’ın öldürdüğü anlaşılmıştı. Çatışma sonucu yaralı ele geçirilen Topal Osman’ın başı kesik bedeni Ulus Meydanı’nda sallanırken, Geçici Seçim Kanunu’nda bazı düzenlemeler yapıldı. Bir hafta sonra Mustafa Kemal, A-RMH Cemiyeti Başkanı sıfatıyla, Meclis’teki A-RMH Grubunun HF’ye dönüştürüleceğini belirten ‘Dokuz Umde’ bildirgesini açıkladı.
Halk Fırkası resmen kuruluyor
Muhaliflerden arınmış İkinci Meclis 11 Ağustos 1923’te açıldıktan iki gün sonra Meclis Başkanlığı’na yine Mustafa Kemal seçilmişti. Aynı gün Lozan görüşmeleri sırasında Baş Delege İsmet İnönü ile sürekli çekişen Rauf (Orbay) Bey başbakanlıktan istifa etmiş, yerine Fethi (Okyar) başbakan olmuştu. 23 ağustosta Lozan Barış Antlaşması TBMM tarafından onaylanarak yürürlüğe girdikten sonra sıra HF’ye resmiyet kazandırmaya gelmişti. Fırkanın resmen kuruluşu 11 Eylül 1923, Dâhiliye Vekaleti tarafından tescili 23 Ekim 1923’te yapıldığı halde, İzmir’in geri alınışının tarihine denk getirmek için kuruluş tarihi 9 Eylül 1923 olarak kabul edilecekti.
Dikkat edilirse kurulan partinin adında ‘cumhuriyet’ ibaresi yoktu. Halk Fırkası’na ‘Cumhuriyet Halk Fırkası’ denmesi, HF’den dışlanan muhaliflerin Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF) adıyla bir parti kuracakları haberlerinin yayılmasıyla gündeme gelmiş, TpCF’nin kurulmasından bir hafta önce, yani 10 Kasım 1924’te fırkanın adı Cumhuriyet Halk Fırkası yapılmıştı. Haziran 1925’te Şeyh Said İsyanı’nın ardından TpCF kapatıldıktan sonra ‘cumhuriyet’ ibaresi CHP’nin malı olmuştu.
1927’deki Büyük Kongre
Ortada bir muhalefet partisi olmadığı için seçimden söz etmek yeterince garipken, 26 Haziran 1927’de TBMM seçimlere gitmek üzere tatile girmeden önce parti tüzüğünde bir değişiklik yapılarak milletvekili adaylarını belirleme işi, Fırka Divanı’ndan alınarak parti genel başkanına verildi. Böylece, milletvekillerinin eskisi gibi Mustafa Kemal’e bağlılığı garanti edildi. Çatlak ses çıkaranların yeni bir tasfiyeye tabi tutulduğu seçimlerin ardından, 1923 tarihli parti tüzüğünün açık hükmüne rağmen, her sene yapılması gerekirken ve dört yıldır toplanmayan ‘Büyük Kongre’ toplandı. 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında yapılan kongrede, CHP’nin ‘aslında 1919’da Sivas Kongresi’nde kurulduğu’ tezi ortaya atılarak, Parti’nin tarihi ile Milli Mücadele’nin tarihi birleştirilmiş oldu.
Mustafa Kemal, altı gün boyunca günde altışar saatten toplam 36,5 saatte okuduğu Nutuk ile geçmişin kendine göre siyasi muhasebesini yapıp ‘tek adamlığını’ ilan ettikten sonra, 1930’daki 99 günlük Serbest Fırka olayı hariç tutulursa, ülkenin ‘Tek Adam’ ve ‘Tek Parti’ tarafından muhalefetsiz, dolayısıyla denetimsiz şekilde yönetilmesine başlandı.
1931 III. Kurultayı
10 Mayıs 1931’de toplanan III. Kurultay’da (Öztürkçe akımı yüzünden artık ‘kurultay’ deniyordu), Mustafa Kemal CHF’nin ‘Ebedî Genel Başkanı’ ilan edildi. Kemalizm partinin resmî ideolojisi oldu ve Altı Ok (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılâpçılık) ilkesi kabul edildi. Türkiye Cumhuriyeti halkının sınıfsız bir kitle olduğu ilan edildi ve partiye sınıf kavgasına mahal vermeyecek şekilde toplumsal katmanların uyumunu sağlayacak kanunlar çıkarma görevi verildi. Ardından partinin kuruluş misyonuna uygun olarak, Halkevleri, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi, İskân Kanunu, Soyadı Kanunu gibi uygulamalarla ‘Batılı anlamda modern bir ulus-devlet’ inşasına hız verildi.
9-16 Mayıs 1935’te toplanan CHF IV. Büyük Kurultayı’nda CHF adı CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) oldu. Katı bir devletçilik politikası izleneceği ilan edildi. 1936’da CHP Genel Başkan Vekili ve Başvekil İsmet İnönü’nün parti teşkilatına yazdığı bir tamime göre, dâhiliye vekili, parti genel sekreteri olurken, valiler bulundukları vilayetlerde parti başkanlığına atanmışlardı. Bölge müfettişleri hem parti teşkilatının hem de devlet işlerinin denetleyicisi idi. Recep Peker durumu şöyle özetlemişti: “Türkiye Cumhuriyeti bir parti devletidir, parti devletle birlikte çalışır.”
Parti ve devletin tek elde birleşmesini yürürlükteki Memurin Kanunu ile çelişkili gören Hilmi Uran, konuyu İzmit’te karşılaştığı Mustafa Kemal’e anlattığında şu cevabı almıştı: “Ben bu maddede değiştirilecek bir şey görmüyorum. Çünkü burada memurların siyasi cemiyetlere girmemesinden maksat, onların benim partimden başka bir partiye intisap edememesi demektir. Bu bakımdan bu madde hatta faydalıdır ve katiyen değiştirilmemelidir.”
Ama bu tedbirlerle de yetinilmeyecek, 13 Şubat 1937’de yapılan anayasa değişikliği ile CHP’nin Altı İlkesi’nin anayasaya konularak parti-devlet bütünleşmesi iyice sağlama alınacaktı. Ancak klasik totaliter ülkelerdekinin tersine, devlet partileşmemiş, parti devletleşmişti.
Ebedî Şef’ten Milli Şef’e
Mustafa Kemal Atatürk 10 Kasım 1938’de öldüğünde Başbakan Celal Bayar durumu telgrafla üç yere bildirmişti. Bunlardan biri Meclis Başkanı Abdülhalik Renda, ikincisi Hükümet, üçüncüsü ise İsmet İnönü idi. Devleti idare şeklinden dış politikaya, ekonomi politikalarından siyasi üsluba uzanan geniş bir yelpazede Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı Atatürk’le derin bir anlaşmazlığa düştüğü için, Atatürk tarafından 25 Ekim 1937’de başbakanlıktan ayrılarak yerini Celal Bayar’a terk etmek zorunda bırakılan İsmet İnönü’nün kaderi, bu telgraftan sonra değişecekti.
Anayasa’ya göre cumhurbaşkanı vekili olan Abdülhalik Renda, Meclis’i yeni cumhurbaşkanı seçimi için 11 kasım günü toplantıya çağırmıştı. Yeni cumhurbaşkanının kim olacağı konusu doğal olarak herkesi meşgul ediyordu. En güçlü adaylar Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa, Başbakan Celal Bayar ve ‘İkinci Adam’ İsmet İnönü idi. Aslında, İsmet İnönü’nün listede olması oldukça garipti çünkü Atatürk’le düştüğü derin görüş ayrılıklarından dolayı, başbakanlıktan istifaya zorlandığı 25 Ekim 1937 tarihinden beri adeta inzivaya çekilmiş gibi yaşıyordu. Atatürk’le ilişkileri neredeyse kesilmişti. Öyle ki, ölüm döşeğinde bile kendisini ziyaret etmemişti. Öldüğü gün de Ankara’daydı. Ancak, daha 10 kasım günü, ikametgâhı olan Pembe Köşk, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa’nın askerleri tarafından güvenlik çemberine alındığında, İnönü’nün kısa süreli ama derin inziva hayatının sona ermesinin yakın olduğunu herkes hissetmişti.
Ordunun desteği
Aslında İnönü’nün geleceğine ilişkin ilk işareti, ölümünden kısa süre önce Atatürk, vasiyetnamesi ile vermişti. Vasiyetnamede İsmet İnönü’nün iki çocuğunun eğitimi için gereken yardımın yapılması isteniyordu. İktidar hırsı olmadığı bilinen Fevzi Paşa’nın bu işareti bir emir telakki ettiği anlaşılıyor. Fevzi Paşa’nın desteği ordunun desteği demekti. Ordunun İnönü’ye teveccühünün ne anlama geldiğini gayet iyi bilen Başbakan Celal Bayar CHP Grubu’nu serbest bıraktı ve gizli oylamada, İnönü neredeyse oybirliği ile cumhurbaşkanı adayı olarak seçildi. Neredeyse diyorum çünkü sadece Yusuf Hikmet Bayur, oyunu Celal Bayar’a vermişti. Böyle güçlü biçimde adaylığının ifade edilmesi, cumhurbaşkanı seçilmesinin de garanti olduğunu gösteriyordu. Nitekim oylamaya katılan 348 üyenin kendisini oybirliğiyle cumhurbaşkanı seçmesiyle Türkiye yeni bir döneme girdi.
‘Değişmez Genel Başkan’
13 Kasım 1938 tarihli Bugün gazetesinin başyazarı Ali Naci Karacan ilk kez İnönü’den ‘Milli Şef’ diye bahsederken, Cumhuriyet gazetesi ‘İkinci Atatürk’ümüz’ diye takdim etmişti. 14 kasımda Cumhuriyet yazarı Nadir Nadi Atatürk’ten ‘Ebedî Şef’ olarak bahsetti. Ancak, İnönü’nün resmen ‘Milli Şef’ olmasına biraz daha zaman vardı.
İlk adım, Celal Bayar’ın çağrısı ile 26 Aralık 1938 tarihinde toplanan CHP Olağanüstü Kurultayı’nda atıldı. Kurultayda Genel Sekreter Şükrü Kaya’nın yerine getirilen Refik Saydam’ın önerisiyle parti tüzüğünün bazı maddeleri değiştirildi. Bunlardan 2. Madde daha önce “Partinin Değişmez Genel Başkanı, onu kuran Kemal Atatürk’tür” şeklinde iken, yeni maddede “Partinin Banisi ve Ebedî Başkanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin müessisi olan Kemal Atatürk’tür” deniyordu. 3. Madde ile şu takviye yapıldı: “Partinin Değişmez Genel Başkanı İsmet İnönü’dür.” Partiye her zaman istenen nitelikte başkan bulmak zor olduğu ileri sürülerek, 4. Madde’de Partinin Değişmez Genel Başkanının sadece ölüm, görev yapamayacak kadar ağır hastalık ve istifa hallerinde boşalacağı, bu durumlarda, parti üyesi birinin yeni ‘Değişmez Genel Başkan’ olarak seçileceği belirtiliyordu.
“Şef ısıtır, aydınlatır”
Görüldüğü gibi Parti Tüzüğü’nde yapılan değişiklikte ‘Milli Şef’ ibaresi geçmiyordu. Bu ibare ilk kez Recep Peker’in 1934-1935 yılları arasında İstanbul Üniversitesi’nde verdiği İnkılâp Tarihi derslerinde ortaya çıkmıştı. Recep Peker daha sonra ders notları halinde topladığı bu konuşmalardan birinde ‘Şef’ tarifini şöyle yapmıştı: “Siyasal parti hayatında bilhassa üzerinde durulmaya layık başlıca bir unsur Şef’tir. Şef, bir siyasi partinin bütün ana düşüncelerini, iradesini, yapış kuvvetini ve şerefini temsil eder. Şef, kendi ruhunda beslediği heyecan ve hararetle partisini ve muhitini ısıtır, aydınlatır...”
Altı Ok ve Svastika
‘Ebedî Şef’ veya ‘Milli Şef’ kavramlarının Mussolini İtalyası’ndaki ‘Il Duce’ ve Nazi Almanyası’ndaki ‘Führer’, Franko İspanyası’ndaki ‘Caudillo’ kavramları ile akraba olduğu açık. Nitekim CHP’nin kolu gibi çalışan Halkevleri İtalya, Almanya ve Macaristan’daki faşist gençlik örgütlenmelerinden esinlenerek kurulmuştu. İsmail Hakkı Tonguç’un Gazi Terbiye Enstitüsü resim-iş atölyesinde Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde göğüslerde taşınacak ‘Altı Ok’u çizdirişi ile (bazı kaynaklara göre Altı Ok’u İhap Hulusi hazırlamıştır) Almanya’da Svastika’nın (Gamalı Haç) Nazi simgesi olması neredeyse eşzamanlı gerçekleşmişti. Türkiye’deki Tek Parti Rejimi’nin kitleleri harekete geçirmek ya da disiplin altına almak için İtalya’daki Kara Gömlekliler veya Almanya’daki SS’ler ve SA’lar gibi paramiliter örgütlere ihtiyaç duymamasının temel nedeni, Mustafa Kemal’in ‘aydın despotizmi’nin toplumsal tabanının Avrupa’dakilerden çok daha geniş olmasıydı.
Ancak şunu da unutmamak gerekir: İki dünya savaşı arasındaki 30 yılda dünyada ciddi bir demokrasi krizi yaşanmış, 1920’lerde dünya yüzünde 35 anayasal ve seçilmiş hükümet varken bu sayı 1938’de 17’ye düşmüş, 1944’te ise tüm dünyadaki 64 ülkenin ancak 12’si anayasal bir demokrasi ile yönetilir olmuştu. Türkiye’de ise, otoriter rejimlere son derece uygun tarihsel, toplumsal ve siyasal bir ortam olduğu için, bu faşistleşme sürecine çabuk uyum sağlamıştı.
Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt o yıllardaki durumu şöyle özetler: “Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki kökleri halktadır. Türk milleti bir piramide benzer, taban halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki, bizde buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir.”
CHP Doğu’da yok
1939 seçimlerinin ardından toplanan V. Kurultay’a Tunceli, Ağrı, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri, Mardin, Urfa, Siirt’ten delege katılamadı, çünkü CHP’nin bu illerde örgütlenmesi yoktu. (Partinin örgütlü olduğu Hatay’dan da katılım olmamıştı.) Kurultay’da Valilerin CHP Başkanı olması uygulamasına son verildi ancak eskisi gibi Parti’ye yardımcı olmaları isteniyordu. Kurultay’ın bir başka ilginç kararı da, görüş beyan etme hakkı olmayan ve grup kararı doğrultusunda oy kullanmak zorunda olan 21 kişilik Müstakil Grup adlı bir heyet oluşturmak suretiyle güya parti içi demokrasinin mekanizmalarının oluşturulmasıydı. Eli kolu bağlı bu grubun işe yaramadığını söylemeye herhalde gerek yok!
Savaşın Almanya’nın yenilgisiyle sonlanmasından sonra Batı’yla yakınlaşma politikalarının bir parçası olarak ‘Çok Partili Dönem’e geçildi. Ama CHP ağırlıklı olarak rejimin muhafazası için ideoloji üretmekle meşgul oldu. Halkın değil devletin partisi oldu. Siyaset üreten değil ideoloji üreten bir parti oldu. Kadro partisi değil ‘Tek Adam’ partisi oldu. ‘Parti için demokrasi’ CHP’ye yabancı bir kavram oldu. Kemal Kılıçdaroğlu aşısı bu durumu değiştirebilecek mi hep birlikte göreceğiz.
Özet Kaynakça: Mete Tunçay, Türkiye’de Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2007; Hakkı Uyar, Tek Parti Dönemi ve Cumhuriyet Halk Partisi, 1999; “Tek Partili Hayat”, Dosya, Toplumsal Tarih Dergisi, S. 106, Ekim 2002, s. 40-70.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT