Bunca Musîbetler Uyandırmaya Yetmeyecek mi?
Önce bir noktaya değinmek gerekiyor:
Bazı mezarların bir perestiş / tapınma mekanına dönüştürülmüşcesine tepki verme şekli herkes için bir değildir. Bazıları tepkilerini sert ortaya koyar, bazıları te’villerle başka izah yollarına yönelirler. Bu konuda hemen her gün, müslüman coğrafya ve toplumlarında farklı sahneleri görüyor, farklı izahların yapıldığını işitiyoruz.
Hatırlayalım ki, Hudeybiye Musalehesi öncesinde, Hz. Peygamber (S), Mekke’ye doğru ve savaş niyetiyle ilerlerken ortaya çıkan yeni bir durumdan dolayı, beraberindekilerden yeni bir biat / bey’at almak ihtiyacını hissetmişti. Bir ağacın altında yapıldığı için o bey’at, ‘Bey’at-uş’şecere’ diye anılmıştı.
Hz. Ömer zamanında bir sıkıntılı anda, birileri, ‘Hz. Peygamber zamanında filanca yerdeki ağacın altında toplanıp bey’atleşmiştik..’ diye, yine aynı yerde toplanılmasını teklif edince, o mekanın ve ağacın kutsallaştırıldığını gören Hz. Ömer’in o ağacı kestirdiği bilinir.
Ama, günümüzde bazı müslüman cemaatlerin geçmişteki veya halen hayatta olan filanca öncülerinin filan yerde oturduğu, filan ağacın dalında veya dibinde gölgelendiği gerekçesiyle, nice mekanları kutsal bir ziyaretgâh haline dönüştürdükleri de biliniyor; birilerinin, ‘1 Mayıs anmaları için Taksim Meydanı bizim nazarımızda kutsaldır..’ diyen bazı laik/ solcu kesimlerin saçmalığını hatırlatacak şekilde..
Bu gibi aşırılıklara karşı birilerinin de mukabil tepkiler vermeleri hep olagelmiştir.
*
Vehhabîliğe ismini veren Muhammed Abdulvehhab ve tarafdarları, 250 sene öncelerde Mekke, Medine ve diğer yerlerdeki ‘Sahabe mezarları’nın âdeta bir tapınma mekanına dönüştürülmesindeki vurdumduymazlığa, önemsememek şeklindeki tefrit’e karşı, ‘ifrat’ ile, aşırı derecede şiddetli bir tepki vermişler ve bütün bunların şirk olduğunu belirterek, o mekanları yakıp yıkmışlardı. Hattâ, 1900’ün ilk yıllarındaki bir Vehhabî İsyanı’nda, az kalsın, Hz. Peyamber (S)’in kabri bile yerle bir ediliyordu ki, son anda kurtarılabilmişti.
1,5 sene öncelerde, Libya’da 42 yıllık diktatör Gaddafî’nin öldürülmesiyle sonuçlanan ve iç ve dış nice silahlı unsurların işbirliği yaptıkları korkunç savaştan sonra, bir kısım kimselerin, halkın ziyaret ettiği türbeleri, dinamitlerle havaya uçurduklarını ve oralardaki kemikleri de denize attıklarını ve halkın da bu tahribattan sonra artık o mekanları ziyaret etmediklerini orada iş yapan arkadaşlar anlatmışlardı, geçen sene..
Bu gibi yerlerin kutsal bir ziyaret mekânı haline dönüştürülmesi ve buna karşı bir tefrit/ önemsememe ve vurdumduymazlık hali sergilenmesi gibi, ifrat / aşırılık hareketleri de olur. Nitekim, benzer durumlar Mali’de ve diğer Orta- Batı Afrika ülkelerindeki müslümanların yaşadığı coğrafyalarda da yaşanmıştı, geçtiğimiz aylarda..
Son günlerde de Suriye’de de benzer bir hassasiyet sergilendi..
*
Hacr bin Udey, Hz. Peygamber (S)’in sahabesinden imiş..
Suriye’de birileri (selefîler mi, vehhabîler mi, her kim iseler) gidip o zâta nisbet olunan mezarı-türbeyi tahrib etmişler ve oradaki kemikleri de bilinmeyen bir yere taşımışlar.
Türbelere, mezarlara bağlılıkda diğerlerine nisbetle daha bir hassasiyetinin olduğu bilinen bir kesim, feryadı koyveriyorlar, ‘Ey ümmet neredesiniz? Niye susuyorsunuz?’ diye..
İran kamuoyunda etkisi bilinmekle birlikte, Suriye Buhranı konusunda bu zamana kadar, takib olunan siyaseti teyid etmek veya muhalefet konusunda hiç bir ciddî beyanda bulunmamış olan Hâşimî Refsencanî gibi isimler bile, bu konuda, ‘ehl-i sünnet’ ulemâsını da tepki vermeye çağırıyordu geçtiğimiz günlerde..
Hani, bir hikâye vardır.
Kerbelâ Faciası sırasında, Yezid’in tarafında yer alanlardan bir grup, bir âlim zâta gidip sorarlar, ’Efendim, filanca haşereleri öldürsek, bundan dolayı günaha girer miyiz?’ diye..
O zat, o cevab verir: ‘Siz ki, Peygamber torununu ve Ehl-i Beyt’ini bile katletmekte en küçük bir tereddüd göstermemişken.. Şimdi gelmiş, dindarlık ve hakperestlik adına, haşereleri öldürmenin günah olup olmadığını soruyorsunuz..’
*
Suriye’de 50 yıllık bir Baasçı diktatörlük rejimine karşı, qıyâm edip mücadeleye karar veren kitlelere destek olan da, karşı çıkan da elbette olacaktır.
Ama, yüzbine yaklaşan insanın ölümüne, milyonlarının virâneye dönen evlerini-barklarını terketmesine yol açan korkunç savaşta, o diktatörlüğün yanında vargücüyle duranların, şimdi, bir takım mezarların tahribini en büyük mes’ele haline getirme çabaları da aynı ifrat-tefrit anlayışının bir değişik tezahürü değil midir?
Suriye, Suriyelilerin değil, dünyanın mes’elesidir, hele de bugün..
Elbette, Ortadoğu bölgesinin hassasiyeti dolayısiyle, Suriye Buhranı, sadece bölge ülkelerinin değil, dünya siyasetinde sözsahibi olmak iddiası taşıyan her devlet ve güç odağının da ilgi alanı içindedir, içinde olmak zorundadır. Bunun için de, herkesten önce, Suriye’nin bütün komşularının da bu buhranda gizli veya açık ellerinin olduğunu kabul etmek gerekir.
Türkiye, Irak, Ürdün, Lübnan ve bütünüyle işgalci olan sionist İsrail rejimi..
Ama, bunun dışında, Suriye’yle direkt sınırdaş olmasa bile İran, Mısır, Suûdi rejimi ve İran Körfezi’ndeki Emirlikler’in, birbirlerinin içişlerinde olduğu giibi, hele Suriye Buhranı konusunda da herbirisinin gizli veya açık elleri kesinlikle vardır.
Bunun dışında, başta B. Amerika ve Rusya olmak üzere, hele de Ortadoğu siyasetinde etkinlik hesab ve iddiasındaki bütün emperyalist ülke ve güç odaklarının da Suriye Buhranı’nda parmağı vardır. Hele, Suriye Baas rejiminin duruma hâkim olamıyacağı kanaati güçlendikçe, bu buhran üzerinde söz sahibi olmak isteyenlerin iştihası daha bir artmaktadır.
Amerikan emperyalizminin bu konuda acelesi yok..
O, Tunus ve Mısır’da olduğu gibi müslüman toplumlarda siyasî şuûr seviyesi ve örgütlenmesinin daha bir güçlü olduğu kabul edilen İkhwan-ul’Muslimîyn / Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın ya da o paraleldeki kadroların iktidara gelmesinin kendi aleyhlerinde olacağını düşünerek, bugünkü durumun, öyle bir ihtimalinden gerçekleşmesine tercih olunacağını hissettirmekteler.. İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, AB ülkelerinin de aynı hassasiyeti takib ettiklerini söylemek kehanet olmaz.
Aynı şekilde, Rusya da, 40 yıl öncelerde çok etkili olduğu Ortadoğu’da bugün elinde kalan son nüfuz alanı durumundaki Suriye’de, İslamcı kadroların iktidara gelmesinin kendileri için kabul edilemez olduğunu göstermek üzere vargücünü kullanıyor ve kendisine hizmet edecek laik güçlerin duruma el koymasına kadar, buhranı kontrollü bir şekilde sürdürmekten meded umuyor. Nitekim, çok sayıda denizaltılarını ve savaş gemilerini Kıbrıs’la Suriye arasındaki açık denize yerleştirmiş bulunuyor. Çin de Rusya’nın yanıbaşında aynı çizgide.. Yani, BM. Güvenlik Konseyi’nde kesin sözsahibi ve veto yetkisi bulunan 5 ülkeden üçü bir tarafta, diğer ikisi karşı tarafta.. Böyle olunca da, her iki kutub arasındaki uluslararası denge taktiklerinin kurbanı olan bir Suriye halkı, fillerin tepişmesinde ezilenin çimenler olması misali bir tablo gösteriyor.
Bu arada, Suriye’nin elinde gerek Sovyetler Birliği döneminin, gerekse bugünün Rusyası’nın en güçlü silah sistematiğinin bulunduğu bilindiğinden, bu silahların yarınlarda bu güçlerin hoşuna gitmeyecek güç odaklarının eline geçmesi ihtimali, bütün tarafları korkutuyor..
En başta da, İsrail rejimini..
İsrail rejiminin 3 ve 5 Mayıs günleri Suriye başkenti Şam yakınlarındaki önemli ve hassas silah depolarını -ve belki de iddia edildiği gibi, İran füzelerinin depolandığı yerleri- vurması ve bu saldırının herkesten önce B. Amerika tarafından ve de bunun İsrail’in savunma hakkı olarak açıklanması bu rejimi bu bölgeye diken emperyalist-şeytanî güçlerin 65 yıldır yaptıkları sahiblenme ve koruma çabasının tekrarından başkası değil..
Esasen, eğer İsrail rejimi tehlikeye düşecek olursa, bu rejimi burada tutmak için Amerika’sıyla, Rusyası’yla, AB’siyle ve dünyanın diğer bütün şerr güçlerinin bir arada tek cebhe haline geleceğini tahmin etmek zor değil..
Yüzbini bulan ölümler ve yerini-yurdunu terketmek zorunda kalan milyonlar ise, ne Esed rejiminin, ne de bu kanlı tablonun sürüp gitmesi için elinden geleni yapan dış güçlerin kaygusu..
Suriye’yi 50 yıldır elinde tutan -Baas ideolojisine dayalı- Baas Partisi örgüt ve kadrolarıyla onların oluşturduğu milis güçleri ile, bu Baas rejimini 44 yıldır elinde tutan (Baba-Oğul) Esed Hanedanı’nın besleme kadroları ve ayrıca bu hanedanın dayandığı yüzde 12-15’lik küçücük bir inanç grubuna bağlı kadroların bu ülkenin mülkî ve askerî bütün yüksek yönetim mekanizmalarını ve karar merkezlerini elinde tuttuğu ve bunlardan ayrı olarak, büyük çapta aynı azlık inanç grubunun gençlerinden oluşturulan Şebbiha isimli 50 binlik milis teşkilatı da gözönüne getirilirse.. Suriye rejiminin, yenik düşmesi halinde, önlerinde ölümden başka bir yol kalmıyacağını onlar da bildiklerinden, vargüçleriyle direnmekteler. Bu durum; belki de, Esed rejiminin en büyük silahı..
Bu tehlike bugün büyük çapta ve tırmanarak ortaya çıkmaktadır. Umarız ki, bu durum daha tehlikeli boyutlara ulaşmadan, Suriye Buhranı çözüme kavuşur. Suriye Buhranı’nın çözüme kavuşmasının yolu ise, yüzde 80’i aşan büyük çoğunluğun, bu ülkeye 50 yıldır kesin bir diktatörlükle tahakküm eden Baasçı Esed rejimi güçlerine galebe çalmasıdır. Tersi, bu halkın ezilmesinin sürmesi demek olacaktır.
Suriye Buhranı’nın en büyük tehlikesi..
Suriye Buhranı ortaya çıktığından beri bu köşede sık sık hatırlatılan bir tehlike, İran ile Türkiye’nin karşıya gelebileceği ihtimali idi.
Çünkü, arab diyarlarındaki sosyal patlamalar Suriye’ye ulaştığında, Erdoğan Türkiyesi, kendisiyle 910 km.lik bir ortak sınır ve bu sınırın iki yakasında yer alan yüzbinlerce bölünmüş ailelerin bulunması ve 400 yıllık bir tarihî geçmiş beraberliğin de gerektirmesi hasebiyle, elbette Suriye’deki yangının kendisine sirayet etmesini engellemeyi de düşünerek, Esed rejimine, yapması gerekenler ve bu buhranı en az zararla nasıl atlatabileceği konusunda aylarca tavsiyelerde bulunmuş ve ama, sonunda bütün bağlar kopmuştu.
Çünkü, Beşşar Esed’in Baas kadrolarının, 50 yıllık diktatörlük sisteminin cenderesinden çıkması mümkün değildi.. Nitekim, Esed bu durumu, ‘Erdoğan 2004’den beri başlayan yakın dostluk ilişkilerimizde bile hep bir noktayı gözetliyordu, İkhwan’ı.. Onun kafası, İkhwan kafasıdır.. O, İkhwan kadrolarının sosyo-politik alana çıkarılmasını tavsiye ediyor; mezhebçilik/ sünnîcilik, yapıyordu. Böyle bir öneriyi kabul etmemiz mümkün değildi.. Çünkü biz bölgede, sekülarizmin bekçiliğini yapıyorduk..’ diye anlatıyordu..
İran’a gelince.. Tunus’dan sonra Mısır’daki 30 yıllık Husnî Mubarek rejiminin çökmesi ve sonra, kendisine, 1980-88 arasında cereyan eden 8 yıllık İran-Irak Savaşı boyunca her türlü desteği vermiş olan Libya diktatörü Gaddafî’nin devrilmesini bile ‘arab diyarlarındaki İslamî uyanış’ diye alkışlamışken, hadiseler Suriye’ye sıçrayınca, bir anda bakış açısını değiştirmiş ve Suriye rejimine karşı ayaklanan kitleleri, emperyalizmin propagandalarına aldanan kesimler olarak suçlamış ve böylece Suriye Mes’elesi’nde çok farklı bir siyaset takib edeceğinin işaretini vermişti.
Ki, bu konuda İran makamlarınca son 2 senedir neler söylendiğini, ne gibi ilginç açıklamalar yapıldığını tekrara gerek yok..
*
Bu satırların sahibi, daha ilk andan, İran’ın Suriye Buhranı karşısındaki tavrının yanlış olduğunu belirtmişti.. Hâlen de aynı görüşü taşımaktadır ve o siyasetin bu satırların sahibini doğrulayacak boyutlarda ilerlediği görülmektedir. Çünkü, İslam İnqılabı’nın, herhangi bir mezhebî ayırım yapmadan bütün dünya müslümanlarına verdiği mesajından, bugün neredeyse eser kalmamıştır. Ve, İran takib ettiği bu siyasetiyle dünya müslümanlarının büyük kesimleri önünde bugün çok farklı bir tablo oluşturmuş bulunmaktadır.
İran’da devlete bağlı gazetelerin başmakalelerinden topluma, Irak ve Suriye’deki rejimlerin ‘hükûmet-i şiî / şiî devleti’ olduğuna dair mesajlar verilmesine kimsenin etkin bir ses çıkarmaması, bu yaklaşımın mezhebçi ve dolayısiyle yanlış mesajlar içeren bir yaklaşım olduğu konusunda hiç bir uyarı yapılmaması düşündürücüdür.
Gerçi, İslam İnqılabı Rehberi Khameneî, geçtiğimiz hafta yaptığı bir konuşmada ilk kez, ‘Ne Suriye Devleti şiîdir, ne de onların muhalifleri sünnîdir..’ gibi bir cümle kurmuş olsa bile, resmî yayınlarda, şiîlik vurgusu yapılmasından kaçınılmaması ve ayrıca 75-80 milyona varan bir büyük nüfus içinde, Suriye konusunda takib olunan resmî siyasete karşı, o siyaseti etkileyecek güçteki şahsiyetlerce veya çevrelerce tek bir eleştirinin, itirazın dillendirilememesi de ilginç ve tuhaftır.
Halbuki, İslam Milleti’nin birliği üzerinde hassasiyetle duran çevreler, ister sünnîlik, ister şiîlik ve isterse, İslam içindeki diğer fırkaların gündeme getirilmemesi için olanca dikkatlerini sergilemekteler.
‘Müslüman siyasî hareketler’in güçlenmesinden korku, niçin?
Ama, Suriye konusunda, kendileri gibi düşünmeyenleri Amerikan emperyalizminin kuyruğuna takılmış kimseler olarak niteleyenler, kendilerine de başka emperyalist güçlerin kuyruğuna takılmışlık suçlamasının yapılabileceğini gözönüne getirmiyorlar.
Dahası, İran’da, tıpkı Ürdün Kralı II. Abdullah ve Suriye diktatörü Beşşar Esed gibi, ‘İkhwan hareketi’ni, Türkiye’den Suriye, Ürdün, Mısır ve Tunus’a, ve sonra da bütün Kuzey Afrika ülkelerine kadar uzanacak bir ‘İkhwan Hilâli’ oluşturmak peşinde olmakla suçlayan ciddî makalelerin devlete bağlı gazetelerde yer alması ve Amerika ve Rusya başta olmak üzere bütün emperyalist güçleri tedirgin eden ve onların medyalarında yer alan görüşlerin paylaşılıp ‘halifegerî- halifecilik’ eğilimlerinden bir korku kaynağı oluşturulmak istenmesi ya da -uzun Osmanlı asırlarının ortak kültür ve birlikte yaşanmışlık tecrübelerinin, bugünün irili-ufaklı yığınla ülkenin yönetimlerinde de hâkim kılınması ideali diye açıklanabilecek olan- ‘Yeni Osmanlılık’ cereyanlarından korkuyla söz edilmesi ve bu alanda Türkiye rejiminin bugünkü üst yönetici kadrolarında bulunan bazı isimler için, -CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun sözlerinden de aktarmalar yaparak-, ağır suçlamalarda bulunulması ve hattâ bazı en üst derecedeki devlet adamları için isim vererek ‘küstah...’ gibi nitelemelerde bulunulması, İslam ahlâkı açısından hiç de hoş karşılanacak ifadeler olmasa gerek..
Dahası, tarihte hiç bir zaman Akdeniz’e ulaşılamamış iken, bugün, Irak ve Suriye üzerinden Akdeniz’e ulaşılmış olmasının vurgulanması da bir ayrı ilginç değil midir?
Bu gibi pragmatist anlayış veya yaklaşımların, öteki müslüman halkları rahatsız edeceğinin düşünülememiş olması tuhaftır.
Bu anlayış, bu gün, Irak’ı da aynı tehlikesinin eşiğine getirmiş bulunmaktadır..
Bu satırların sahibi, yıllarca Mâlikî’yi Saddam rejimine ve Baas ideolojisine karşı yıl 30 yıla yakın mücadele vermiş bir müslüman olarak nitelerken, niceleri onu Amerikan uşağı diye niteliyordu.. Bugün ise, Mâlikî, iktidar gücünün veya İran’la daha sıkı işbirliğinden dolayı kendisinde vehmettiği güçle, kendisi dışındaki herkesi, özellikle de farklı mezhebî konumda bulunan siyasî kişi, grup ve çevreleri, hemen ‘terörist’ olarak suçlamak sûretiyle sindirmekten meded ummaya kalkışıp, ülkesini, Suriye’deki gibi bir korkunç iç-savaş uçurumunun kenarına getirmiş bulunmaktadır.
İran makamları, Mâlikî’yi de isteseler bu yanlış siyasetlerinden ikaz edip uyararak kurtarabilecekleri gibi, Suriye’deki Beşşar Esed’i de bu noktalara düşmekten, taa baştan engelleyebilirlerdi. Ama, bunun yerine, ‘Suriye, bizim 35. eyaletimizdir! Beşşar Esed asla vazgeçemiyeceğimiz kırmızı çizgimizdir.. Eğer Suriye’ye bir saldırı olursa, bunu kendimize yapılmış kabul edereiz.. Tel-Aviv ve Hayfa haritadan silinir..’ gibi nutuklar üretilmekle vakit geçirildi ve bugün, dünün heyecan verici nice inqılabçı mesajlar, bugün derin bir hayal kırıklığına dönüştü..
Bundan herhalde, kimse memnun olmamalıdır.
Biraz güç sahibi olunca, kendi inanç grupları dışındakileri veya kendi stratejik menfaatleri dışındaki bütün müslüman dünyayı böylesine yok sayarcasına bir siyaset takib etmek, ne kadar sağlıklıdır?
İsrail saldırısına karşı nutuklar üretmek kolay da..
İsrail rejiminin Suriye’nin hassas silahlarının bulunduğu depolara yaptığı bombardıman veya füze saldırısı konusunda, Suriye rejiminin ve onu yüreklendiren başkalarının ortaya çıkan bu tablo karşısında, sessiz kalmak veya nutuk çekmekle yetinmelerine ne demeli?
Geçmişte de böyle nice yüksek perdeden tehdidler gerçekleşti.. Yeldeğirmenlerine karşı savaş açan Donkişot’ların çağdaş versiyonları çıktı ortaya..
Zaaf gösterilsin, teslim olunsun mânâsında değil; ama, ‘Yapamıyacağınızı niye söylersiniz?’ mealindeki ilahî ihtarı niçin hatırlamayız?
Bilinmektedir ki, İsrail rejiminin saldırganlığının arkasında Amerika , Rusya ve Güvenlik Konseyi’nin veto yetkisi bulunan 5 zorba devletinin herbirisi ve onların çömezleri de vardır.
O halde, bu bilinirken, o nutukların çekilmesi yerine, müslümanların güçlerinin zayıflatılmaması için, İslam kardeşliği ve birliğini pekiştirecek yollar aranmalı değil miydi?
Amerika, Rusya, Çin, İsrail, vs. diğer emperyalist ve şeytanî güçler karşı konulmaz değildir. Ama, bunun yolu, dünya müslümanlarının büyük kesimini küstürerek değil, tamamını kucaklayacak kardeşlik ve adâlet ölçülerini gözetmekten geçer. Ama bugün takınılan tavırlar kardeşliği daha bir zehirliyor ve yazık ki, dünya müslümanlarını onyıllar boyu harekete geçiren mesajlar, bizzat sahiblerince boğazlanıyor gibi bir tablo oluşturuyor.
Geçmişte, ‘Bahreyn şiîleri asla yalnız bırakılmayacak!’ taahhüdünde bulunulduktan sonra, Suûdî rejiminin Bahreyn’e girmesi üzerine, maslahat gereği diyerek, bazı siyasetlerin ve iddialı sözlerin terkedilmesinden gerekli dersin alınmış olması gerekmez miydi?
‘Zehir kadehini başıma dikiyorum..’ sözünü yeniden dedirttirecek şartlar veya tavırlar tekrarlansın mı, isteniyor? Ki, bugünkü sessizlik veya Lübnan taraflarından yükseltilen bazı iddialı laflar da esasında başka bir mânâ taşımıyor.
YAZIYA YORUM KAT