‘Bursa Olayı’ ve Atatürk’ün ‘Bursa Nutku’
Ergenekon İddianamesi’nin 222, 948, 1106, 1918, 1965 ve 2095. sayfalarına bakılırsa, Ergenekoncular, darbeci planlarının meşruiyet kaynağı olarak gördükleri, Atatürk’ün 1 Şubat 1933’te Bursa’da yaşanan Türkçe ezan karşıtı gösteriler dolayısıyla irat ettiği iddia edilen ‘Bursa Nutku’ adlı tartışmalı metni tüm Türkiye’de yaygınlaştırmayı milli bir görev addetmişler. Bugünlerde internet ortamında bu metni yayanlar, okuyucularına soruyorlar: “Yani Atatürk de mi darbeciydi?”
Yaklaşık 60 yıldır (çünkü ‘Bursa Nutku’ 1947’de ortaya çıktı) Atatürk’ün ‘Bursa Nutku’ diye bir konuşması olup olmadığı tartışılıyor. Bu konudaki fikrimi soran Murat Papsu adlı okurumuza verdiğim söz uyarınca, bu haftaki yazımı ‘Bursa Nutku’na ve 77 yıl önce yaşanan “Bursa Olayı”na ayırdım.
İlk Türkçe Ezan okunuyor
Ezanın Türkçeleşmesi fikri ilk kez Ziya Gökalp’in “Vatan” şiirinde dile getirilmişti. Şiirde şöyle deniyordu: “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur/ Köylü anlar manasını, namazdaki duanın/ Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur/ Küçük büyük herkes bilir buyurduğunu Huda’nın/ Ey Türkoğlu işte orasıdır senin vatanın.”
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı kitabında sadece ezanın değil, dua ve münâcâtların (yakarışların) ve hutbelerin (Cuma ve Bayram namazlarında minberde imam tarafından okunan dua ve verilen öğüt) de Türkçe okunmasını istediğini belirtmişti.
Atatürk’ün Gökalp’in bu düşüncelerinden çok etkilendiği, Aralık 1930 tarihli Menemen Olayları’ndan sonra dinde reform çalışmalarına hız verdiği biliniyor. Bu bağlamda yapılan çalışmalar sonunda, 23 Ocak 1932 günü Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti Şefi Binbaşı Hafız Yaşar (Okur), İstanbul Karaköy’deki Yeraltı Camii’nde Cuma namazından sonra, Yasin Suresi’ni önce Arapça, sonra Türkçe okumuş, ilk Türkçe ezan ise 3 Şubat 1932’de Kadir Gecesi’nde Ayasofya Camii’nde okunmuştu. (Gayrı resmî kaynaklara göre ilk Türkçe ezan, 20 Aralık 1931 tarihinde Babaeski’de okunmuştu.)
O gece radyodan yapılan canlı yayın bütün ülkede büyük yankı yapmıştı. Türkçe ezanda şunlar söyleniyordu: “Tanrı uludur/ Şüphesiz bilirim tanrıdan başka yoktur tapacak/ Şüphesiz bilirim, bildiririm Tanrının elçisidir Muhammed/ Haydin namaza/ Haydin Felaha/ Tanrı uludur, Tanrıdan başka yoktur tapacak.” Sabah namazında ise “Haydin felaha” çağrısının ardından “Namaz uykudan hayırlıdır” ifadesi ekleniyordu.
Salâvat-ı Şerife metni “Ey Tanrının elçisi Muhammed, salâvat sana, selam sana”; tekbir metni “Tanrı uludur, tanrı uludur, tanrıdan başka tanrı yoktur. Tanrı uludur tanrı uludur, hamd ona mahsustur”; hutbe metni ise “Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selameti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dinî hakikatleri tebliğe memur ve resul olmuştur. Koyduğu esas kanunlar cümlemizce malumdur. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir, temel dindir. Çünkü dinimiz akla mantığa hakikate tamamen uyuyor. Eğer aklî mantığa, hakikate uymamış olsaydı bununla diğer ilahi ve tabi kanunlar arasında aykırılıklar olması gerekirdi. Çünkü bütün kanunları yapan Cenabı Hak’tır” şeklindeydi. Bu metinlere uymayanlara, Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesi gereğince bir aya kadar hafif hapis ve elli liraya kadar hafif para cezası öngörülmüştü.
‘Bursa Olayı’ patlak veriyor
O günlerin Cumhuriyet, Hakimiyet-i Milliye ve Milliyet gazetelerine bakılırsa, ibadet dilinin Türkçe olması emrine ülke genelinde uyulmuştu. Ama bir yıl sonra, Bursa’da yaşanan bir olay, Ankara’dakilerin kaşlarının havaya kalkmasına neden oldu.
1 Şubat 1933 günü Ulu Cami’nin imamı nedense göreve gelmemiş, onun yerine cemaatten Topal Halil ezanı, Tatar İbrahim ise kameti (erkekler tarafından farz namazlarından önce okunan ezana benzer metin) Arapça okumuş, sivil polis Hamdi Efendi de durumu büyüklerine rapor edivermişti. Namazın ardından 30 kişilik bir grup “Ezan her yerde Arapça okunurken neden Bursa’da Türkçe okunuyor” sorusunu sormak için Evkaf Müdürlüğü’ne yönelmişti. Meraklıların da katılımıyla kalabalık giderek büyümüş, Müftü bu konuda talimat alındığını, ezanın yalnız Bursa’da değil, her yerde Türkçe okunduğunu, asıl cevabı Vali’nin verebileceğini söyleyince, kalabalık Hükümet Konağı’na yönelmişti. Makamında olmayan Vali’yi beklerlerken merdivenlere oturmuşlar, sonra da polisin müdahalesiyle, bir olay çıkmaksızın dağılmışlardı. O sırada evinde olan Vali Fatin Bey durumdan hemen Bursa’daki Tümen Komutanlığı’nı haberdar etmiş, Tümen Komutanı da durumu şifreli telgrafla İzmir’de bulunan Kolordu Komutanı Ali Hikmet (Ayerdem) Paşa’ya bildirmişti. İşte o zaman olan olmuştu çünkü telgrafı aldığı sırada Paşa’nın yanında Atatürk de vardı.
Atatürk duruma el koyuyor
Atatürk’ün Nöbet Defteri kitabının derleyicisi Özel Şahingiray’a göre 15 ocaktan beri ülke içinde seyahat halinde olan Atatürk o gün de Buca’ya gitmiş, dönüşte İzmir Millî Kütüphanesi’ni gezmiş, bankalar ve İncir Kooperatifi’ni ziyaret etmişti. Akşam CHP’nin Karşıyaka’da vereceği baloya katılacaktı ki Bursa’daki olayın haberi gelmişti. Yaveri Cevat Tolgay’ın anlattığına göre, haberi duyunca çok sinirlenmiş, ilk tepkisi “Derhal Bursa’ya baskın yapacağız!” olmuştu. O akşam İzmir’de şerefine verilen bir baloya gitmemiş, 4 şubatta sabaha karşı üç buçukta trenle Afyon’a hareket etmişti. Antalya bölgesinde bir geziden dönmekte olan Başbakan İsmet Paşa ile Afyon’da buluşmuş, Eskişehir’e kadar baş başa kalmışlardı. Rivayete göre, İsmet İnönü önce olayı önemsememiş, ama Atatürk’ün ateşli konuşmasından sonra toparlanmıştı. Eskişehir’de İsmet Paşa ayrılacak ve Ankara’ya devam edecek, Atatürk ve yanındakiler, Bilecik’ten otomobille Bursa’ya hareket edeceklerdi.
“Din meselesi değil dil meselesi”
O sırada Dâhiliye Vekili Şükrü (Kaya) Bey, Adliye Vekili Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Emniyet Genel Müdürü Tevfik Hadi (Baysal) Bey de Bursa yolundaydılar. Atatürk ve heyeti 5 şubat günü Bursa’ya geldiler ve şimdi müze yapılan Çelik Palas yakınındaki ahşap köşke (bugün Atatürk Müzesi) yerleştiler. Kısa sürede, olayların öyle büyük boyutta olmadığını anlayan Atatürk, aynı gün devletin resmi ajansı Anadolu Ajansı’na şu açıklamayı yazdırdı: “Bursa’ya geldim. Hadise hakkında alakadarlardan malumat aldım. Hadise haddizatında fazla ehemmiyetli değildir. Herhalde cahil mürteciler, Cumhuriyet adliyesinin pençesinden kurtulamayacaklardır. Hadiseye dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi, dini siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Meselenin önemi milli dili ve milli benliği bütün hayatında hâkim ve esas kalacaktır.” (Cumhuriyet, 7 Şubat 1933) Yani Atatürk’e göre ortada “din meselesi” yoktu, “dil meselesi” vardı.
Ertesi gün, tutuklananları serbest bıraktığı için Savcı, cemaati kontrol edemediği için Müftü görevden alındı. Diyanet İşleri Başkanlığı, bundan böyle ezanın kesinkes Türkçe okunacağını, aksine davrananların mutlak suretle cezalandırılacağına dair bir tamim yayımladı. 9 ve 11 şubat günleri Halkevi’nde toplanan şehrin okumuş takımı eylemin Türk diline hakaret olduğunu ilan ettiler. Yurdun çeşitli yerlerinden Mustafa Kemal’e, hükümete ve gazetelere “irtica hareketlerine lanet” başlıklı telgraflar gönderildi.
Çorum’daki yargılamalar
Ankara’da Adliye Vekili Yusuf Kemal Bey, gazetecilerin sorusu üzerine “sıkıyönetim ilan edilmediğine göre İstiklal Mahkemesi kurulmasına da gerek olmadığını, zanlıların normal mahkemede yargılanacaklarını” açıklamıştı. Ancak zanlılar Bursa’da değil, Çorum’da yargılanacaklardı. Çünkü Bursa Adliyesi’nin konuya duyarlılıkla eğileceğinden şüphe ediliyordu!
24 zanlı “devlete karşı isyan başlatmak”, “Şapka Kanunu’na uymamak”, “TCK’nın 526. maddesine uymamak” ile suçlanıyorlardı. Tatar İbrahim’in olduğu iddia edilen hatıra defterinde Türkçe ezan ile ilgili bazı notlar, olayların önceden planlandığına kanıt olarak gösterilmişti. Bir başka kanıt (!) Evkaf Müdürlüğü’ne gönderilmiş isimsiz tehdit mektubu idi. Mektubun üzerinde Bursa damgası vardı ve bozuk bir Arapça ile şunlar yazılmıştı. “Bana bak! Ben Bursalıyım. Seninle Vali’nin Bursa’yı karıştırdığınızı biliyorum. Ben İstanbul’dan geldim, orada Arapça ezan okunuyor ve kamet veriliyor. Yarından itibaren burada da Arapça ezan okunmaz ise büyük bir felaket ile karşılaşacaksınız. Bundan başka hayatınız da tehlike de olacaktır, Bunları Vali’ye de söyle...”
Bu olaydan bir yıl önce, 17 Aralık 1932’de Ulu Cami’de “Türkçe ezan okumak caiz değil” şeklindeki hutbesinden dolayı suçlanan Tevfik Hoca “Cami büyüktü, Arapça daha iyi duyulur diye Arapça okudum” diye kendini savundu. 1 şubatın başkahramanı Tatar İbrahim, Türkçesini bilmediğinden Arapça okuduğunu, gerisinin iftira olduğunu söyledi ancak evinde bulunan bir defterde Cumhuriyet ve şapka aleyhine bazı karalamalar bulununca, “fikrimdir, yazdım” demek zorunda kaldı. Hırdavatçı Ahmet Kadri adlı bir zanlı, olay günü bir İstanbul gazetesinde, İstanbul’da 1200 müezzinin imtihan edildiğini, imtihan neticesinde pek çoğunun tam not aldığını ancak Evkaf Umum Müdürlüğü’nden henüz cevap gelmediği için ezanın bir süre daha Arapça okunmaya devam edeceğini anlatan bir haberi yüksek sesle okurken yanındakilerin durumu yanlış anlamış olabileceğini söyledi. Ancak bu savunmalar hâkimleri ikna edemedi. Sonuçta 19 kişi 6 ayla 2,5 yıl arasında değişen hapis cezalarına ve hapis cezaları kadar sürgün cezasına çarptırıldılar. Ayrıca 4800 lira tutan mahkeme masrafları mahkûmlar arasında bölüştürüldü ve olay resmi tarihin ‘irtica müzesine’ kaldırıldı. Aradan 18 yıl geçti. 17 Haziran 1950 günü bir ikindi vaktinde, Ankara’dan illere çekilen bir telgraf emriyle ezan ve kametin istenirse Arapça da okunabileceği bildirildi. Bu tarihten sonra bir daha Türkçe ezan duyulmadı.
60 yıllık muamma: ‘Bursa Nutku’ Atatürk’e mi ait
Ergenekoncuların darbeci emellerine dayanak yaptıkları ‘Atatürk’ün Bursa Nutku’ güya ‘Bursa Olayı’nın gerginliğini gidermek için, Bursa Valisi Fatin Bey ve Belediye Başkanı Muhittin Bey tarafından Atatürk ve heyetine 6 Şubat 1932 günü Çekirge’deki köşkte verilen yemekte irat edilmişti. ‘Güya’ diyorum, çünkü bunu yemekte bulunduğunu iddia eden Rıza Ruşen (Yücer) adlı genç bir gazetecinin olaydan tam 14 yıl sonra yazdığı bir kitaptan öğreniyoruz. Vali, Belediye Başkanı, Atatürk ve Kılıç Ali, Saffet Bey, Nuri (Conker) Bey, Salih (Bozok) Bey, Hasan Cavit Bey, Sami Bey, Kâzım Bey, Mümtaz Bey, Avni Bey, Şahap Bey ve Ferit Bey gibi seçkinlerin arasına girmeyi nasılsa başaran Rıza Ruşen, iddiasına göre yemekte yapılan konuşmaların notunu tutmuş, bu notları yıllarca saklamış ve 1947 yılında yayımladığı Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hatıra adlı kitabında yer vermişti. İddiaya göre masadakilerden biri “...Bursa Gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıtaya ve adliyeye olan güveninden ötürü...” diye söze başlayınca olanlar olmuştu. Atatürk elinden çatalı, bıçağı bırakmış, gözlerini gence dikmiş ve adeta gürleyerek, sonradan ‘Bursa Nutku’ olarak bilinecek olan sözleri bir çırpıda söyleyivermişti. İçkili bir akşam yemeğinde yapılan ateşli bir konuşmaya ‘nutuk’ adı takmanın garabeti bir yana, bu önemli ‘nutuk’tan olayın diğer tanıkları o yıllarda hiç söz etmemesi çok ilginçti. Nitekim ‘Bursa Nutku’, I. Cildi 1945’te Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü tarafından yayımlanan Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri adlı kaynakta ya da 1955’te Özel Şahingiray tarafından derlenen ve Atatürk’ün her yaptığının kaydedildiği Atatürk’ün Nöbet Defteri (1931-1938) adlı kitapta da yer almamıştı.
“Benim anladığım Türk genci”
Rıza Ruşen’in kitabını bulamadığım için orada ‘Bursa Nutku’ndan nasıl söz edildiğini bilemiyorum ancak, bugün bazı internet sitelerinde dolaşan metin şöyle:
“Türk genci, inkılâpların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve inkılâpları benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu mu, ‘Bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır’ demeyecektir. Hemen müdahale edecektir.
Polis gelecektir, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis henüz inkılâp ve cumhuriyetinin polisi değildir’ diye düşünecek, fakat asla yalvarmayacaktır. Mahkeme onu mahkûm edecektir. Yine düşünecek, ‘Demek adliyeyi de ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım’.
Onu hapse atacaklar. Kanun yolundan itirazlarını yapmakla beraber bana, İsmet Paşa’ya, Meclis’e telgraflar yağdırıp haksız ve suçsuz olduğu için tahliyesine çalışılmasını, kayırılmasını istemeyecek. Diyecek ki: ‘Ben inanç ve kanaatimin icabını yaptım. Müdahale ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebepleri ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir.’
İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!”
‘Bursa Nutku’nun işlevselliği
Bazı nüshalarında, ilk paragrafın sonundaki “Hemen müdahale edecektir” ifadesi yerine “Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır” ifadesi konularak ‘Ergenekoncu’ bir tonlamaya kavuşturulmuş olan ‘Bursa Nutku’nun gerçekliğiüzerine ilk araştırmayı yapan ve bulgularını Küller Altında Yakın Tarih (Timaş, 2007) adlı kitabında ve Zaman gazetesindeki sütunlarında aktaran Mustafa Armağan’a göre (ki kendisinin yazıları konunun izini sürmemde çok yardımcı oldu), ‘Bursa Nutku’,kamuoyunun ilgisini Rıza Ruşen’in kitabını yayımladığı 1947’de değil, Demokrat Parti’nin (DP) kurucularından Celal Bayar’ın 20 Haziran 1949’da İzmir’de yapılan DP İkinci Büyük Kongresi’nde ‘Bursa Nutku’nu okumasından sonra çekmişti. Celal Bayar’ın bu konuşmadan muradı ‘Madem gerici CHP’yi adalet durdurmuyor, o halde gençlik yönetime el koymalıdır’ şeklinde özetlenebilirdi.
1958’de CHP yanlısı Ulus gazetesi, ‘Bursa Nutku’nu ‘DP’nin elinden iktidarı almak için kanunlara, nizamlara uymaya gerek yoktur!’ mesajını vermek için kullandığında, bu şaibeli metnin bir bumerang gibi DP’yi nasıl vurduğu görülecekti. Nitekim Cumhuriyet Savcısı, Ulus gazetesi hakkında soruşturma açtığında, Celal Bayar’ın nutku DP Kongresi’nde okuduğu ortaya çıkınca, Savcı, Menderes’in baskılarıyla takipsizlik kararı vermek zorunda kalmıştı.
1966 yılında Yargıtay Başkanı İmran Öktem, Adalet Yılı Açış Konuşması’nda, o günlerde gündemi meşgul eden Nurculuk tartışmaları bağlamında irtica tehlikesine değinince, mesajı alan bazı vatandaşlar ‘Bursa Nutku’nu dolaşıma soktular. Öyle ki, Bornova Cumhuriyet Savcılığı, birçok kişiyi, ‘Bursa Nutku’nu kullanarak halkı kanunlara itaatsizlik etmeye teşvik ettiği için mahkemelere sevk etmeye başladı. Bunun üzerine DP’nin siyasi mirasçısı Adalet Partisi’nin (AP) Genel Başkanı Süleyman Demirel, “Karışıklıklara yol gösteren, devlet anlayışının, kanun hâkimiyetinin, asayiş ve inzibat fikrinin yıkılmasını tavsiye eden bu metnin Atatürk’e aidiyetinin ispatlanması gerektiğini” söylemek ihtiyacı duydu. Bunun üzerine Cumhuriyet Senatosu’nda (o zamanlar Meclis iki kamaralıydı) bir bilirkişi heyeti oluşturuldu. Heyet, Türk Tarih Kurumu’ndan (TTK) bir rapor istedi. TTK, 24 Ekim 1966 tarihli toplantısında şu kararı aldı: “Bornova Asliye Hukuk Hâkimliği’nin 27/9/1966 tarih ve 1966/338 sayılı yazısı ve bu yazıya ekli Atatürk’ün Bursa Nutku ile ilgili sözleri üzerine gerekli incelemeler yapılmıştır. Bu incelemeler sonucunda bu sözlerin Atatürk’ün 1933 şubatında Bursa’da yaptığı konuşmadan mealen alınmak suretiyle çeşitli tarihlerde basılmış olduğu kanaatine oybirliğiyle varılmıştır.”
Ancak, tüm ömrü boyunca Atatürk’ün yanında olan Falih Rıfkı Atay, aynı konuyla ilgili olarak 10 Nisan 1967 tarihinde Savcılığa verdiği ifadede şöyle diyecekti: “Bursa Nutku diye Atatürk’ün söylediği bir nutuk yoktur (...) Bursa gazetecisinin yazdıkları kulak rivayetleridir. Atatürk son derece nizamcı ve devlet otoritecisi idi (...) [Bugün] Memlekette anarşi havası yaratmak kasdı vardır. Atatürk bu kasda alet edilmek istenmiştir.”
Deniz Gezmiş bile...
Birinci elden bu tanıklığa rağmen ‘Bursa Nutku’ gözden düşmedi. Öyle ki Dev-Genç’in ünlü lideri Deniz Gezmiş, ‘diktacı’ solcu teorisyen Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Devrim Gazetesi’nin 23 Aralık 1969 tarihli 10. sayısına verdiği röportajda “[Tutucu güçler] Tertipleriyle gençliği ordunun karşısına düşürmek hedefine ulaşamadıkları gibi, devrimci gençlik eylemi, Mustafa Kemal’ci zinde güçler saflarını birbirlerine kenetlemiştir. Mustafa Kemal adı, geniş öğrenci kitlelerinde daha fazla ağızdan ağza dolaşır olmuş, forumlarda Bursa Nutku ve Gençliğe Hitabe tekrarlanmış ve bunlar uygulanmıştır...” diyecekti.
1975 yılında, birilerine kızıp ‘Bursa Nutku’nu bastırarak çevresinde dağıtan Cafer Tanrıverdi adlı bir vatandaş, şikâyet üzerine yargılanırken, davaya bakan Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin başvurusu üzerine, TTK Başkanı Prof. Dr. Enver Ziya Karal ve Hungaroloji (Macarca) uzmanı Prof. Dr. Sami N. Özerdim, mahkemeye ‘Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olduğuna dair bir rapor sundular. Böylece sadece Cafer Tanrıverdi beraat etmekle kalmadı, bir de TTK damgalı bir nutkumuz oldu!
Bugün kendisine ‘Ulusalcı’ diyen çevrelere göre ‘Bursa Nutku’nun üslup ve içerik açısından Atatürk’e ait olmayacağını iddia edenler, aslında Atatürk’ü tanımayanlar. Bu çevrelerin gururla söylediğine göre, ‘Bursa Nutku’ ile Atatürk’ün 15-20 Ekim 1927 tarihli CHP Kurultayı’nda 36 saat 33 dakikada okuduğu Büyük Nutuk’un sonundaki ‘Gençliğe Hitabe’ arasında büyük benzerlikler var. Aynı şekilde, Atatürk’ün 1930’da yaşanan ‘Menemen Olayı’ndan sonra İsmet Paşa’ya “Menemen halkını taşıyın ve Menemen’i yakın. Cumhuriyet’in gelecek nesillerine bir örnek olması için de Menemen’i o yanık haliyle muhafaza edin” demesi örneğinde görüleceği gibi, Atatürk rejim söz konusu olduğunda meşruiyet tuzaklarına düşmeyecek kadar basiretli bir liderdir! Sonuç olarak ‘Bursa Nutku’ vardır ve Atatürk bu nutku tam da bugünler için söylemiştir!
Bitirirken
Okurumuz Murat Bey’in sorusuna geleyim. Bence de ‘Bursa Nutku’yla Gençliğe Hitabe arasında içerik açısından büyük benzerlik var. Bence de Atatürk, gayrı resmî bir ortamda coşup, ‘Bursa Nutku’ denen o militan konuşmayı (kelimesi kelimesine değilse bile) yapmış ama daha sonra bu öfkeli konuşma, darbeciliğe varan devrim ve rejim muhafızlığı gibi tehlikeli göndermeleriyle, Atatürk’ün büyük önem verdiği ‘meşruiyetçi’ imgesine zarar verecek nitelikte olduğu için sahip çıkmamış olabilir. Ancak bugün gayet iyi biliyoruz ki, Atatürk rejim söz konusu olduğunda hukuku rafa kaldırmaktan kaçınmazdı. Bunu marifet olarak görüp görmemek sizin seçiminiz. Ben bu tavrı eleştiren biriyim. Bu yüzden de bilimsel doğruculuk kaygıları ile yapılan itirazlar dışında, darbecileri Atatürk dayanağından mahrum etmek uğruna, ‘Bursa Nutku’ Atatürk’e ait değildir diye ısrar etmeyi anlamlı görmüyorum. “Atatürk de darbeci miydi?” diye soran biri karşısında geri çekilmek yerine, Atatürk’ü ve dönemini cesaretle irdelemeyi tercih ediyorum.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT