Camia'nın 'Cemaat'ten kopuşu
Aslında 28 Şubat en büyük kırılmaydı.
İnsanlar örtülerinden, gümüş yüzüklerinden dolayı bölük bölük fişlenirken, işlerini kaybederken, okul kapılarından döndürülürken, haksız hapis cezalarıyla süründürülürken, İmam Hatip liseleri kapanmanın eşiğine getirilirken, dindarın vakıflarına tek tek el koyulurken, başörtülü kadınlar linç edilirken, 'Gerekirse silah kullanırız' tehdidi manşetlere taşınırken...
Gülen darbe esnasındaki demecinden çıkan 'Beceremediniz, artık bırakın' manşetiyle katkı sunmuş;
Darbe ertesindeki bir açıklamasında 'Asker demokratik yollarla sorunların çözümünü istedi' demiş,
Dindarların varoluşunu hedefleyen 28 Şubat kararlarını dayatan MGK'nın masum olduğunu söylemişti.
Ancak Ak Parti iktidarıyla, dindarlar da yavaş yavaş başka bir güne uyanmaya başlamıştı. Aradan sadece birkaç yıl geçmiş olsa da, köprünün altından sular çok hızlı akmıştı. Geçmişe bir sünger çekilip, ittifak etmek daha uygun görülmüştü.
Gerçekten de samimi bir ittifaktı bu. Ne kurban bağışından, ne dershaneler ve öğrenci burslarından, ne gazete ve dergi aboneliklerinden feragat edilmişti. Gülen cemaatinin gücü, dindarların da gücüydü; onların iftiharı ümmetin de iftiharıydı, 'bizim' iftiharımızdı.
Bugün geldiğimiz noktada, o kutlu 'biz' duygusunun tarûmar olduğunu büyük bir ızdırap içinde görüyorum.
Bu seferki ilk kırılma Mavi Marmara saldırısına verilen tepkiydi. Gülen camiası, uluslarası camia kadar bile olamamıştı. BM'den AB'ye nice kuruluşun Mavi Marmara aktivistlerini haklı bulduğu bir vasatta, İsrail saldırısını haklılaştırmanın bir yolu bulundu. Buna göre sivilleri taşıyan bir yardım gemisi, 'uluslararası sularda' saldırıya uğrasa bile 'otorite' olarak İsrail'i tanımalıydı.
Yalnız kalpler kırılmış olsa bile, yine de yüksek sesle itiraz edilmedi. 28 Şubat sürecinde olduğu gibi maslahat, hüsnü zan, vb. kelimeler sükûnet kaynağı oldu.
Ardından 7 Şubat krizinde, İsrail'in hedefinde olduğu bilinen MİT Müsteşarı hedef alındı. Tüm camia medyası, alışıldığı üzere emniyet-savcı işbirliğinin bir uzantısıymış gibi Fidan ve diğer MİT mensuplarını 'vatan hainliği'yle özdeşleştirmeye varan yayınlar yaptılar. Kafalar karışmıştı ama Camia tabanı dahil tam ne olduğu pek anlaşılamadı.
Gezi'de de benzer bir durum ortaya çıktı. Gezi'ye mesafeli yaklaşan veya karşı çıkan Camia tabanı ile Camia medyası arasındaki bariz farklılık büyük bir ayrışma olmasını önledi.
Derken dershane meselesi geldi çattı. Firavun, Karun, Yezid benzetmeleri havada uçuşurken, etrafa üslup dersi vermeye devam edildi.
Kopuşun ilk somut işareti, 'Millî İrade Platformu' adı altında basın açıklaması yapan yüze yakın cemaat ve STK idi. Camia medyasına mensup kimileri, onları da 'yandaş' diye aşağılamaktan, hatta bazıları hakkında 'satılmış' iması yapmaktan imtina etmedi.
17 Aralık süreciyse, kopuşa sarih bir temel teşkil edecekti. Özellikle 25 Aralık operasyonunda, Camia'nın cansiparane savunduğu savcının hedefindeki işadamları ve vakıflar, Camia dışındaki İslâmî kesimlerin belkemiğini oluşturuyordu.
Üstelik, 25 Aralık'tan önce Gülen'in Cumhurbaşkanı Gül'e gönderdiği mektupta, ünlem işaretinin kullanıldığı tek cümlede, 'sıra onlara da gelir' imasıyla, 'Süleyman Efendi'nin talebelerinin, İlim Yayma Cemiyeti'nin, Menzil mensuplarının ve diğer meşreplerin/mesleklerin de aynı muameleye maruz kalmayacağı nasıl söylenebilir?!' şeklinde sıralanan cemaatlerin önemli kısmının bu operasyonda hedef alınması da gözden kaçmadı.
Ayrıca bedduaya beddua dememek için çeşit çeşit isimler bulundu,
Başörtülü yazarların örtülerini dillerine dolayarak hakaret edenler Sözcü zihniyetini aştı,
Koç ve Doğan gibi sermaye gruplarıyla yakın, hatta 'koruma kollama'yı ima eden ilişkiler ortaya saçıldı,
'Amerika'yla aramızı bozmayalım' diye Amerika'nın MİT'İ sayılabilecek NSA hakkındaki haberler Gülen'in emriyle sansürlenirken, MİT'i ve Başbakan Erdoğan'ı dünyaya El Kaide bağlantılı olarak ilan etme çabaları gün yüzüne çıktı.
'Bu hanıma haddini bildiriniz' derkenki sesi hâlâ kulaklarımızda yankılanan Ecevit'e şefaatçi olup,
28 Şubat sürecinde Demirel'i 'Sözün sultanı' diye takdim ederek uzlaşma ödülü verenlerin,
'Uzun adam'a topluca ettiği bedduaları deşifre oldu.
Gülen ve Camia'nın, Kur'an eğitiminin önündeki engelleri yıkan, başörtüsü yasaklarını büyük ölçüde kaldıran bir iktidarı dış dünyaya reform yapmayan, otoriter bir yapı olarak lanse etmesi, sürdürülenin bir 'iman davası' olmadığına geniş kitleleri ikna etti.
Medya ve sermaye bağlamında eski rejim güçleriyle, bürokrasiyi de arkalayarak ittifak eden Camia'nın 'yeni Türkiye' tahayyülünden korkulur oldu.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'e 'konuk oyuncu' muamelesi yapılmasına halkın gösterdiği haklı tepkiyi bile 'Reytingleri mi kıskandınız?' şeklinde karşılayacak kadar her şeyin bir güç-iktidar eksenli okunduğuna,
Sadece başörtüsünü değil, başörtülü bir hanıma saldırıyı da füruattan görerek yayın yapıldığına,
'Sözde taciz mağduru, Kabataş yalanı' diye diye, 'işeme fantezisi' başlıkları atan Doğan medyayla el ele o kadıncağızın onurunu tekrar tekrar ayaklar altına alındığına şahit olundu.
Velhasıl Camia, kelimenin her anlamıyla 'Cemaat'ten koptu.
Başımız sağolsun.
Yeni Şafak
YAZIYA YORUM KAT