Büşra Ersanlı vakası
Cumartesi gecesi BDP Parti Meclisi ve Anayasa Hazırlık Komisyonu üyesi, Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Büşra Ersanlı'nın KCK davası kapsamında Datça'daki evinde gözaltına alınarak İstanbul'a getirildiğini öğrendim.
Pazar günü de, yayıncı Ragıp Zarakol'un aynı kapsamda gözaltına alındığı haberini aldım. Bu haberler beni fazlasıyla şaşırttı ve kaygılandırdı.
Büşra Ersanlı benim yaklaşık kırk yıllık, yakın dostumdur. İşlerimizin yoğunluğu nedeniyle sık görüşemiyoruz. Ama BDP Parti Meclisi'ne seçildiğini öğrendiğimde aradım, (doğrusu tebrik etmem gerekirdi, ama) nedenini sordum. Özetle şunları söyledi: Kürt sorununun baskı ve şiddetle değil, siyasi yoldan bir çözüme ulaşmasını önemsiyorum. Bunun için yapabileceklerimin azamisini BDP için de yapabilirim diye düşündüm. Ayrıca BDP'yi kadın haklarının savunulmasında bütün öteki partilerden ileride görüyorum. İşte başlıca bu nedenlerle BDP'ye üye ve PM'ye aday oldum.
Büşra Ersanlı'nın, yine eski bir dostum olan Ragıp Zarakol'un KCK davasından gözaltına alınmaları beni fazlasıyla kaygılandırıyor, çünkü şiddetle en küçük bir ilgisi olmayan, olamayacağını adım gibi bildiğim kimselerin, "PKK'nın şehir yapılanması" olarak anılan ve şiddet eylemleri tezgâhlamakla suçlanan KCK ile ilişkilendirilmelerini anlamıyorum. Bu tür gözaltına almalar bana, 12 Eylül askerî yönetimi dönemindeki (benim de başıma gelen) gözaltına almaları andırıyor. İlgili veya ilgisiz herkes, en küçük bir kuşku üzerine gözaltına alınıyor, hatta tutuklanıyor, "pirincin taşının ayıklanması" işi yargı sürecine bırakılıyor. Diyarbakırlı bir dostumun "ağ atarak toplama" olarak tanımladığı bu yöntem hukuk devleti açısından çok kaygı verici.
Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanunu'nun temel hak ve özgürlüklerle çelişen hükümlerini kullanarak, şiddete bulaşmamış kimselerin dahi kovuşturmaya uğratılmasından Türkiye'ye hiçbir hayır gelmez. Türkiye'ye ifade özgürlüğünden hayır gelir. Demokrasilerde ifade özgürlüğünün yegane sınırı şiddet savunuculuğu ve ırkçılıktır. İfade özgürlüğünün olmadığı yerde demokrasi olmaz. Demokrasinin olmadığı yerde de toplum sorunlarına çözüm bulunamaz. Bunları tekrar tekrar hatırlatmak zorundayız.
Eğer hükümet baskı ve şiddeti artırarak, o bir öldürüyorsa ben beş öldürürüm politikasıyla, yani eskiye dönerek, PKK'yı bitiremezse, marjinalleştirebileceğini düşünüyorsa, fena halde yanılıyor. Sorunların baskı ve şiddetle çözülemeyeceğinin, baskı ve şiddetin baskı ve şiddet doğuracağının zengin tecrübelerimize rağmen (bunu en iyi anlaması gerekenler tarafından dahi) niçin hâlâ anlaşılamadığını anlamakta güçlük çekiyorum. Bunun büyük bir yanılgı olduğunu anlatmayı sürdüreceğim.
Türkiye, askerî vesayet altında dahi ifade özgürlüğünün ve demokratik katılımın sınırlarını genişleterek, sorunlarını çözme yolunda ilerledi. Bu sayede radikal İslamcılık gelişme ve başımıza bela olma fırsatı bulamadı; Milli Görüş hareketi içinden sonunda Müslüman demokrat AKP çıktı. AKP, Kürt kimliğinin ifadesi üzerindeki sınırları kaldırdıkça, Kürt kimliğiyle siyasete katılım kanallarını genişlettikçe, Kürtlerin çoğunun oyu bu partiye yöneldi, Türkiye'ye bağlılığı güçlendi. Eğer bugün Kürtlerin giderek genişleyen bir kesimi, giderek daha yükselen bir sesle PKK'ya "Benim adıma öldürme!.." diyorsa, aralarından "Devlete her şeyi söylüyorum, 'katilsin, faşistsin' diyebiliyorum. Ama Kürt hareketine 'antidemokratiksin' bile diyemiyorum..." bile diyebilenler çıkıyorsa (Taraf, 30 Ekim) nedeni budur.
Tanklar, toplar, insansız hava araçları, Süper Kobra helikopterler, profesyonel birliklerle PKK'yı etkisiz hale getirme yolunda askerî başarılar sağlayabilirsiniz, ama Kürtlerin kalplerini ve zihinlerini demokrasiye ve ülke bütünlüğüne kazanmak için gerekli olan reformları yapmadığınız, yani öncelikle ifade özgürlüğünü sağlamadığınız, katılım kanallarını genişletmediğiniz sürece siyasi açıdan başarı kazanamaz, istikrarlı ve huzurlu Türkiye'ye ulaşamazsınız.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT