Çanakkale ruhu: ‘Ümmetin diriltilmesi için mi, Türklüğün yüceltilmesi için mi?’
'Çanakkale ruhu' nedir sorusunu yeniden tartışırken, ulusal icatların ve okumaların kimler tarafından ve ne hedefle üretildiğini iyi kavramamız gerekir.
Hamza Türkmen’in Haksöz Dergisi’nin Nisan 2015 sayısında yazdığı makaleyi tekrar yayınlıyoruz:
Çanakkale Savaşı 100. Yıldönümünde coşkulu bir şekilde gündemleştirildi. Eski savaş cephelerine geziler düzenlendi, törenler yapıldı. Kamusal bankaların sponsorluğunda Çanakkale direnişini canlandırmak için çekilen ‘Son Mektup’ filmi, sinema gişelerinde rağbet gördü. Gazeteler konuyla ilgili hamasi manşetlere yer verdi. Çoğu belediye özel törenler düzenledi. Protokol konuşmalarında bol bol Mehmet Akif’in ‘Çanakkale Şehidleri’ adlı şiirinden mısralar dillendirildi.
Ağustos 1914’te Osmanlı payitahtına sığınan Alman gemilerinin Karadeniz’de Rusya sahillerini bombalaması neticesinde İtilaf Devletleri, Osmanlı’ya savaş açtı. Ve Avrupa merkezli küresel savaş, elini Osmanlı topraklarına büyük bir iştahla uzattı. Emperyalist İtilaf güçleri uzun süre saldırdıkları Çanakkale yamaçlarından ve kıyılarından 18 Mart 1918 tarihinde geri çekilmişti. Bu tarihe tekabül eden kutlamalarda en fazla kullanılan tümce ‘Çanakkale geçilmez!’ vurgusuydu.
28 Temmuz 1914’te başlayan Avrupa merkezli I. Küresel Paylaşım Savaşı, 11 Kasım 1918’de sona ermişti. Bu küresel savaşta ‘Çanakkale geçilmez!’ denilmişti ama sonuçta ümmet coğrafyası Fas’tan Türkistan’a kadar baştan sona işgal edilmişti. Bu dramatik tablo, aslında altı asırlık Osmanlı çınarının içten çürümesinin ve ümmet yapısında ‘nimet’ten uzaklaşmanın bir sonucuydu.
I. Dünya Savaşı’nda ümmetin varisleri olarak içine düştüğümüz durum sadece tarihî bir kronoloji değildir. Ayrıca bu düşkünlük sadece Osmanlı memaliğini değil tüm ümmet coğrafyasını kaplamıştı. Asıl olan yükselişin ya da düşüşün, zaferlerin ya da mağlubiyetlerin taktik mi yoksa yapısal mı olduğunu okuyabilmektir. Rabbimizin bir kavme verdiği “nimet”i geri alabileceği ile ilgili uyarısının nedenleri doğru kavranabilmelidir.
İtilaf devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya) ile İttifak devletleri (Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya) arasında yaşanan kapitalist rekabetin fiiliyatta açığa çıkması demek olan I. Dünya Paylaşım Savaşı’ndaki kamplaşmada, bu taraflardan birini seçmek zorunda kalınmıştı. ‘Hasta Adam’ konumuna düşen Osmanlı Devleti’nin payitahtında İttihat Terakki kadroları Alman hattına sığınmışlardı.
Katıldığımız I. Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı, aslında iki emperyal güç bloğunun karşı karşıya gelmesiydi. Fillerin tepişmesinde biz arada kalmıştık. Mehmet Akif, ‘Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar’ diye hitap ettiği Avrupa için ‘Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkıyla sefil’ diyordu. 20. yüzyıl egemen sefilleri İngiliz-Fransız eksenine karşı, sefil Almanya eksenini seçmiştik. Bu hal Müslümanlar olarak Sicilya ve Endülüs’te yakaladığımız tahsiniyyattan, zaruriyat aşamasına düştüğümüzü; tarihî süreç içinde oluşturduğumuz hadaretin “umran”ından, tek dişi kalmış “medeniyet” gücüne sığınarak var kalma zilletine düştüğümüzü gösteriyordu.
Muhammed ümmetinin yönetimdeki saltanat uygulamaları, sudur felsefesi ve mezhepçilik asabiyesi ile yaşadığı düşüş, dağılma sürecinin en acıklı günleri olan 19. yüzyılda kendini somut olarak gösterdi. Ümmet-i Muhammed’i uyandırıp ıslah edecek en önemli güç, Urvetu’l Vuska hareketinin başlattığı İttihad-ı İslam hedefiydi. Ali Suavi ve Namık Kemal gibi ulusçuluk arayışında olan Osmanlı müelliflerinin İttihad-ı İslam’ı, payitahtı devam ettirebilmek için Müslümanların geriye kalan gücünü seferber edip kullanma pragmatizmine dayanıyordu. Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh gibi ıslah öncülerinin İttihad-ı İslam stratejisi ise ümmeti İslami değerlerle yeniden uyandırmak, ıslah etmek ve zindeleştirmek doğrultusundaydı.
Hayatî diriliğini yitirmiş olan Osmanlı Devleti’nin emperyalist İtilaf devletlerinin saldırısı karşısında direniş için dayandığı iki güç vardı. Mehmet Akif’in sefil dediği sefillerden ötekisi ve zaafa uğrayan ümmetin geriye kalan kendi öz gücü.
Öteki emperyal devletin Osmanlı ordusunu eğiten ismi Liman Von Sanders diğer Alman paşalarıyla birlikte Çanakkale bölgesindeki 5. Osmanlı Ordusunun başına geçmişti. Tutuşturduğumuz silahlar da ‘Enverland’ denilen trenlerle Almanya’dan geliyordu. Ümmetin kendi öz gücü ise ümmet coğrafyasının dört bir yanından gelen gönüllü direnişçilerdi. Ümmetin öz gücünü harekete geçiren, İttihad-ı İslam hedefinin diriltici dinamizmiydi.
Ümmet değerlerini can siperâne savunabilmek, İslami yönetim algısı yaratabilmek için son dönemlerde tekrar üretilen hilafet kavramının özlemsel hayali için bile olsa onun otoritesini müdafaa edebilmek, müminlerin kardeşliği ve saldırıya uğradıklarında birlik olup karşı durmaları farziyetini yerine getirebilmek için Keyravan’dan Musul’a, Bingazi’den Halep’e, Kahire’den Diyarıbekir’e, Batum’dan Edirne’ye kadar Çanakkale direnişine katılım için sergilenen fedakârlık ve gönüllülük hali, ümmeti yeniden var kılabilmek için yükselen bir kalp intifadasını başlatmıştı. “Çanakkale ruhu” dediğimiz de ümmetin bu kalp intifadasıydı.
Çanakkale ruhunu oluşturanlar, Çanakkale sırtlarında Osmanlı ordusunu sevk ve idare eden pragmatik Alman paşaları ya da bu direniş ruhu üzerinden bir Türk ulusu inşa etmeyi planlayan Garpzede Türkçü ve İttihatçı subaylar değildi. Çanakkale ruhu dediğimiz olay ümmet dayanışmasıydı; vakii veya vakıasız da olsa İslami değerlere duyulan aidiyet ve sahiplenme duygusuydu. Bu duyguyu ve yaşanan kalp intifadasını ise ateşleyen İttihad-ı İslam stratejisinin ıslah çizgisiydi.
Mehmet Akif’in Çanakkale Şehidleri şiirinin yansıttığı coşku, ilhamını Alman paşalarının taktiklerinden ve Garpzede Türkçülerin hayallerinden değil; İttihad-ı İslam stratejisinin İslam ümmetini yeniden var kılma hamlesinden alıyordu.
‘Çanakkale Ruhu’nu Yorumlama Tarzları
Osmanlı’nın son döneminde veya Osmanlı sonrası dönemde farklı gelecek kurguları olanlar, Allahu Ekber Dağlarında yaşanan trajediden de Çanakkale direniş ruhundan da farklı anlam ve yorumlar çıkardılar.
İttihad-ı Terakki kadroları Müslümanların gücünden yararlanarak yeni bir ulus inşa etmek istiyorlardı. Ama dindar çizgiyi de dışlamayan bu ulusçuluk kurgusunun bedelini onlar ödedi; suikastlarla veya savaş cephelerinde tasfiye edildiler. Ardılları da ırkçı 7 bin yıllık Türkçü-Kemalist kadrolar tarafından devşirildi.
Yeni Türkçü-Kemalist kadrolar ise yeni icat edilmekte olan Türk ulusunu Sümer ve Hititlere dayanan pagan değerlerle irtibatlandırırken, Çanakkale Savaşı’nı da Türk ulusunun kurucu kahramanını üretmeye dönük efsanevi bir yorumla açıklamaya çalıştılar.
Atatürkçülere göre Yarbay Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşı’nda aldığı kararlar ve yaptığı uygulamalarla hem savaşın hem de ‘millet’in kaderini belirlemişti. Oysa 34 yaşındaki Yarbay Mustafa Kemal, Çanakkale’de Alman paşalarının emir ve komutasındaydı ve ufak bir müfrezenin sorumlusuydu. Yani emperyalizmin bir kanadına karşı, öbür kanadıyla beraber olunan cephedeydi. ‘Millet’ denilen olgu da Türkçüler için ulus, dindarlar için Osmanlı ümmet toplumu idi. Islah bilincine sahip olanlar için ‘millet’ kavramı Kur’an’da kullanıldığı muhtevasıyla “dinin şeriat yolu” demekti.
Mustafa Kemal’in üretilmiş kahramanlığına mistik boyut kazandıran efsanelerden birisi de Çanakkale muharebelerinde göğsüne isabet eden şarapnel parçasının sol göğüs cebinde sakladığı köstekli cep saatine çarparak kendisini ölümden kurtarmasıydı.
Osmanlı ümmet toplumuna saptırılmış veya galat-ı meşhur hale getirilmiş bir ifadeyle ‘millet’ diyen müslimler de algılarında bu kavramı kâh ümmet ve iman dayanışması, kâh İT artığı kültürel bir dindar Türklük kabulü şeklinde kavrayıp kavramama konusunda git-geller yaşadılar. Üniversite öğrenci dernekleri birliği olan MTTB yönetimlerinin tarihî süreç içinde Çanakkale olayına yaklaşımları da ilginçti.
1965 öncesinde Kemalistlerin elinde olan MTTB, Çanakkale şehitlerini anmak için Kemalist ulusalcı söylemle ve müfsid ilişkilerle geziler ve programlar yapardı. 1965’ten sonra muhafazakâr-mukaddesatçı gençliğin eline geçen MTTB ise Mehmet Akif’in ‘Çanakkale Şehidleri’ ve ‘İstiklal Marşı’ şiirlerini ölçü edinerek geziler ve programlar düzenlemeye başladı.
Bu çekişmeyi bahsettiğimiz Çanakkale Savaşı’yla ilgili çekilen Son Mektup filminin değerlendirmelerinde de izledik. Bazı Kemalist sinema yazarları ‘Bugün burası Bosna, Bakü, Mekke, Medine… Bugün biz Şeyh Şamil’iz, Selahaddin’iz’ repliklerinden rahatsız oldular ve filmi hamaset yapmakla suçladılar. Oysa filimde sürekli dindar Türk ulusunun temellerine vurgu yapan sahneler vardı. Herhalde tartışma Türklüğün dindarlıkla mı, din dışı oluşumuyla mı takdimi konusunda yoğunlaşıyor.
Son Mektup filminde Padişah II. Abdülaziz döneminde deniz kuvvetlerinin işareti olarak kullanılan 6 resmi bayraktan biri olan, İT Türkçülüğü ile tek bayrak konumuna itilmeye çalışılan ay yıldızlı bayrak abartılı olarak ön plana çıkartılmış. Cenazeler ay yıldızlı bayrakla kaldırılıyor, ay yıldızlı bayrak sallanarak kutlamalar yapılıyor. Sanki asker geçirme konvoyu canlandırılıyor. Oysa biliyoruz ki Şeyh Şamillerin, Selahaddin Eyyübilerin İlâ-ı Kelimetullah davası peşinde olanların ellerinde kelime-i tevhid bayrakları da vardı. Herhalde hâlâ 28 Şubat sendromu aşılamamış ki ‘irtica bayrağı’ veya ‘yeşil bayrak’ diye tahfif edilen şiarımıza tek kare yer verilmemiş ya da verilmek istenmemiş. Ayrıca Çanakkale Savaşı’nın hangi eksende yürütüldüğünün en önemli ispatı olan harekât komutanları Alman paşalar filmde alabildiğine gizlenmiş.
Çanakkale ruhunun okunuş biçimi reel politikayı da etkiliyor. Reel politikadaki söylem ve sembol dili de Çanakkale’nin nesnel olarak algılanmasını engelliyor. Giderek Kemalistlerin Türklük algısı ile dindarların Türklük algısı arasındaki ortaklıklar, en çok Çanakkale Savaşı’ndan başlamak üzere ortaya çıkıyor. Çekilen tanıtım filmlerinde Kemalist vesayet ve abartılarından uzaklaşılacağına, Mustafa Kemal imajı yeniden keşfediliyor. Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş ve Mevlana aşkı güzellemeleriyle AK Parti tarafından çekimi yapılan son Nevruz tanıtım reklamı da bunlardan birisi.
Sentezci ve ulusalcı dilden uzaklaşma eğilimi gösteren Tayyip Erdoğan’ın nesnelleşmeye çalışan dili, Ahmet Davutoğlu’nun taşıdığı tüm İslami güzelliklerine rağmen arınamadığı Orta Asyacı ve Türkiyeci asabiye dilinden etkileniyor gibi. Muhtemelen birbirlerini tetikliyorlar.
Reel politikanın kirlerinden arınma çabaları yerine, statükoyu sevindiren uzlaşma diline tutunma pragmatizmi ya da cahilliği ön plana çıkıyor. Türkiye’deki 36 farklı dil ve kavim özelliğine sahip etnik unsur gerçekliğini dile getirip Anasır-ı İslam’dan yana açılımlar yapan Erdoğan, bir bakıyorsunuz, tamamen kurgusal ve üretilmiş olan 16 ‘Türk’ devletinin savaşçı askerleri ile Cumhurbaşkanlığı Köşkünde bir müsamere düzenliyor.
‘Çanakkale Ruhu’ Kime Hizmet Etmeli?
Kangren haline gelen iç zafiyetlerimiz ve küresel vesayetin reel siyasetine alet oluşumuz, Osmanlı ordularını Alman paşalarının sevk ve idaresine kadar düşürmüştü. Ama Çanakkale ruhu veya direnişi Gazze direnişinden farklı değildi.
İzzeddin Kassam'dan sonra yeniden yüreklenen Filistin ve Gazze intifadası, bölgedeki ümmetin yetimlerini ve Mescid-i Aksa üzerinden tüm ümmeti doğrudan ve fiilen ilgilendiriyordu. Ama intifada, İslami olmayan bir önderliğin inisiyatifinde başlamıştı. Ve Filistinli Müslümanların taleplerinden güç alan intifada gücü süreç itibariyle İslami hareketin inisiyatifine geçti.
Çanakkale'de de Gazze'de de işgal edilen diğer bölgelerimizde de küffara karşı var kalma savaşı yapıldı ve yapılıyor. Var kalma azmi en başta biz müslimler için 'zaruret-i hamse'nin gereklerindendir. Komutanlar veya karar mekanizmaları zaaflı, gafil, ehliyetsiz hatta ötekilerle işbirliği yolları arayan kişiler dahi olabilirler. Ama dağılan gücümüzü toplayacak liyakatli bir inisiyatif kuruluncaya kadar, ölüme razı olan bir zillete rızalık yerine, bu zaaflı kadronun can, namus ve emniyetimiz için gösterdiği çabalara destek vermek, Allah’ın ölçülerini kaim kılma kaygısına dayanıyorsa, üretilen direniş ruhunun veya kimyasının da İslami olana dönüşmesi kaçınılmazdır.
Çanakkale Savaşı için ümmet coğrafyasının dört bir yanından koşarak gelenler Almanya'nın çıkarlarına veya ümmetten ulus çıkartmaya çalışan sivil ve asker bürokrasinin hedeflerine omuz vermek için gelmedi. Onlar bu cepheye, dayatan kuşatılmışlığımız ve tüm düşkünlüklerimize rağmen harem-i izzetimize namahrem eli değmemesi ve ümmet değerlerini yaşatabilmek mücadelesine omuz vermek için geldiler. Ümmetin çocukları Çanakkale'ye ulus kurma kaygısını motive eden ulusal / 'milli' hamasetin dolduruşu için değil, Müslümanca var oluş mücadelesini ve tarihte olduğu gibi İlay-ı Kelimetullah bayrağını yükseltmek için koştular.
Çanakkale ruhunun ve ortak değerlerimizin üç okuyucusu var. Birincisi, seküler ulusalcılar. İkincisi, ulusal/'milli' dindarlar. Üçüncüsü, ıslah okulu. Bu okumalar arasındaki fark, fark edilmeli ve fıtri-vahyî olmayan yaklaşımlardan uzaklaşılmalıdır.
Dindar veya seküler ulus/'millet' oluşumunun köklerini Çanakkale ruhuna dayandırmak isteyenler, maalesef ki 'millet' kavramını Kur'an’daki bağlamından kopartarak kullandılar. ‘Hak’ olan Kur'ani bir kavramı saptırarak, seküler temelli 'seküler toplum' tanımı yani ‘nation’ yerine koymaya çalışanların, bu kavram üzerinden bugünün sorunlarını nasıl içinden çıkılmaz hale getirdikleri de görülmelidir.
Örneğin Çanakkale ruhunda Kürt ve Türk unsurlarını bütünleştiren ve ‘Müslim insanların hak dini ve yolu’ anlamında kullanılan ‘millet’ kavramının, seküler bir tanıma devşirilmesi, bugünkü Kürt ve Türk sorununu da içinden çıkılmaz hale getirmiştir.
Bu tür bir çıkmazı Çanakkale şehitliğindeki Halepli askerlerin mezarlarına rağmen, Esed rejiminin zulmünden kaçarak Türkiye'ye iltica eden Suriyeli muhacir kardeşlerimizi öteki olarak değerlendiren ulusalcı dilde de görüyoruz. Oysa Çanakkale Savaşı sırasında Halep şehri Maraş'ın, Antep'in, Adıyaman'ın, Kilis'in, Urfa'nın ve Rakka'nın kendisine bağlı olduğu müslimlerin bir vilayeti idi. Halep, Bilad-ı Şam eyaletine bağlı, o da Osmanlı'ya bağlı müşterek ümmet toprağı idi. Ezanımız bir, camiimiz bir, kıblemiz bir; tarihimiz, kıvancımız, acımız, tasamız bir idi. Bu nedenle Müslüman kardeşlerimiz Halep'ten, Şam'dan, Kudüs' ten ümmet dayanışması için kalkıp Çanakkale'de iman dolu göğüsleriyle harem-i ismetleri için düşmana siper olmuşlardı.
Keder ve tasa birliği yapmış bu insanların arasına emperyalizmin dayatmasıyla çizilen ulusal sınırları kutsayarak Çanakkale ruhunu tanımlamak veya şekillendirmek ne kadar doğrudur ve ne kadar nesneldir?
Artık yakın tarihimize bakarken bile, bizlere deli gömleği gibi giydirilen 7 bin yıllık, 5 bin yıllık veya bin yıllık sanal, pagan veya dindar ve seküler ulus/'millet' kurgularıyla bakmaktan kurtulmalıyız. Küresel vesayetin beyinlerimize taktığı at gözlüklerini çıkartmalı, elbisemizi temizleyebileceğimiz sulara kulaç atmalıyız.
Sadece millet kavramını, Kur'ani özüne sadık kalarak kullanıp uyguladığımızda bile Kürt sorunundan tutun, ırk ve memleketçilik asabiyesine kadar modernizmin sırtımıza iliştirdiği birçok yükten arınmış olacağız.
'Çanakkale ruhu' nedir sorusunu yeniden tartışırken, ulusal icatların ve okumaların kimler tarafından ve ne hedefle üretildiğini iyi kavramamız gerekir. Artık ulusal mitler üretmek için Çanakkale ruhunun saptırılmasına yol açacak sığınmacı veya gafil zihinleri dürtüklemenin zamanı çoktan geldi ve geçiyor bile…
Çanakkale ruhunu vesayetten kurtuluşun ve küresel kuşatmayı aşma azminin bir imkânı haline getirebilir miyiz? Bu istikamette sadece millet kavramına bile Kur'ani bağlamda sahip çıkmak, Kürt sorununun çözümünde de Türkiye'nin dış politika ufkuna bakışta da bizleri fıtri ve vakii temellerimizle buluşturacaktır.
Zaten adalet, eşyayı yerli yerine koymak değil midir?
HABERE YORUM KAT