Büyük Balık
Sine-masal denince aklıma hoop diye ilk gelen isim Tim Burton’dır. Onun için “Beter Böcek”in yönetmeni desem “O muymuş ya” diyeceğinizi tahmin ediyorum. Oz büyücüsü, tuhaf adamlar, umacılar, hayaller, rüyalar, illüzyonlar, Burton’ın düş ikliminin demirbaşlarıdır adeta. Burton, gerçekle masalın iç içe olduğu, istediğimiz ya da asla isteyemeyeceğimiz dünyalarla yüz yüze bırakan filmler üretti yıllar boyunca: Batman, Edward Makaseller, Batman Dönüyor, Çılgın Marslılar, Hayalet Süvari, Maymunlar Cehennemi ve Büyük Balık gibi. Bütün bu filmlerin içinde Tim Burton, en çok da “Büyük Balık” ile bizi o buğulu, sisli, maceralı, espritüel dünyasına davet etti.
Filmin kahramanı Edward Bloom, romanın yazarı Daniel Wallace Alabamalı olduğu için mi oralıdır yoksa Amerika’nın (Forrest Gump gibi) rüyalara, masallara en uygun eyaleti orasıdır da ondan mıdır bilemiyorum, Alabamalı bir kahramandır. Alabama’nın ABD’nin güneydoğusunda bir eyalet olduğunu biliyorum. İç savaşta Güneylilerin yanında yer alan Alabama, katı ırk ayrımını 1960’ların ortalarına kadar sürdürmüş bir yer.
Türkiye’de gösterime girmemiş bir film Büyük Balık, üstelik başta en iyi film olmak üzere 4 dalda Altın Küre ödülünü almış bir yapım olmasına rağmen. Aslında niçin izleyeceğinize yönelik ipucu barındırmayan, tanıtımı sağlıklı yapılmamış, sıradanmış izlenimi veren ama alıp izlediğinizde hakikaten sıkı bir balık yakaladığınız hissini uyandıran bir film.
2005 yılında rastladığım bu film hakkında notlar tutmuş bitirilmek üzere hard diskimin bir köşesinde saklamıştım, ta ki, Yapı Kredi Yayınları tarafından 2011’in ilk günlerinde “Büyük Balık”ın romanı yayınlanana kadar. Kitabı, büyük bir heyecanla temin ettiğimi ifade etmeliyim. Begüm Kovulmaz’ın nefis çevirisini buraya kayıt düşmek gerekli.
EDWARD BLOOM KİMDİR?
Edward Bloom, alçakgönüllü, nazik, utangaç, “sessiz bir cazibe”ye sahip, “büyük adam” olma çabasıyla ömrünü tüketmiş, aynı insanları görüp aynı şeyleri yapmaktan nefret eden, söylediği şeylerin ne kadarının gerçek yahut kurmaca olduğunu ayırt edemeyeceğiniz ama her şeyi yapma kapasitesine de sahip olan bir şahsiyettir. Her daim fıkraları cebinde hazırdır. Orijinaldir.
Edward Bloom, küçükken o kadar hızlı uzar ki yataktan çıkamaz, çünkü kemiklerinin kalsifikasyon hızı boyunun uzama ihtirasına yetişemez ve bu nedenle ayağa kalkmaya çalıştığında rüzgârda sallanan bir sarmaşık gibi yalpalar, külçe gibi yere yığılır hep. Bu vakitlerini bol bol kitap okuyarak geçiren Bloom’un, dünyayla alakalı her şeyi bu sayede öğrendiği konuşulur şehrinde.
Filmde eski bir evde yaşayan yaşlı bir kadından bahsedilir. Camdan yapılmış takma gözüne bakan insanların, nasıl öleceklerini gördükleri söylenen yaşlı kadının evine Edward Bloom ile arkadaşları gizlice girer ve burada nasıl öleceklerini görürler, belki de Bloom’un hayat boyu korkusuz olmasında yatan sır budur. Ama romanda bu olay bir çocukluk hatırası olarak anlatılmaz. Edward Bloom’un, Auburn Üniversitesi’ne okumak için geldiğinde kaldığı pansiyonun yaşlı sahibi olan kadın takma gözlüdür ve gelecek hakikaten de görülür. Üniversiteden birileri takma gözü çalarlar, Bloom gözü bulur ve sahibine iade eder, bunun karşılığında nasıl öleceğini görür ama bu sahnelerin çocukluk hatırası olması daha mantıklı geliyor insana.
KARL’I SOSYAL HAYATA KATMASI
Karl isimli bir dev vardır filmde; Edward’la beraber şehre oradan da sirke gider. İnsan azmanı bir şey. Çevreye korku salan bu devasa insanla Edward konuşur ve ikna eder. Romanda ise biraz daha ayrıntılı anlatılmaktadır; sürekli yemek yiyen ve durmadan büyüyen bir çocuktur Karl. Annesinin sabah aldığı giysilerin dikişleri akşama doğru patlıyormuş, o kadar yani. On dört sene dayanan anne, bir gün, oğlunun suratı kızarmış geyiğin karnına gömülüyken kaçmış ve Karl’ın yalnızlık serüveni başlamış. Büyümüş büyümüş ve iki adam boyunda, üç adam genişliğinde ve tam on adam gücünde bir dev oluvermiş. Halktan uzaklaşan Karl’ın “korkunç dev” olarak algılandığı zamanlarda Edward Bloom’un, O’nu çiftçiliğe ikna ettiğini görüyoruz hatta bu işlerden zengin olduğundan dahi bahsedilir romanda ama filmde bambaşka bir kapı, Karl için, sirk dünyasına doğru açılır. Karl, boyunun uzunluğundan dolayı sirkte kolaylıkla iş bulur.
SİRK GÜNLERİ
Sirk sahneleri oldukça ilginçtir. Tamamen senaristin kurguladığı bu sahnelerde Edward Bloom, gösteri biterken bir kızla göz göze gelir. Sarışın ve güzel bir kızdır O. Bir anda zaman durur. Bloom, herkesin donup kaldığı anda kıza doğru ilerler. Kız öylece durmaktadır. Tam dokunacaktır ki, zaman bu sefer birden olduğundan çok daha hızlı akar ve kız gözden kaybolur. Bloom, üzüntü içinde orada dururken sirkin sahibi Amos Calloway(Danny De Vito) yanında belirir; kızı tanıdığını ve kendisine yardım etmesi karşılığında bildiklerini onunla paylaşacağını söyler. Calloway, kızın adı ve adresi hariç Bloom’a her ay bir bilgi verir. Kızın en sevdiği çiçeğin Nergis olduğunu burada öğrenir mesela. Üç yılın sonunda bir gün Amos’un kurtadam olduğunu öğrenen Bloom, onu zor bir durumdan kurtarır. Bunun üzerine Calloway, Bloom’a kızın Auburn Üniversitesi’nde okuduğu ve adının da Sandra olduğunu söyler. Edward Bloom’un burada yaptığı işler üç zorlu görev olarak romanda da yer bulur. Bunlar veteriner asistanlığı, Smith’s adlı bir mağazanın çamaşır reyonunda çalışmasıyla bağlantı kurulabilir hatta Bloom’un Calloway’ı köpeklerin elinden kurtardığı sahne romanda çocukları köpeklerden kurtarma sahnesinden alınmış olduğu söylenebilir.
SANDRA KAY TAMPELTON
Edward Bloom, kıza ulaşmak için yola çıkar. Kızın adı Sandra Kay Tampleton’dır (Alison Lohman). O’nun sevgisini kazanmak için düellolar yapılmış, araba yarışları düzenlenmiş, içme müsabakalarında yerlere yuvarlanılmıştır. Edward, çevredeki beş eyaletin tümünde bulunan nergisleri getirtir ve kızın kaldığı yurdun önüne yığar. Sarı rengin hâkim olduğu muhteşem bir tablo çıkar ortaya. Edward ve Sandra ilk kez burada yan yana gelir. Kızın nişanlısı olan Ashton’lı Don Price ikisinin yanına gelir ve burada Edward’ı bir güzel pataklar. Edward elini bile kaldırmaz, dağılmış suratı ve Sandra’yı kazanmanın huzuru ile bayılır, hastaneye kaldırılır ve sonra da evlenirler.
BÜYÜK BALIK’IN SAVAŞ HATIRALARI
Bloom’un savaşa gidişi çok kısa geçer romanda. “Naried” adlı gemide geçen bu yolculuk üstünkörü atlanır. Filmde de Don Price’dan yediği dayak sonrası hastanede iyileşmeyi beklerken orduya çağrı mesajını alır ve Sandra’yı gözü yaşlı bırakarak askere gider. Kısa geçen bu sahneler daha bir espirtüel, daha bir canlıdır sanki. Bloom’un askerlik kesiti romanın aksine bir gemide değil Kore’ye dönük bir operasyonda geçer. Paraşütle askerlerin izlediği sahneye dalan Bloom, pek çok kişinin hakkından gelir ve burada tanıştığı Ping ve Jing adlı yapışık vücutlu kızları alarak onları oradan kurtarır. Romanın 26. sayfasında iki başlı kızlarla tanışması bir gezi havasında verildikten sonra Edward’la, inanıp inanmamak arasında kalan oğlu arasında şu ilginç diyalog geçer:
“-Nagoya’da “İki başlı bir kadın gördüm. Yemin ederim gördüm. İki başlı güzeller güzeli bir Japon kadının çay seremonisine katıldım., öyle zarif öyle güzeldi ki! Hangi yüzünün daha güzel olduğuna karar vermek olanaksızdı.”
“İki başlı bir kadın yoktur,” dedim.
“Gerçekten mi?” dedi beni ters ters süzerek. “Dünya Üzerinde Gitmediği Yer Görmediği Şey Kalmamış Bay Yeniyetme’ye açıklaması için teşekkürler. Gözlerim beni yanıltmış olacak.”
“Sahiden mi?” dedim bunun üzerine. “İki başı mı vardı?”
William’ın pozisyonu ömrü boyunca hep bu şekilde olur. İnanıp inanmamak arsındaki berzahta sallanır durur adeta. İnanmak ister. Zaten ölüm döşeğindeki babasını kucaklayıp nehre abartılı hikâyelerle götürmesi ve orada babasının yol arkadaşlarıyla karşılaşıp babasını nehre bırakması filme yakışır bir final oluşturur.
İSİMSİZ YER YAHUT SPECTER GÜNLERİ
Edward’ın Ashland’den ayrılınca uğradığı ilk yerin adı “isimsiz yer” olarak geçer. Ayakkabıların iplere asılıp yalınayak gezildiği imi romanda yer almaz. Daha ziyade girilip de çıkılamayan; kaçmak isteyenleri dev bir köpeğin beklediği ve her teşebbüse bir parmağın kaybedildiği korkunç bir yerdir burası. Paris’e gidip şiir yazmak için ayrılan Şair Norther Winslow (Steve Buscemi) iki parmağını burada kaybetmiştir. Köpek, Edward’ın yanına gelir ama bir şey yapmaz, Ondaki farklılığı hisseder sanki. İlk fırsatta da oradan kaçar Bloom. Sonraki yıllarda ise kaza eseri mahsur kaldığı Specter adlı kasabayı görür, hayran kalır. Kırkına gelmiştir ve içinde krater büyüklüğünde bir boşluk vardır artık. Kasabayı satın almaya karar verir ve yıllar içinde parça parça sahip olur. Evleri yalnızca satın alır, içinde yaşayanlara ve hayatlarına müdahale etmez. Her eve misafir olur, dostluklarını kazanır.
Bir gün, berberde iken her yeri satın almadığı, yalnızca bir evin kaldığı söylenir Bloom’a. Yolun bittiği ve gölün başladığı yerdeki, üzerinde bir kulübe olan, arabayla ya da yürüyerek bulması çok zor, havadan görmesi olanaksız, hiçbir haritada yer almayan bir yerdir burası. Edward hemen kolları sıvar ama adının Jenny Hill (Helena Bonham Carter) olduğunu öğrendiği evin sahibini görür görmez ona âşık olur ve birlikte yaşamaya başlarlar. Edward Bloom’un evli olduğunu unutmamak lazım. İlerleyen yıllarda Bloom’un uzun seyahatleri ilişkiyi köreltir, yabani otlar bürür güzelim evlerini. Edward asıl yurduna döner. Roman, sembolik ayrılıkların yapılar ve insanlar üzerindeki etkisini oldukça güzel masallaştırır.
Senarist John August ve yönetmen Tim Burton bu süreci sinematografik açıdan müthiş dönüştürmüştür desek az bile söylemiş oluruz. Bir kere filmde, Edward’ın uğradığı “isimsiz yer” ileride döneceği Specter olarak gösterilir. İnsanlar buraya girince büyük bir huzura adeta bulanırlar. Specter’e gelen insanlar ilk olarak ayakkabılarını çıkarırlar ve iplerinden birbirine bağladıktan sonra ağaç dallarına atarlar. Ayakkabının ağaca asılması da derin bir sembole karşılık gelir: Modern hayata, keşmekeşe, çalışmaya, geçinmeye dönük bir mesaj! Jenny ile ilk kez burada karşılaşır Bloom. Henüz on yaşındadır kız ama çok farklıdır, aralarındaki yaş farkını hatırlatan Edward’a, “on yıl sonra aramızda fark kalmayacak ki” demesi çok enteresandır, tabi kıza verdiği geri dönme sözü de. Parmak kaybetmeler, korkunç köpek imleri filmde yer almaz. Sonraki yıllarda Edward satış için yolda olduğu esnada o kadar yağmur yağar ki sabah kalktığında arabasını bir ağacın tepesinde bulur. Etrafı gezmeye çıkar ve Specter’i görür ve burayı satın almaya karar verir. Alamadığı tek ev Jenny’nin evidir. Kızın evini tamir eder, gönlünü alır ve evi de kızın üzerine tapular Bloom. Kız, ona âşık olur ama Edward yüzüğünü göstererek karısını çok sevdiğini söyler ve eşine ihanet etmez. Senaryo, adeta Edward’ın kusurlarını tamir eder. Yerinde ve mantıklı bağlantılarla filmi taşır.
SONUÇ
Büyük Balık, Amerika’da “tall tales” denilen yani “uzun/abartılı hikâye”nin seçkin örneklerinden biridir. Kitabın geç de olsa dilimize çevrilmesi önemli. Umarım diğer örneklerden de çeviriler görürüz. Abartılı hikâye denince “Büyük Balık” dışında aklıma Olağan Şüpheliler (The Usual Suspects) filmi gelir. 1995 yılında beyazperdeye aktarılan Olağan Şüpheliler’de, 27 kişinin ölümüyle sonuçlanan San Pedro Limanı’ndaki patlamayla alakalı olarak beş kişi sorgulanır. Olayı soruşturan Ajan David Kujan (Chazz Palminteri) ve tek canlı tanık olan Verbal Kint’in (Kevin Spacey) oldukça soğukkanlı anlatımında yaşananların da ne kadarı doğru ne kadarı efsane hiç bilinememiştir. İfadelerde kapılar her defasında "Keizer Soze" adlı kişiye çıkar. Ama gerçekle rol kesme, efsaneyle ifade birbirine girer ve işin içinden seyircinin kendisinin çıkması beklenir. Bu nedenle belki de yıllardan beri film, konuşulmaya devam etmektedir.
Yeşilçam’da abartılı hikâye denince çok fazla örnek göze çarpmaz. “Neşeli Günler” filminde “palavra bakanı” Ziya’nın (Şener Şen)anlattığı aslan avı hikâyeleri ile 1977 yılında çekilen, başrolde Tarık Akan’ın yer aldığı “Sevgili Dayım” filmi ve aynı yapımın 1993 yılında tekrar kurgulaması olan Mehmet Aslantuğ’un “Yalancı” adlı filmi bu anlamda incelenmeye değer yapımlar olduğu söylenebilir. Filmlerin zafiyeti söylenenlerin açık palavra olmasından gelir. Büyük Balık, öyle değildir. Burada asıl belirleyici olan şeyin söylenen, abartılı olarak algılanan şeylerin gerçek olup olmadıkları seyircinin/okurun zihnine bırakılmış olmasıdır. Her iki şekilde yorumların yapılabilmesi için gerekli kapılar açık tutulmuştur.
O gün, Bloom’un öldüğü gün -kim inanır ki O’nun öldüğüne- kendisini uğurlamaya gelen hayat hikâyesinin kahramanları, romanın ve filmin sonunda, yoldaşları resmigeçit yapıyorlar adeta. Bloom, suya, geldiği yere gidiyor; biz ise sıradan hayatımıza. Büyük Balık, Edward Bloom, kendine özgü havası, kurgusu ve hikâyesiyle özel bir yapım. Sıradanlığı aşkınlığa dönüştüren, baba ile çocuk arasında masalla kurulan köprünün zayıflasa da asla yıkılmayacağının da adeta resmeden ama bir yandan da elinizden öylesine kayıveren sahip olamadığınız bir balıktır; “efsanevi ölçülerde bir roman”dır.
YAZIYA YORUM KAT