Cemaatin afyonu
Popülist kelimesi genellikle siyasetle ilişkili olarak kullanılır. Halkın duymak isteyeceklerini söyleyen, bol kepçeden vaatlerde bulunan, hamasetin gücüyle kitlelerin duygularını cezbedeceğini düşünen siyasetçileri ‘popülist’ olarak adlandırırız. Ne var ki popülizm entelektüel alanda da hayli geçerli. Son dönemde ortaya çıkan bir köşe yazısı türü, aynen bazı siyasetçilerin yaptığı gibi, yakın hissedilen kitlenin duymak istediğini söylüyor. Dolayısıyla da hiçbir risk almıyor. Devletin ve rejimin neden olduğu apaçık haksızlıkların sırlanmasıyla makalenin ‘alt yapısı’ hazırlanıyor ve üstü de kimsenin itiraz edemeyeceği evrensel doğrularla süsleniyor. Böylece örneğin Kürt meselesi konusunda modası hiç geçmeyecek, ama hiçbir zaman da siyaseten işlevsel olmayacak ‘steril’ yazılar yazmak mümkün oluyor. Bu yazılar duygusallığı öne çıkartarak ‘güçlü’ oluyorlar... Oysa bu duygusallık gerçek siyaseti, siyasetin çoğul yollarını ve sorumluluğu hasıraltı ederek gerçekte tartışılan meseleyi sığlığa mahkûm ediyor.
Bu tür yazıların hepsi birbirine benzediği için yazarın işi de hayli kolay. Sonuçta olayları alt alta dizerek ‘analiz’, bazı evrensel ilkeleri vurgulayarak da ‘siyaset’ yaptığını sanan bir yazı türü ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu yaklaşımın en önemli getirisi yazarı ‘siyasi duyarlılığı olan entelektüel bir camianın’ üyesi yapması. Ancak söz konusu ‘düşünmeyen’ yazılar, bir yorumcudan beklenen analiz ve öneri işlevini yapmamakla kalmıyor, giderek analiz ve öneri işlevini de karalamayı ima ediyor. Başkalarının yaptıkları tahliller veya hükümetin olası çabaları, söz konusu yazarların iyimserlikle kötümserlik arasında sarkaç misali sallanan ruh haline feda ediliyor. Var olan durumun verdiği karamsarlıkla, olması gerekenlere duyulan umudun birleşmesi sanki ‘siyaseti’ de tanımlamış oluyor.
Kürt meselesi bağlamında sıkça gördüğümüz bu yazıların asıl tehlikesi ise siyaseti duygusallıkla ikame ederek okuyucuyu pasifize etmesi. Çünkü bu yazılar okuyucunun ne anlamasına, ne düşünmesine ne de ileriye dönük değerlendirme yapmasına izin vermiyor. Okuyucu kendisini ortak bir şikâyetin paydaşı olarak hissederken, siyasetin de üstüne çıktığını sanıyor. Oysa bu bakış okuyucuyu ‘afyonluyor’, apolitik kılıyor...
Bu kolaycı âlemde popülist siyasetçi ‘devlet bizi dinlemedi’ türünden cümleler kurarken, popülist yazar da ‘devletin DTP’yi kapattığını’ yazıyor. Bu bakış devlet içi aktör analizini gündemden çıkartarak, devleti özcü bir konuma indirgiyor. Böylece esas amaç da ‘devletin yanına’ düşmemek oluyor ve anlaşılan bu sayede müşterek popülizmden beslenen bir cemaatin parçası olunabiliyor.
***
Siyasetin duygusallığa feda edilmesi, ortak sığlıklar üretilmesine fazlasıyla müsait. Örneğin Anayasa Mahkemesi’nin DTP’yi kapatmasının ‘siyasi’ bir karar olduğu söyleniyor. Kendinize basit bir soru sorun: Eğer Mahkeme DTP’yi kapatmasaydı bu nasıl bir karar olacaktı? Tabii ki asıl siyasi karar buydu. Nitekim herkes, aynen AKP’nin kapatılmaması örneğinde olduğu gibi, bu sefer de ‘siyasi’ bir karar verilmesini diledi. Öte yandan eğer her iki karar da siyasi olacaktı ise, kapatma kararı için ısrarla ‘siyasi’ demenin ne anlamı var? Yoksa biz de aynen devletçi muhafazakârlar gibi işimize gelmeyen kararlara ‘siyasi’, hoşumuza gidenlere ‘hukuki’ mi diyoruz?
Kısacası DTP’nin kapatılması Türkiye’deki hukuk geleneği ve anlayışı veri alındığında tamamen hukuksal bir karar. Sorun, söz konusu gelenek ve anlayışın zihniyetinin demokratlıktan nasibini almaması, otoriter bir vesayet rejiminin uzantısı olması. Bu tartışmada asıl atlanan, ancak işlevsel olan unsur meselenin ‘ideolojik’ arka planıdır. Her hukuk sistemi bir zihni altyapıya ve onun uzantısı olan ideolojiye dayanır. Türkiye’deki hukuk da kemalizmden beslenmekte. Bu nedenle böyle davalarda ‘hukuki’ karar, aslında antidemokratik de karardır. ‘Siyaset’ ise bu çerçevenin dışına çıkmayı, konjonktürel nedenlerle pragmatik davranmayı ifade eder.
Anayasa Mahkemesi bu son olayda bir kez daha kendi geleneğine dönerek ‘hukuki’ davrandı ve özgürlükleri budama yönündeki istikrarlı tutumunu sürdürdü. ‘Hukuk’ kelimesine bizatihi olumlu anlamlar yükleyen yüzeysel evrenselciliğin Türkiye’yi anlamada ve topluma hitap eden siyaset üretmede aciz kalması hiç de şaşırtıcı değil. Zihniyet katmanına inmeyen değerlendirmelerin, kapatma davasına ilişkin olarak duygusal bir yüzeysellikten öte gidememesinin nedeni de bu...
***
Gelelim 28 Şubat’a... Pazar günkü yazımda şu yorumda bulunmuştum: 28 Şubat Türkiye’deki dindar muhafazakârları kuşatan siyaset geleneğinin kırılmasına neden olmuştu. Aslında askerlerin istediği tam da aksiydi... Onlar ‘irtica’ ile suçlayabilecekleri kişi ve örgütlerin yeniden ortaya çıkmasını ve böylece dindarları siyasi alanın dışında tutmanın mümkün olabilmesini hayal etmişlerdi. Ama öyle olmadı. Söz konusu siyaset anlayışını zaten anlamsız ve yanlış bulmaya başlamış olan dindar kimlikli insanlar, kitlesel bir yön değiştirme ile AKP’yi oluşturdular. Bu dönüşümün ardındaki dış etken küreselleşmeydi. İç etken ise bu kesimde yaşanan sekülerleşme ve kişiselleşmeydi. Bu dinamik başta dindarlık olmak üzere her alana ilişkin farklı bakışların, çoğulculuğun ve demokrat yönelimlerin tohumlarını zaten ekmişti. Öte yandan o dönemde AB üyeliğine yönelik kalıcı adımın atılmamış olduğunu ve bir ‘Bush dünyasında’ yaşandığını da unutmamak lazım. AKP’nin yükselişi bu olumsuzlukların da üstesinden gelebilmişti.
Bugün Kürtlerin parlamenter alana taşıdıkları geleneksel siyasi hareket bir kez daha durduruldu. Soru, Kürtlerin bu kez yaratılan boşluğu farklı bir biçimde kullanabilip kullanamayacaklarıdır. Üstelik şu anda çok daha ‘Avrupalı’ bir Türkiye var ve de ‘Obama dünyasının’ içindeyiz. Kürtlerin siyasi, entelektüel ve zihni dönüşümleri ise en az otuz yıldır sürüyor. Güneydoğu’ya giden yazarlarımız ballandıra ballandıra orada gördükleri enerjiyi, dinamizmi, demokratik ufuk sıçramasını anlatıyorlar. Ama iş siyasete geldiğinde, bütün bu olumlu hasletlerle bezenmiş kitlenin niçin PKK’ya destek vermek zorunda olduğunu anlatıyorlar. Oysa bugün PKK’nın bütün gücü, onun yaptıklarında değil, hükümetin yapamadıklarında gizli. Aynı şekilde PKK’nın bütün güçsüzlüğü de hükümetin yapabileceklerinin bağımlı değişkeni. Çünkü PKK ile Kürtlerin çoğunluğu arasında bir zihniyet boşluğu doğmuş durumda. Bu boşluğu hısımlık ilişkileri ve duygusallıklar üzerinden sürdürmeye çalışmak artık o denli kolay değil.
Böyle bir ortamda Kürtlerin içinde barış ve demokrasi hedefini demokrat bir çizgi üzerinde gerçekleştirmeye aday bir grubun çıkıp çıkmayacağı sorusu, bugün Kürt inteligensiyasının gündemidir. PKK’nın elindeki silah muhakkak ki caydırıcı... Ama PKK’nın bu silahı böyle bir harekete karşı kullanması da PKK’nın sonu olur. Muhtemelen bazı gözlemciler böyle bir ‘açılımın’ niçin olamayacağını anlatmaya soyunacaklardır. O zaman onlara şunu sormamız lazım: Niçin? Kürtler yeterince demokrat ve cesur olmadıkları için mi? Çünkü herhalde kimse PKK siyasetinin ‘demokrat’ olduğunu veya asıl cesaretin PKK’nın yanında durmak olduğunu söyleyemez.
Ama belki de Kürtler popülist söyleme kapılıp, cemaatin afyonuyla tütsülenmeyi yeterli sayarlar... Belki de demokrat ve cesur davranmanın kendilerini bir anda ‘devletin yanına’ düşüreceğini düşünüp meydanı şiddete bırakırlar...
Mağdurun siyaset çıtası daima daha yüksektedir... Mağdur olmak hak etmek demek değil. Hak eden siyaseti üretmek gerek.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT