Çatışmanın düzeni
Eğer aklın açıklayıcı gücü varsa, o zaman bir değişim projesi de mümkündür. Nasıl varlığı yeniden şekillendirmek mümkünse, toplum hayatını da şekillendirmek mümkün olabilmektedir.
Burada Batı'yla İslam arasında temel bir ayrım ortaya çıkıyor: Batı'da sorunların çözümü için, yeni bir proje ve yeni bir düzen öngörülür, bu da akli/rasyonel bir düzendir. İslam'da, bir düzen öngörülmesinden çok, kişinin ve toplumun kendini ıslah etmesi öngörülür. Mesela bir Batılıya "Burada bir sorun var; bunu nasıl çözeriz?" diye sorulacak olsa, hemen bir proje geliştirir, bir düzen içerisinde bunu halletmeye çalışır. Batılı insan, büyük veya küçük ölçekli olsun, bir proje olmadan sorunlarını çözemez. Bir Müslüman'a "Bu kötülükleri nasıl düzeltebilirim?" diye soracak olsanız "Önce kendini ıslah et, dünyanın değişimine katkıda bulunursun." der. Eğer insan-teki varlık kendini düzeltirse dünyanın ıslahına katılmış ve katkıda bulunmuş olur. Tabii bu, bir düzen veya proje geliştirmeye engel değildir. Sadece proje belirleyen değildir. İnsanın hareket noktası projeyse eğer, yani amaç akli düzen kurmaksa; kendini ıslah etmesi, başkalarına örnek olup yol göstermesi ve başkalarıyla birlikte dünyayı değiştirmek gibi bir kaygısı olamaz.
Buradan ısrarlı ve kibirli iddialarına rağmen, Batı kültüründe "birey"in mümkün olmadığı sonucuna varıyoruz. Çünkü sorunlarını iradeleri aşan projelerle çözebilen insan hiçbir şeyin efendisi olamaz. Kim ona proje çizmişse onun bağımlısıdır. Çağımızda projenin sahipleri ulus devlet içinde örgütlenmiş bulunan bilimler (akademisyenler), stratejistler, uzmanlar ve iktidar seçkinlerinden oluşur. Kendini ıslah edip kendini/nefsini değiştirebilen insan hakiki manada özgür ve bağımsızdır. Müslüman insan böyle bir kişilik profilidir. Sadece Allah'a bağlanabilen, kulluk yapabilen diğer herkese ve her şeye karşı özgür ve bağımsızdır. Deneysel olarak son iki yüz sene içinde kurulan ve bugün hükmünü icra eden modern dünyaya bakın, sahiden insan teki varlıklar özgür ve bağımsız bireyler mi, yoksa yukarıda saydığım güçler tarafından determine edilen sosyal kuklalar mı?
Moderniteyle birlikte, bir görüş teşekkül etti ki, totalitarizm bunun ürünü olarak sahneye giriş yaptı. Bu görüş inanca dönüşmüş bir paradigma olarak önce varlığı parçalıyor, her bir parçaya hükmediyor ve sonra bütün parçaların üzerinde hegemonik bir güç bulundurup bir iktidar kuruyor. Akademik yöntemin yöneldiği saklı amaç budur. Akademik çalışmada bilgi güç olarak kullanılır, hikmet olarak görülmez. Büyük bir iktidarı, nüfuz edici bir hegemonyayı kurmak istiyorsan -İngilizlerin siyasette kullandıkları gibi- önce parçala, sonra yönet. Bütünü parçaladığında iktidar kurabilirsin, çünkü artık bütünlük duygusu ve fikri kaybolmuştur. Özellikle modernliğin mirasını devralan postmodern zamanda Hakikatin parçalanmasıyla, bütünlük duygusu da kayboldu. Bu yüzden yeni dönemde faşizm ve komünizm gibi büyük sistemler kurmak, meta söylemler geliştirmek mümkün olmaktan çıkmış bulunmaktadır. Bu, modern dünyanın, yaratıcı kaos teorisinin önemli sorunudur. Çünkü her parça bir yönden izafileşiyor, öbür taraftan bütüne ve diğerlerine karşı özerkleşiyor. Her parça izafileştiği oranda kendi hegemonyasını da kurma yolunu bulabiliyor. Ve bunların parçalı ve çatışmalı -rekabetçi ve yarışmacı- düzenine kaosun kosmosu veya modernliğin düzeni adı veriliyor.
Modern toplumlardaki çoğulculuk sahte ve parçalayıcıdır, parçaları özerkleştirmesi dolayısıyla insanın mistifikasyonuna yol açmaktadır. Birden fazla kurum, disiplin, bilim, hizmet; devletin veya toplumun birden fazla özerkleşmiş alanı kişiliğin parçalanmasına sebep oluyor ve bunlardan her biri insandan, yani Aydınlanmanın yücelttiği bireyden farklı bir rol istiyor. 24 saat içinde insan, belki onlarca kimlik ediniyor, onlarca rol oynamak zorunda kalıyor. Neticede bütünlük duygusu-birlik fikri yok oluyor. Nevroz ve psikoz adını verdiğimiz hastalıkların yaygınlaşması bu sahte ve parçalayıcı çoğulculuğun, iç kaosun sonucudur..
YAZIYA YORUM KAT