‘Çanakkale Ruhu’ndan Bugüne…
Merhum Erbakan “Bu seçimde Çanakkale geçilmemeli…” derken, Dilipak ağabey uyarıda bulunmuştu: “Çanakkale geçildi hocam…”
20. yüzyılın başında küresel güçler arasında yaşanan büyük bir kamplaşma vardı. Bizim için Çanakkale Savaşı, I. Dünya Paylaşım Savaşı’nda bu kamplardan birini seçme zorunluluğunun bir sonucuydu.
Rahmetli Âkif’in o döneme projeksiyon tutan mısraları oldukça aydınlatıcıdır. Âkif’e göre 20. yüzyılın “Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyla, sefil” idi. Ama sefil İngiliz-Fransız ekseni karşısında olan, sefil Alman ekseni’nin temsilcisi General Liman Von Sanders, Çanakkale’yi savunmak için 5. Ordunun komutanlığına getirilmişti.
Tarihin kronolojisi önemlidir. Ama asıl olan zaferlerin ya da yenilgilerin nedenini, iç dinamiklerini kavramaktır. 1839 Tanzimat Fermanı, Rus Çarlığı’nın istemleri ve İngiliz İmparatorluğu’nun zorlamasıyla şer’i toplum yapısından uzaklaşıp seküler bir sisteme adım atışımızın ilanıdır.
Zaten vahyi ilkelerle hayatı okuma ve yenilenme konusunda yaşanan zaaflar, beş asırlık çınarı içeriden çürütmeye başlamıştı. Rabbimizin Enfal Sûresi’nde belirttiği toplumsal yasa, “nimet”i kaybeden toplumların hallerinin bozulacağı noktasındaydı. Zaten tarihi süreç içinde Kur’an nimetinden oldukça uzaklaşılmıştı.
İttihad-ı İslam siyasetinin Çanakkale direnişine yansıyan yanları oldu. “Çanakkale ruhu” dediğimiz olay, küffara karşı İslami değerleri can siperâne savunma adanmışlığı idi. Bu ruhun yaşatılması için Bingazi'den, Halep’e, Diyaribekir’den Kahire’ye, Keyravan’dan Musul’a kadar gönüllü bir katılım, bir yürek intifadası oluşmuştu.
Ancak Osmanlı siyasi birikimi ve son dönem kadroları becerememişti. Düştüğümüz yerden kalkamamıştık. Ve ümmet dayanışması için cepheye koşan yiğitlerimizin komutanlığı Alman Paşalarına teslim edilmişti.
Küffara karşı direniliyordu. Ancak çözüme, vahyi ölçülerle değil, 20. yüzyılın ulus değerleriyle ulaşılacağı vehmine sürüklenilmişti. Abdülhamid Han da, İttihad-ı Terakki elemanları da iç zaaf ve hastalıklarımızı aşacak bir yol oluşturamamışlardı.
Şişli-Maçka’da göz hapsine alınan Cemaleddin Afgani’nin sömürgecilere karşı istibdadı eleştiren, ümmeti diriltecek ve şura yönetimini yeşertecek “ıslah projesi”ne kulak asılmamıştı.
Teknoloji insanlığın ortak malıydı. Ama biz ötekinin gücüne karşı güç besleyecek dirayeti yitirmiştik. Artık ihtiyaç duyduğumuz teknik gücü hadaretiyle ve Alman paşalarıyla birlikte ithal etmeye başlamıştık. Bu düşkünlük yaralayıcı idi.
Akif ‘in “Tek dişi kalmış canavar” dediği Batı medeniyetine karşı, sadece iman gücü, sadece ümmet dayanışması şerefli ölümleri getirdi; ama yine çözülüş devam etti.
Çanakkale mevzilerinde ortaya konan direniş ve dayanışma ruhu, yeniden bir kalkış için heyecan vericiydi. Ama şer’i tefekkürü yitirmiş kadrolar ümmetin fedakârlık ve dayanışma ruhuyla oluşturduğu rüzgârı arkalarına alıp yeni hamleler yapmak yerine, galiplere öykünmeyi seçtiler. Çanakkale geçilmedi; ama kısa bir zaman sonra tüm ümmet coğrafyası ulusal devletler ve Garpzede yöneticilerce tutsak alındı.
İT döneminde de TC’nin kuruluş sürecinde de dünya ölçeğinde takip edilen “reel siyaset”, kuşatıcı vesayeti aşmayı değil, küresel vesayete eklemlenmeyi getirdi.
21. yüzyılda egemen sefillik, artık küreselleşmiş durumda. Daha dün CIA yönetimi, katil “Şam Hükümeti’nin çökmesini istemedikleri”ni açıkladı. Bu, tüm egemenlerin aynı çizgide olduklarının da ilanıydı.
Zaten Mısır’daki darbeye hiçbirisi darbe dememişti.
Ancak bir fark var.
Bugün “Çanakkkale ruhu”nu yaşatan ümmet direnişi ve dayanışması, Türkiye’de olsun, Tunus ve Katar’da olsun reel politikanın içinde kendileri için alan açmaya çalışan dost yüzleri görebiliyor.
Zaten reel siyasetin kirlerinden arınma bilincini yaşatan şahsiyetlerin aktivitesi, hasretini çektiğimiz ilkeliliğin diriltilmesi değil mi?
YAZIYA YORUM KAT