Cemevine ziyaret hesapta yoktu
Ankara’nın Çankaya ve Mamak ilçelerinde bulunan Cemevlerine yapılan saldırılardan kısa bir süre sonra Kartal Cemevi Başkanının da saldırıya uğraması ve akabinde verilen mesajlar; buzdolabında bekletilen sosyolojik bir sorunumuzun ısıtılarak önümüze getirilmek istendiğini göstermektedir.
Yazılı ve görsel medyada periyodik aralıklarla “alevi vatandaşlarımızın kapılarına çarpı işaretleri kondu” şeklinde haberlerle karşılaşırız. Biraz da balık hafızalı olduğumuz için kimse çıkıp; “Yahu! Alevi vatandaşlarımızın kapısına bu çarpı işaretlerini kim çizdi, niçin çizdi, amacı neydi?” diye sormuyor. Kısa bir süre sonra da olaylar kendiliğinden unutulup gidiyor. Ancak, yakalanan faillerin kimlikleri ve niyetleri ne olursa olsun verilen mesajlar ve gösterilen tepkiler standarttır ve hiç değişmiyor. Örneğin: Tele 1 Genel Yayın Yönetmeni M. Yanardağ: “Bu saldırı büyük Alevi-Türk/Türkmen toplumuna yapılan gerici, siyasal İslamcı bir suikasttır. Gerekirse kendi güvenliğinizi alın” HDP kurumsal hesapları üzerinden yaptığı açıklamada: “Bu saldırılar siyasal iktidarın Alevileri ötekileştirmesi, inançlarını yok sayması ve Alevi karşıtlığı üzerinden siyaset yapmasıyla doğrudan ilgilidir.”
Bu son olayların failleri kısa sürede yakalandı. İçişleri Bakanlığının paylaştığı ve basına da yansıyan bilgilere göre Cemevi saldırılarını gerçekleştiren kişilerden biri THKP/C Dev-Yol bağlantılı, diğer saldırı olayının azmettiricisi ise Naki D. isimli Kartal Cemevi üyesi olduğu açıklandı.
Hakkını teslim etmek gerekiyor; AK Parti iktidarı döneminde siyasi suikastlar, faili meçhuller, yargısız infazlar yok denecek kadar azaldığı için bu tip karanlık olaylar üzerinden toplumsal mühendislik çabaları da pek karşılık bulmuyor. Bununla birlikte birilerinin Türkiye’nin yumuşak karnı olan Kürtler, Aleviler, Göçmenler, Başörtüsü vb. kriz alanlarını tetiklemeye pek hevesli olduğu, uygun bir ortam bulduklarında da karanlık senaryolarını hayata geçirmek için pusuda beklediği gün gibi ortadır.
Gerek yaşanan bu saldırılar gerekse de Muharrem ayı orucu vesilesiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan, 8 Ağustos günü Hüseyin Gazi Cemevi’ne dayanışma ziyaretinde bulunarak muharrem iftarına katıldı. Cemevi saldırılarından istedikleri sonucu alamayanlar Cumhurbaşkanı ziyareti sırasında resimlerin yerlerinin değiştirildiği vb. ipe sapa gelmez gerekçeler üzerinden vaveyla kopardılar. Alevi Federasyonu yaptığı yazılı açıklamada: “Alevi-Bektaşi toplumunun yüzyıllar boyunca geliştirdiği, yaşadığı zulüm ve baskılara rağmen bugünlere getirdiği yüce değerleri, basit çıkar hesaplarıyla ayaklar altına alan, Alevi-Bektaşi toplumunun en kutsal değerlerinden olan, Muharrem/Matem ve inanç ritüellerimizin fütursuzca istismar edilmesine sessiz kalan Hüseyin Gazi Kültür ve Sanat Vakfı hakkında federasyonumuzun yönetim kurulunun aldığı karar gereği ihraç işlemlerimize başladığımızı tüm kamuoyuyla paylaşıyoruz.”
Peki ama mer’i hukukuna göre faaliyet yürüttükleri ülkenin Cumhurbaşkanının ziyaretini gerekçe göstererek Cemevi yöneticileri hakkında ihraç talebiyle işlem başlatmak çok anormal bir durum değil mi? Sorunun cevabı basit aslında: Hesapta Cumhurbaşkanı ziyareti yoktu, ayaklarının altındaki zemin kayacak diye korkuyorlar. Cazgırlıkları bundandır.
Esasında mağduriyet psikolojisi üzerinden bir tahakküm oluşturmaya dönük bu siyasi tezgah sadece Anadolu Alevileriyle sınırlı da değil. İçinde bulunduğumuz Muharrem ayında Hindistan’dan Lübnan’a kadar tüm Alevi toplumlarında Kerbela hadisesi dolayısıyla çeşitli anma etkinlikleri yapıldı. Hz. Hüseyin ve beraberindeki 70 arkadaşının şahadeti üzerinden bu etkinlikler yüzyıllardır bir matem havasında yapılıyor. Tarihin bir döneminde yaşanmış olsa da böylesine bir felaketi yâd etmekte beis yok elbette. Ancak, tarihin bir döneminde yaşanan bir mağduriyet üzerinden sürekli bir biçimde kin ve öfkeyi canlı tutarak bir kitleyi düşmanlık temelinde bilemek ayrı bir şeydir.
Burada ne Kerbela hadisesinin ne de Alevilerin tarihsel süreç içerisinde mağduriyetlerine dayanak olarak dile getirdikleri zulümlerin aslında yaşanmadığı şeklinde safdil bir teze başvurma gayretinde değiliz elbette. Ancak, düzenlenen anma etkinlikleri; yaşanan mağduriyetler üzerinden Alevi kitlelerde zulüm karşıtı bir bilinç ve duyarlılık oluşturma boyutuyla değil, Sünnilerden bir intikam alacaklısı, bir hınç ve kin kaynağına dönüştürülmektedir.
Türkiye’de Alevilerin sürekli ezilmiş, sindirilmiş, hor görülmüş olduğu; buna karşılık Sünnilerin daha muteber, muktedir ve her türlü siyasi imtiyaza sahip olduğu ifade edilirken özellikle Cami – Cemevi mukayesesi yapılır ve Alevilerin din eğitimi, diyanette temsil veya diyanet hizmetlerinden yararlanma noktasında Sünnilerin haklarına ortak olmayı ya da hiç değilse bir imtiyaz olarak tanınan bu haklardan Sünnilerin de feragat ettirilmesi şeklinde özetlenebilecek talepleri kısmen haklılık içermektedir. Resmi devlet kurumları tarafından sunulan dini hizmetlerin Sünni-Hanifi kesim gözetilerek ifa edildiği doğrudur. Ancak bu gerçeklikten hareketle Cumhuriyet rejimi tarafından Sünniliğin Aleviliğe tercih edildiği sonucunu çıkarmak, olayın bütünlüğünü gözden kaçıran sığ ve erkenci bir yaklaşımdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Durkheim’in işlevselcilik kuramından hareketle ve Ziya Gökalp öncülüğünde Sünni değerler “vatandaş” kimliğinin harcında bir malzeme olarak istihdam edilmiştir. Nitekim Anadolu insanının zihin ve duygu dünyasında kökü çok derinlerde olan dini duyarlılığı tümüyle ortadan kaldırmak mümkün görünmüyorsa içini boşaltarak ondan faydalanmak da bir seçenekti ve cumhuriyet kadroları bu seçeneği tercih etti. Vatanı için her türlü görevi mukaddes bilen, vergisini ödemeyi kutsal gören, dürüst, çalışkan ve vatanı uğrunda gerektiğinde canını seve seve verecek bir dini anlayışın kime ne zararı olurdu.
Cumhuriyet dönemi boyunca devletin tüm ideolojik aygıtları seferber edilerek hayata geçirilmek istenen garplılaşma ve sekülerleşme çabaları diğer tüm dini duyarlılıklar gibi Sünni-Hanefi dini yorumu da pratik hayattan uzaklaştırmayı hedeflemiştir. Cumhuriyet rejiminin hayata geçirdiği bu icraatlar Alevilerin tarihsel taleplerine karşılık geldiği içindir ki bu rejimi büyük bir imanla sahiplendiler ve Cemevlerinde Atatürk posterlerini hiç eksik etmediler.
Ezanın Türkçeye çevrilmesi, Kur’an’ın Latin harfleriyle yazılması, İmam-Hatip Okullarına düşük katsayı uygulaması, 15 yaşından küçük çocukların Kur’an kurslarına gidişinin yasaklanması, İlahiyat okullarının öğrenci kalmadığı gerekçesiyle kapatılması, başörtüsü yasakları ve dinin tüm kamusal tezahürlerine karşı aşağılayıcı söylemlerinin yaygınlaştırılması İslam’ın Sünnilik yorumuna olan bağlılıktan kaynaklanmıyor. Esasında İlahiyat Fakülteleri ve İmam - Hatip Okulları devletin belli ideolojik gereksinimlerini karşılamak, cumhuriyetin kurucu değerlerine karşı potansiyel bir tehdit oluşturan dini muhalefetin kontrol altında tutulması ve gerektiğinde böylesi hareketlere karşı kullanılmak beklentisiyle hayata geçirilmişlerdi. Cumhuriyetin kurucu değerleriyle uyumsuz veya muarız olan bir din pratiğine mukabil “Aydın din adamı” tiplemesi bu dönemde kurtarıcı olarak görülmüştür.
Yakın tarihimizin en büyük dramlarından biri olan Dersim Katliamının 1937 yılında gerçekleştiğini Alevilerin çoğu bilmez veya bilse bile hiç umursamaz. Aynı şekilde Yavuz Sultan Selim isminin bir köprüye verilmesine şiddetle tepki gösterirken, Dersim Katliamını gerçekleştiren Türkiye’nin ilk kadın pilotu ünvanına sahip Sabiha Gökçen isminin bir havaalanına verilmesinden hiç rahatsızlık duymaz.
Özetle: Aleviler tarihin hiçbir döneminde bu topraklarda “dini inançlarından dolayı” bir ayırımcılığa ve zulme maruz kalmamışlardır. Dillere pelesenk edilen Yavuz döneminde ise “Alevi” oldukları için değil, Osmanlı’nın en büyük rakiplerinden olan Safevilerle iş tuttuklarından dolayı devlet için bir “siyasal tehdit” ve “beka sorunu” olarak görülmeleri sebebiyle kendileriyle savaşılmıştır. Kaldı ki, Yavuz’un iktidarı güvenceye alma noktasındaki hassasiyeti ve aşırılığı salt Alevilerle sınırlı da değil. Merak edenler Yavuz’un iktidarı uğruna sergilediği aşırılıkları tarih kaynaklarından araştırabilir.
YAZIYA YORUM KAT