Bursa’da "Milliyetçilik ve Din" Paneli
Özgür-Der Bursa şubesinde “Milliyetçilik ve Din” başlıklı bir panel düzenlendi.
Aziz Avar‘ın moderatörlüğünü yaptığı program Ördekli kültür merkezinde Hamza Türkmen ve Burhan Kavuncu’nun sunumları ile gerçekleştirildi.
Konuşmacının sunumları:
Aziz Avar:
"Ömrüme, hayatıma, canıma varlığıma yemin olsun ki İbrahim’i milletler içinde Kürtler kadar bozguncu, cefa eziyet veren yoktur. Onlar kadar başka kötüsü olan yoktur. Ahlaksızlar, davranışları Müslümanların mallarını talan etmektir. Bildikleri zülümdür, hırsızlıktır, yol kesiciliktir, insan öldürmektir. Muhammed'in ümmetinde bunlar gibi bir millet yoktur. Allah onları insanlar içinde çoğaltmasın, onların en Salihlerinden bile kendinizi koruyunuz ve onların yaşadığı bölgelerden bile geçmeyiniz."
Sizlere aktardığım bu sözler İsmail Hakkı Bursevi’nin yazmış olduğu Ruhul Beyan isimli tefsirinden bir alıntıdır. Bu tefsir Osmanlı medreselerinde 200 yıl boyunca ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu sözleri bir din adamına yakıştır-a-mayanlar, dinin adamı olunmadığında ortaya çıkacak olan yozlaşma ve ifsattan da haberleri yok demektir. Panelist arkadaşlar milliyetçiliğin tarihsel süreci ve Müslümanların onunla geliştirdiği ilişki hakkında genel bir çerçeve çizeceklerdir ama ben öncelikle şunu çok net olarak ifade etmeliyim ki bugün milliyetçilik-ırkçılık-ulusçuluk bağlamında Müslüman coğrafyalarında meydana gelen zulümlerin en temel nedeni: kendilerini Müslüman olarak nitelendirenlerin, yeryüzünde var olma sebeplerini unutup, dinlerinin tahrif edilmesine göz yummalarından kaynaklanmaktadır. Tarihin hemen her kertesinde, yapılan zulümlerin, hukuksuzlukların temelinde benzer teslimiyetçi ve zaaflı bir inanış biçimin tezahürlerini görmemiz mümkündür. Bugün Van depremi için sarf edilen o utanç verici sözlerden tutunda Türk- Kürt ulusalcılarının akıl tutulmasına varan sözlerinin membaı da aynıdır. Diğer yandan muhafazakârlığın millilik ile entegre olma halinin ardında benzer bir sorun yani ed-din’in gereği gibi anlaşılamaması ve bunun için bir çaba harcanmaması yatmaktadır. Geleneksel bir okuma ve iman etme biçiminin tezahürü olarak kutsanan düşünce ve olguların kuran-i bir sağlamasını yapmaya gerek görmeyenlerin insanlığın en habis sapkınlığı olan milliyetçilik ile ilişki halinde olması kaçınılmazdır. Oysa Rum suresinde “Göklerin ve yerin yaratılması, renklerinizin ve dillerinizin farklılaştırılması (da) O’nun alametlerindendir: bunda, kuşkusuz, (fıtri) bilgiye (anlama ve kavrama yeteneğine) sahip insanlar için dersler vardır! ayeti çok açık bir Hududullahtır ve bunun hiçbir türedi düşünce tarafından çiğnenmesi biz Müslümanlar için söz konusu olamaz. Bizlerin sosyal ve siyasal ilişkileri başta olmak üzere hayatın her alanında nasıl davranacağımız vahiy tarafından net olarak belirlenmiştir. Dolayısı ile söz konusu dünya hayatına dair bir problem olduğunda yapmamız gereken, sonradan üretilmiş mukaddesatın muhafazasına kurban etmek veyahut beşeri ideolojilerin sapkınca yönlendirmeleri bağlamında ele almak değil, aksine koşulsuz ve şartsız kuran perspektifinden bir değerlendirmeye tabi tutmaktır. Bu kural bizim için evrensel ve değişmezdir. Bugün milliyetçiliğin etki alanı maalesef kendi sınırlarını bir hayli aşmış ve küresel kapitalizm ve emperyalist politikaların devamı adına önemli sacayaklarından biri haline gelmiştir. Etki alanı her geçen gün artan ve aynı şekilde girift bir boyuta ulaşmış sorundan bahs ediyoruz. İnsan teki üzerinde oluşturduğu yapı bozumundan yaşadığımız toplum içinde meydana gelen fitne ve ifsattan, global anlamda yürütülen zulüm politikalarına kadar oldukça geniş ve birbiri ile ilintili bir realite ile karşı karşıyayız.. Bahsettiğimiz bu realitenin kurbanı olmamak ve ona karşı Müslümanca bir tutum takınmanın yolu, kuran merkezli bir din anlayışını önceleyip, tekrardan bir inşa sürecini gerçekleştirmekten geçmektedir. Müslüman coğrafyaları cahiliyenin salgın hastalığına maruz kalırken yapmamız gereken istişari temelli bir birlikteliğin göz ardı etmeksizin düşünsel ve eylemsel tutarlılığa ulaşmanın yolları için çaba sarf etmek olmalıdır.
Panelde cevabı aranan sorular:
Milliyetçiliğin İslam dünyasına giriş sürecini ve etkilerinin nelere mal olduğu…
Bugün genel anlamı ile Müslümanların zihninde millet/ milliyetçilik gibi kavram ve olgular ne tür bir karşılık bulmakta ve bunların dinin öngördüğü düzeye taşınabilmesi için ferdi ve toplumsal çözüm önerilerinin neler olduğu…
Günümüzde Türk ve Kürt milliyetçilerinin tezlerini ortaya koyarken dayandıkları temel dinamikler ve Kalkış noktalarının benzerliklerinin neler olduğu…
Bölgede düne kadar ulusalcı Kürtlerden duymaya alışık olduğumuz ideolojik milliyetçi söylemler bugün artık daha geniş bir yelpazeye yayılmış durumda. Özellikle batıda ki Müslümanların kendilerine yardım etmediği tezinin, ajite edilerek işlendiği ve Müslümanların haksız bir ithama maruz kıldıklarını görmekteyiz. Gelişen bu yeni dil ve tavır alışların sebeplerinin neler olduğu…
HAMZA TÜRKMEN
Konuya geçmeden önce şunun net olarak ifade etmeliyim ki milliyetçilik ve onun ekseninde cereyan eden sorunların temelinde öncelikli bir kavram kargaşası yatmaktadır.kavramların ehemmiyeti ve mahiyeti anlaşılmadan yapılacak bir milliyetçilik kritiği bizi sağlıklı bir sonuca ulaştırmaz. Ve unutmamalıyız ki her düşünce sistemi/ideoloji kendi kavramları bağlamında düşünür, üretir ve yine ona göre de kendine bir konum tayin eder. Müslümanlar ile vahiy arasında ki irtibat zayıflığı, en belirgin olarak terminolojik planda vahyi kelimelerin muhteva yitimi veya sapmasıyla yaşanmıştır. Konumuz ile alakalı olarak kavramlarda meydana gelen anlam kaymasında göze ilk olarak “kavim, “kabile”, kaba’il”, şu’b/halklar” vb çarpmaktadır. Bu kavramlar anlam kaymalarına uğradığı gibi, bugün milliyetçilik olarak anılan hastalığa dönüşmede ki en büyük kırılmasında 18 ve 19 yy Avrupa kültürünün inşa ettiği “ırk”, etnisite” ulus ve vatan vb ile buluşması ile yaşamıştır. Oysa kavim-kabile, şa’b gibi kavramlar hiçbir zaman batılı paradigmanın ürünü olan ulus-ırk vb ile karşılanamazlar. Bunun en temel nedeni beslendikleri zeminin birbirlerinden farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Mesela Kuran’da bahs edilen kavim-kavmiyet kavramını bir düşünelim.
Kuran kavim/kavmiyetten hiçbir zaman bugün anlaşıldığı üzere ırka dayalı bir soy birliği şeklinde bahs etmez. O alternatif olarak farklı renkler ve dillerin varlığından ve bileşiminden söz eder. Kavim mensubu olduğu ferdin toplum içinde hayatını güvende olarak sürdürmesi ve başka bir toplum/topluluk karşısında varlığını korumasını sağlamayı amaçlamaktadır. Kavim bazen içinde soy/ırk birliğini de saklayabilir ama bu hiçbir zaman onun temel belirleyeni olamaz. Bunu kuranda 300 den fazla yerde farklı anlam ve özelliklere sahip olmak üzere; topluluk-grup küme, kişi ve halkı vb kast edişinden biliyoruz. Bu topluluklardaki asıl belirleyenin ırk olduğuna dair kuranda hiçbir şey bulamazsınız. Diğer yandan kuran bu toplulukların kendi aralarında oluşturdukları asabiyeyi, çatışmayı ortadan kaldırıp onun ıslah edilişinin nasıllığı hakkında da yol gösterir. Hz peygamber-s-in veda hutbesinde kavmiyetçilik hakkında söyledikleri bu ıslahın gerekliliğini anlama noktasında önemli bir örnektir.
Milliyetçilik ile ilgili kavram ve düşüncelerin özü ancak Avrupa tarihi çatısı altında anlaşılabilir. Milliyetçiliğin Asya, Afrika, Latin Amerika’ya yayılmasında gözde mekanizma bir taklit ve tepki karışımıdır. Ulus veya çalınmış ve saptırılmış bir ifade ile millet olumsuz olan modern şirk kavmi veya ümmetini karşılayan kavramlardır. Zira ulus yapılanması, vahyi ölçüye göre siyasi ve sosyal bir beraberliği ret ederken, dini ancak bir alt kimlik veya bir bileşen olarak kabul eder. Ancak ulus algısı etrafında bir kavram karışıklığı yaşanmaktadır. Kavram ve anlam kaosunu önlemek için Kuran-i kavram ve kelimeleri bilmenin yanında, modern kavramları da doğru bilmek önemlidir.
Ulus’un –Nation-, millet kavramı ile ifade edilmesi doğru değildir..millet kavramı jön Türkler tarafından tartışılmış ve sonunda Osmanlıcada nation/ulus yerine ikame edilmeye çalışılmıştır. Lügat yazarı Şemseddin Sami nation yerine dini bir kavram olan milletin kullanılmasına karşı çıkmıştır. Ahmet Cevdet paşa da kavim kelimesini kullanmıştır. Ancak Namık kemal Türklük yerine millet kelimesini bir kavram olarak kullanmıştır. Daha sonra bu toplum mühendisleri tarafından kabul görülüp yaygınlık kazanmıştır. Millet kavramının değiştirilme teşebbüsleri gerçekleştiğinde, dönemin İslamcılarından bir takım eleştiriler almıştırlar. Bu tepkilere karşılık olarak Türk yurdu dergisi yayınlanmış ve dergide Türk milliyetçiliğinin İslama aykırı olmadığı türünden tezler uzun işlenmiştir. Daha sonralarda finansmanını ittihat terakkinin yaptığı, Türk milleti tezini meşrulaştırılması için İslam mecmuası çıkartılmıştır. Bu derginin temel hedefi İslami ölçü ve kavramları reforme ederek hedefledikleri millet/milliyet tezine zemin hazırlamaktı. Millet kavramı kuranda 15 yerde kullanılır ve resuller aracılığı ile yaşamlaştırılan şeriat anlamına gelmektedir.
Milliyetçilik ya da ulusçuluk daha çok dil, soy, toprak gibi fıtri özellikler ile bağ kurarak duygusal aidiyetler oluşturan bir inanış biçimidir. Mitolojik ve kurgusal tarih okumasıyla üretilir. Ulus devlete her şeyin üzerinde değer biçilir. Devlete bağlılık siyasal meşruiyetin kaynağıdır. Ulus devlet ve ulus tarih vakıası, Avrupa için Rönesans ve aydınlanma akımlarının sonucunda kendi tarihi şartlarının bir gerçekliği olarak vücut bulmuşsa da tüm İslam coğrafyasında bu vakıa öncelikle kurgusal ve dayatan bir tasavvur olarak gelmiştir.
Avrupa da sanayi devrimi öncesinde evrensel ve dini kimlikle yaşayan ve sınırlı iç çatışmalar içinde olan kimlik öbekleri, asıl çatışmaları ulus devletlerin doğuşu sırasında yaşamışlardır. Endüstri kentlerinin çevresinde oluşan hinterlantların oluşturduğu pazarı ve toprağı yeni toplumsal bir kategoriyle elde tutabilmek için ulus devletler her tülü eski sosyal ve kültürel tutumu eritici bir kimlik tanımına girişlerdir. Dolayısı ile ulusçuluk ulusların bir ürünü değil, aksine ulusları meydana çıkaran ulusçuluk olmuştur. Milliyetçilik milli devlete, milli devlet de ulus, vatan, ulusal sınır, ulusal marş, ulusal bayrak gibi icat edilmiş nosyonlara gereksinim duyar. Bu gereksinimler Ulusçuluğu duygusal bir inanç haline getiren mitlerdir. Ulus inşası her ne kadar inanç içerikli mitlere dayandırılsa da ulusçuluk tamamen seküler temelli bir siyasal senaryodur. Rönesans, daha sonraki gelişmelerin çekirdeğini oluştururken, avrupada düşünceyi dünyevileştiren en önemli atılım hatların ise rasyonalizm, laisizm, natüralizm ve individüalizm ile olmuştur. Evrensel dinden ve kutsaldan ayrılma akımının adı olan aydınlanma, ilerleme liberalizm, sosyalizm demokrasi, meşruiyet ve daha sonraları faşizm, hatta muhafazakârlık gibi çağdaş kavramları küreselleştirmeye çalıştı. Çünkü milliyetçilik bu kavramlar ile iç içeydi. Bu kavramların açılımı artık evrensel olan dini kurallarla değil, ondan kopan aklı, bireyi ve deneyi mutlaklaştıran batılı paradigmaya göre belirleniyordu..
İslam coğrafyasında körüklenen Türk-Kürt-Arap-Fars-Arnavut-Berberi vd ulusçuluklar tamamen sanal ve Avrupa emperyalizminin ürettiği veya teşvik ettiği hareketlerdi. Onlar Müslüman toplumları “geri” feodal bir tarihi yapıda görüyorlar ve ilerlemeci tarih senaryosu içinde çağdaş gerekliliklere ayak uydurmaları için seküler temelli ulusçuluğu ve ulus olmayı öneriyorlardı. İlerlemeci tarih mantığı bağlamında dikkatlerimizi Türk ve Kürt ulusçuluklarının kurgulandıkları döneme çevirdiğimizde oluşan yozlaşma ve ifsadı anlamamız daha da kolaylaşacaktır. Mezopotamya bölgesinde etnik yapıları incelemek için o bölgede 19 yıl kalan Katolik papaz İtalyan Maurizo Garzoniy’ye 1787 de “Kürt dilinin grameri ve sözlüğü” yazdırılırken aynı tarihlerde İngiliz Davids Lumley’e de “Kitab-ı İlmu’n Nafi” adıyla Türk grameri ve etnografyası yazdırılıyordu. Türk milliyeti ve milliyetçiliğinin oluşumunda Avrupalı oryantalistlerin kurucu rolünü daha iyi anlamak için ziya Gökalp’ın Türkçülüğün esasları isimli eserinde ki Türkçülüğün tarihi bölümü belgesel mahiyettedir.
Kurucu kadrolar tarafından cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında Türklük, Türkçe konuşan orta Asya kökenlilerle bir ırk bağı düzleminde algılandı ve bu kurguya göre Ergenekon-bozkurt-Asena-turan efsanelerine yapışıldı. İkinci aşamada ise avrupada gündeme gelen antropolojik ırk tasniflerinden etkilenildi ve Avrupalılar gibi beyaz ırkı temsil eden brekosefal-yassı kafalılar- ölçütü üzerinden Türklük yeni bir ırk-kültür tanımına dayandırıldı. Ve Türklerin Sümerliler, Hititliler, gibi beyaz ırktan geldiğini iddia eden resmi tarih tezi, “Türk tarihinin ana hatları” başlıklı dört ciltlik bir kitap halinde bastırılıp 1931-1941 yılları arasında liselerde okutuldu. Daha sonra Mustafa Kemalin büyük destek verdiği bu yaklaşımdan da vazgeçildi. Çünkü gelişmekte olan sosyal bilimler karşısında cumhuriyetin ırkçı tezleri fiyasko ile sonuçlandı.
Kürt kelimesinin dayandığı kurti sözcüğü ve diğer versiyonları bir ırk veya soy bağı olarak değil, -diğer kavimler tarafından dışarıdan bir nitelemeyle- coğrafyayı esas alan bir sıfat olarak kullanılıyordu. Avrupalıların Asya’dan ve orta doğudan gelen yağmacı kavimlere Türk demesi gibi. Bugünkü etimolojik çözümlemeler kürt kelimesi ile irtibatlandırılan sözcüklerinin birbirine yakın kirmancı-Zaza, Gorani ve Sorani dillerinde tamamen farklı anlamlara geldiğini göstermektedir. Kürtçe konuşanların yoğun olarak yaşadıkları coğrafyaya tarihte ilk olarak Kürdistan adını veren kişi de son Selçuklu sultanı Ahmet Sencer’dir. Kürtler arasında ulusçuluk fikrini ilk yaygınlaştıranlar ise 19. yy özellikle son çeyreğinde Avrupa’da eğitim alan ileri gelen Kürt ailelerinin çocukları olmuştur. Ayrılıkçı ve ulusalcı milliyetçi Kürt aydınlar Avrupa’da eğitim görmüş Bedirhani, baban ve cemil paşa ailelerine mensupturlar. Bu kişilerde tıpkı fars-ermeni-Türk milliyetçileri gibi ulus tezlerini meşrulaştırmak için tarihsel dayanak arayışına girişmişlerdir. Tıpkı diğerleri gibi köklerini Mezopotamya ile irtibatlandıran bu ulusçu aydınlar, Kürtlerin kökenin 7.000 yıl öncesine götürerek, dünyaya Mezopotamya üzerinden yayılan uygarlık hamlesinin kökeninde Kürtlerin olduğu savını üretmeyi amaçlamışlardır. Hatta romantik tarihçi Tori gibiler Kürtlerin tarihini 40.000 yıl öncesine götürüp Nuh tufanına dayandırmaktadır..- İslami seçmeden önce Kürtlerin Zerdüşt dinine mensup olmalarından dolayı da tüm Zerdüştleri de Sümerleri de Hz ibrahim’i de Kürt ilan edenler olmuştur. Abdullah Öcalan da Mustafa kemalin Türk tarih tezi gibi tarihi bulgu denilen masalımsı yorumlara dayanarak Kürtlerin 20.000 yıllık tarihi olduğunu, aryan kültürünün kök hücresini oluşturduklarını, Sümer kültürünün “baş kurucunun öğesi” nim Kürtler olduğunu iddia edebilmiştir.
Hilafetin kaldırılmasıyla birlikte eğitimin laikleştirilmesine ve Türkçülüğün dayatılmasıyla baş gösteren cumhuriyetin ilk uygulamalarına şeyh Sait 1925 yılında Kürdistan’da karşı çıktı. Şeyh Said’in gerçekleştirdiği kıyamın ana nedeni İslami değerleri tasfiye etmeye çalışan bu Türk ulus dayatmasına ve batılılaşma ideolojisine boyun eğilmemesiydi.1914 te Musul’da ittihat terakki tarafından idam edilen şeyh Abduselam Barzani’nin İstanbul hükümetine karşı direnişine aynı sebepleri ifade eden insani ve İslami taleplerden kaynaklanmaktaydı.
Müslümanlar imanlarının gereği ırkçılığın, ulusçuluğun her çeşidine karşıdırlar. Müslümanların belirleyici kimlikleri İslam olmakla beraber,İslami kimliğin kavmi özellikleri fıtri bir hak olarak koruması gözden kaçırılmamalıdır.bu nedenle milliyetçi veya ulusalcı olmamak,kökenimizle ilgili hak ihlallerine ve zorbalıklara boyun eğmeyi gerektirmez.Aksine inancımız:dilimizi,kültürümüzü yok sayan ulusalcı,aksine asimilasyoncu zalim sistemlerin zulmüne karşı direnmeyi , haksızlıkları ifşa ve tel’in etmeyi,gücü oranında düzeltmeyi ve hangi inançtan olursa olsun mazlumun yanında zalime karşı konumlanmayı gerektirir.
Bizler çözülmüş bir ümmetin çocuklarıyız. Yeniden ihya, ıslah,inşa ve şahitlik görevi,hayatımızdaki en önemli ferdi ve toplumsal sorumluluklarımızdır.Şahitlik bilincimizi diri tutan bu sorumluluk idrakidir.Hayatın sorunları içinde küçük olanı başarmadan kapitalist hegemonyayı veya firavun düzenini yıkmayı hedeflemek gerçekçi değildir.Biz Müslümanlar öncelikle , İslami duyarlılık adına hayalci veya anarşist yönelimlerin ve oyalanmaların değil vahyin nefislerde ve sosyal alanlarda taşıyıcılığını yapacak inkılapçı tutumun istikrarını paylaşmalı ve kazanımlarına sahip çıkmalıyız.Sağlıklı bir başak yada serpilmiş ekinler olmak istiyorsak,sahih ve zinde tohumlar olma çabalarımızı hasat mevsimi için hazırlamalıyız.
Ulus devletler bizim istediğimiz değil, dayatılan bir realitedir. Hangi kuşatma veya hapishanede olursak olalım, öncelikli görevimiz, ümmet nüvelerini aynı kitabın sayfalarından kalkarak oluşturmak ve kuran nesli halkalarımızı birbiri ile irtibatlandırarak bir İslami hayat zincirini oluşturabilmektir. Küresel kapitalizmin vahşi ve dünya çapında zulmünü en başat tehlike olarak görüyorsak, hiçbir projemizin dünya imparatorluğunun şemsiyesi altında meşru görülmeyeceği ve yer bulamayacağı bilinmelidir. Eğer bu imparatorluk projesinin tutsağı isek, Resulullah (s) ın Mekke cahiliyesinden hicret ettiği gibi, bu ifsadı aşabilecek uygun fırsatlar bulmalıyız. İslami bakış açımızı hurafelerden arındırmalıyız dün üretilen gelenekçi tarihi değerleri belirleyici kıldığı gibi: bugünde Türk ya da Kürt ulusçuluğu gibi modern değerleri belirleyici görenler bulunuyor. Kuran’ın belirleyiciliğinden ve amacından uzaklaşan insanlara karşı öncelikler vahiy ile uyarıda bulunmak, hakkı ve sabrı tekrar tavsiye etmek ve adaletin şahitliğinde ısrarlı olmaktan başka bir alternatifimizin olmadığını unutmamalıyız.
BURHAN KAVUNCU
Irkçılığın, milliyetçilik veya ulusalcılık kavramlarıyla esasta bir farkı bulunmamaktadır. Bunların hepsi insanı ve toplumu mensup olunan etnisite ile tanımlarken, diğerlerini dışlamaktadırlar. Irkçılık denince ilk akla gelen kafatası veya kan grubu ayırımı olması şart değildir. Tümü de insanların kendi iradeleriyle seçmediği aile, bölge, kabile, ulus veya bölge, ırk, renk ayrımlarını esas almaktadır, hepsinin ırkçılık olarak görülmesi gerekir.Bu, insanoğlunun tarihi bir hastalığıdır. Tehlikeli, bulaşıcı, ateşli, insanlık için zararlı, akli melekeleri bozan, gerileten özelliklerinden dolayı Allah’ın dini tarafından yasaklanmıştır. “La teferraku!” emr-i ilahisiyle haram kılınmıştır.
Irkçılığın veya milliyetçiliğin panzehiri evrensel düşünce ve inançlar, insani erdemler ve en başta da vicdandır. Ama maalesef çoğu zaman insanlarda inançlar ve vicdan yetersiz kalmakta, dindar, sosyalist veya liberal etiketler altında milliyetçiliğin etkili olduğunu görmekteyiz. Türkiye solunda Yön, MDD, Aydınlık gibi akımlardan Türk Solu dergisi gibi Kürt düşmanlığını lahmacun yeme yasağına vardıran ulusalcı örnekler solun Kemalizm ile göbek bağını ifade eder. Müslüman kesimde de milli dindarlığın Vakit gazetesi gibi birçok örneği mevcuttur. Avrupa'da da yabancı düşmanlığı, bütün toplumsal kesimlerde etkisini göstermektedir.
Kürtlerin ulus devlete sahip olamamasının olumlu sonuçları kadar, kimliğin aşağılanıp tahrip olmasından kaynaklanan tahribatı da olmuştur. Türkler eğer bir arada yaşamak istiyorlarsa, Kürtlerin de kendileri ile eşit insanlar olduklarını kabul etmeleri gerekir. Etmezlerse, kendilerini yaratan Allah'a karşı gelmiş olurlar. Eşitliğin ve kardeşliğin gereğini yerine getirmeyen Türkler, birlikteliği de dayatamazlar. Kürtlere hangi hakların ‘verilebileceğini’ tartışmak ayıptır. Türklerin, egemen ulus şımarıklığını bırakmaları, aksi takdirde Kürtlerin bu aşağılamaları kabul etmeme haklarının bulunduğunu bilmemiz gerekir. Ak Parti iktidarının Kürtlerin inkârına son vermesi ve asimilasyonla mücadele edeceğini taahhüt etmesi olumludur.
Kürt ve Türkler arasında mevcut bulunan milliyetçi eğilimler, en fazla kardeşlik ve ümmet kavramlarından rahatsızlık duymaktadır. Müslümanların bu kavramlara sımsıkı sarılmaları ve gereğini yerine getirmeleri elzemdir, önce dinlerinin gereğidir.
Panel katılımcılardan gelen sorulara verilen cevapların ardından sona erdi..
Haber: Abdurrahman Yıldırım
HABERE YORUM KAT