Canınız mı sıkılıyor?
Ah o masum çocukluk yıllarım!..
Her söze bir kuyruk takardık...
“Başım ağrıyor” diyene, “Ağırbaş iyidir, rüzgâr uçurmaz” derdik...
“Canım sıkılıyor” diyene de cevabımız hazırdı:
“Sıkı can zor çıkar!”
Çoktan beri bunlar “teselli” olmuyor... Çocukluktaki gibi gülüp geçemiyorsunuz...
Büyüdük bir kere. Büyümek, her şeyi ciddiye almak anlamına geliyor.
Başınız ağrısa, “Beyin tümörü mü acaba?” diye düşünmeye başlıyorsunuz...
Canınız sıkılsa, “Depresyona mı giriyorum” diye endişeleniyorsunuz.
Çocukluğun en güzel yanlarından biri, hayatınıza ölümün gölgesinin düşmemesi... Çünkü çocuklar ölmekten korkmaz! Onlar açısından hayatla cennet arası bir ilişkidir, ölüm!
Yetişkinler açısından ise, tam anlamıyla bir “hesap verme” korkusudur.
Ömrün çok kısa olduğunun farkındayız. Buna rağmen hayatımızı güzelleştirme çabasına girmiyor, bir anlamda hayatı israf ediyoruz.
Bir birine benzeyen günlerin bir biri ardına akıp gitmesi bize “yaşamak” gibi geliyor.
Hayatımızın sıradanlaştığından, rutinleştiğinden yakınıyoruz, ama hep aynı şeyleri tekrarlayarak hayatımızın rutinleşmesine her gün katkıda bulunuyoruz.
Çalışıyorsak hep aynı yoldan işe gidiyoruz...
Akşam aynı yolu kullanarak eve dönüyoruz...
Televizyonda bir birine benzeyen diziler ve filmler seyrediyoruz...
Aynı marketlerden, alış veriş merkezlerinden alış veriş yapıyoruz...
Her gün onlarca kez bir birine benzer cümleler kuruyoruz...
Tatillerde bile aynı yerlere gidiyoruz...
Tabiatıyla bir süre sonra hayat kendini tekrarlamaya başlıyor: Her gün bir gün gibi oluyor. Bu da ruhumuzu sıkıyor.
İşte buna “modern hayat” diyorlar...
Eski insanlar ekmeklerini çıkarmak için bin çeşit yola başvurur, yeni yöntemlerin peşinde koşarlardı...
Hayatlarında heyecan vardı, gizem vardı, değişiklik vardı.
Bizim hayatımızda ise sürekli “tekrar”lar var.
“Modern hayat”, hayatımızı kemiriyor, farkında değiliz!
Bu hayat tarzı, en çok psikiatristlerin, psikologların ve avukatların işine yarıyor: Depresyona düşenlerle boşananların sayısı alabildiğine arttı.
İyiden iyiye rutinleşen bu hayattan biz erkekler de sıkılıyoruz, ama meşguliyet alanlarımız, kadınlara göre daha geniş olduğu için, kendimizi kısmen oyalayabiliyoruz...
Ya ev hanımları ne yapsın? Bir araştırmaya göre, hayattan sıkılma konusunda ev hanımları şampiyon! Çünkü yaşantıları erkeklerinkinden daha monoton, daha rutin, daha renksiz ve heyecansız: Bir anlamda ütü ile mutfak arasına sıkışmışlar.
Hayatlarında hemen hemen hiçbir yenilik, hiçbir heyecan, hiçbir renk ve âhenk kalmadı. Kalk... Kahvaltı hazırla... Eşinin gömleğini, kravatını, çoraplarını ayarla... Çocukları kavga-dövüş okula gönder... “Vitrin” denilen heyulanın içindeki-ne işe yaradıkları belirsiz-fazlalıkların tozunu al... Avizeleri parlat... “Bugün ne pişireceğim” diye kafa patlat... Yemek yap... Sofra kur... Sofra kaldır... Bulaşıkları yıka... Çamaşırları as... Gömlekleri ütüle...
Daha pek çok, bir birine benzer işler. Nihayet akşam... Beyefendinin geç saatlerde evi teşrifleri... Onca çabasının birkaç güzel cümle ile takdir edilmesini bekleyen hanımına sert bir bakış... Bir “Ne pişirdin?” sorusu... Yemek beğenmeme kaprisi... Kadının hangi zamandan kendine pay arayacağını düşünmeden, “Biraz kendine zaman ayır da kadına benze!..” çıkışı...
Kısacası, daha önceki gecelerden biri daha (yine bana “feminist” diyecekler, oysa ben erkekleri “kul hakkı”ndan, kadını “çatışma”dan, aileyi monotonluğa düşmekten korumaya çalışıyorum). Hep aynı geceler, aynı sabahlar, aynı gündüzler; hep aynı işler, aynı şeyler...
“Sıkılmak” ne kelime, bu durumdaki her insan patlar! Zaten ev hanımları da sık sık “sinir patlaması” yaşıyorlar!
“Her gün aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamaktan bıktım” diyor Sıdıka Hanım; “Aynı işler, aynı basmakalıp sözler, artık ezberlediğim ve anlamsız bulduğum aynı hareketler, aynı televizyon dizileri, aynı tartışmalar... Artık tükendim... Hayatımın hiçbir yerinde yıllardır hiçbir değişiklik yok. Biraz da değişiklik olur diye evlenmiştim. Ama hiçbir değişiklik olmadı. Çocuğum dünyaya geldiğinde bir süreliğine hayatım renklendi sadece, onu da başka sıkıntılar sildi süpürdü. Kendimi savrulmuş gibi hissediyorum. Lütfen bir çare...”
Keşke sihirli bir değnek olsaydı. Öyle bir şey olsaydı önce kendi hayatıma değdirir, kendimi değiştirirdim. Olduğumdan daha mü’min, daha derin, daha renkli, daha kararlı, mesela Hz. Ebubekir kadar fedakâr, Hz. Ömer kadar âdil, Hz. Hamza kadar sert, ama mert; Hz. Osman kadar mülayim; Hz. Âli kadar cesur; Mevlâna kadar âşık; Yunus kadar karmaşık; Gazali kadar âlim; Bediüzzaman kadar minnetsiz; Evliya Çelebi kadar gezgin, Sadi kadar hayalperest, Nasreddin Hoca kadar komik olmak isterdim...
Kadınlarımız Hz. Asiye kadar kararlı, Hz. Meryem kadar sabırlı, Hz. Hatice kadar kararlı, Hz. Ayşe kadar sabırlı olabilirler...
Tabii önce “niyet” lâzım, “gayret” lâzım, “sebat” lâzım...
Önce rutinlikten ve sıradanlıktan kurtulmalı kısacası... Hayata biraz renk, biraz ahenk, bir miktar da heyecan katmalı.
VAKİT
YAZIYA YORUM KAT