Bugün "masalmış" gibi dinleniyor...
İhsan Aktaş, İslami hassasiyet sahibi insanların oy verme alışkanlıklarını şekillendiren tarihsel süreci aktarıyor.
İhsan Aktaş / Yeni Şafak
“Ya tahammül ya sefer”
Ülkemizde İslâmî hassasiyetleri olan insanlar, hangi aşamalardan, nasıl bir ruh haliyle geçtiler? Tek cümlede özetleyecek olursak, yazının başlığını kullanabiliriz. Nitekim Mustafa Kutlu’nun da bu başlığı taşıyan çok güzel bir hikâye kitabı vardır.
Çocukluktan itibaren İslâmcılık diye özetlenebilecek her tür çabaya algılarım açıktı. “Dini bütün” diye addedilen bir ailede büyüdüğüm için ne kadar şükretsem azdır. Bu, Allah’ın bir lütfudur.
Turistik seviyede bile İslâm hakkında bilgisi olmayan diplomalı insanlarla çok tanıştım, tanışıyorum... Antropolojik bir merakları bile olmadığı için geleneklerimizden ve kültürümüzden nasipleri yok. “Meyhane âdâbı”ndan bahsetmeyi seviyorlar, fakat ne “cami âdâbı”nı ne “seccade âdâbı”nı biliyorlar.
İlk kez Osmanlı Devleti haritasını gördüğümde ortaokul ikinci sınıftaydım; benim için büyük bir travmaydı. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Çocuk yaşta Yunan kültürünü, Batı Aydınlanmasını ve Kıta Avrupası’nı anlatan çok bilgiye muhatap olmuştum, kasabamız muhafazakâr bir kasaba olduğu halde. Fakat neler kaybettiğimizi gösteren haritayla, böylesi bir bilgiyle karşılaşma imkânım olmamıştı.
12 Eylül’e günler kala Akıncılar’ın bazı toplantılarına katılmıştım. 12 Eylül Askeri Darbesi olmuş, artık herkes politikadan nefret eder hale gelmişti. Siyasetin yerine tarikatlar konuşulmaya başlamıştı.
Lise yıllarındayken Refah Partisi kurulmuş, 12 Eylül Darbesi’ne karşı olan akrabalarım sayesinde Erbakan Hoca’mızın söylemleri dikkatimi çekmişti. Üsküdar mitingi kasetini dinlerken, “Bu Batılı gazeteciler burada bizi takip ediyorlar, gözleri fal taşı gibi açılmıştır şimdi, Osmanlı’nın torunları tekrar uyanıyor mu diye?’’ demişti. Bir cümle bir insanda inkişaf uyandırır mı bilinmez, ama Batı ve Osmanlı kelimelerinin geçtiği bu cümle bana yetti.
Çilemiz Birinci Cihan Harbi’nden sonra da bitmedi. Tek parti döneminde tepeden inmeci, halkı aşağı gören ve aşağılayan “kültür devrimi”ne, baskı ve zulümlere maruz kaldık. Yerin demir, göğün bakır olduğu günleri yaşayan bu millet, dünyada hiçbir milletin kaldıramayacağı travmaları kolay atlatmadı. İnternet üzerinden dönemin gazetelerinin ilk sayfalarına bile göz atılacak olursa, “irtica” adı altında Müslümanlara nasıl hayatın dar edildiğini ispat eden ve nefret söylemiyle kaleme alınan haberler görülecektir.
Öyle şeylere cüret ettiler ki bugün şehir efsanesi zannediliyor… Din eğitiminin yasaklandığı, camilerin birçoğunun fonksiyonu kalmadı diye satıldığı veya kiraya verildiği, cenaze kıldıracak bir Allah’ın kulunun kalmadığı günler yaşadı bu millet. Kendisi gibi olmadığı halde, ezanın aslına sadık kalınarak okutulmasına vesile olan Adnan (Menderes) Bey hep rahmetle anılır.
Osmanlı’nın yıkılması ve yeryüzünde Müslümanların yaşadığı bütün toprakların sömürgeciler tarafından işgal edilmesinin acısı yetmiyormuş gibi, müstemleke aydınlarının kendi mazlum halkına nasıl kötü davrandığını gördük. Aydınlarımız güya özeleştiri yapıyorlardı, oysa hırsızın/sömürgecinin hiç mi suçu yoktu?
Bizim ilkokul terk dindar dedelerimiz kendi çaplarında bir vizyon ortaya koydular: Bu ülkede namaz kılan insanlar olsun, sonrasında namaz kılan öğrenciler olsun, bu ülkede bir adet imam-hatip okulu, bir adet ilahiyat mektebi olsun diye çalışıp çabaladılar. Adım adım, karın tokluğuna bu zor işleri başardılar.
Şimdiki gençlere abartılı gelecektir: Üç öğrenci bir toplantı yaptığımız zaman kapının önünde polis arabası belirirdi. Yaz aylarında on kişi birlikte deniz kenarına gidecek olsanız kampı jandarma basardı.
Türk milletinin geçmişinde tekkelerin rolü ve etkisi büyük olmuştur. Her zaman sahtekârlar ve itibar sahibi dervişler vardı. Osmanlı devletinin kurumsal din ve kültür kurumlarının başında gelen dervişler, küçük bir evde zikir meclisi kuracak olsalar polis evi basıp herkesi toplu halde karakola götürüyordu.
Adım adım dernekleşmeler, vakıflaşmalar oldu. 1970’li yıllarda oluşan bu birikimi, iki asırlık İslâmcılık birikimi ile birleştiren Necmettin Erbakan, Alman disiplini ile bu ezilmiş, horlanmış, ötekileştirilmiş kitleleri örgütledi.
Devleti yönetenlerin aymazlıkları ve kötü yönetimleri devam ettikçe, Refah Partisi toplumda umut olmaya başladı.
Her gün ekranlarda analiz yapan aydınlar hâlâ itiraf edemiyorlar: Halka bu kadar eziyet etmeselerdi, 28 Şubat’ta laiklik adı altında bankaların içini boşaltmasalardı, şehit analarını başı örtülü ve babalarını sakallı diye orduevine almayacak kadar küstahlaşmasalardı AK Parti o kadar oy alamayacak, iktidar olamayacaktı.
...
Yavaş yavaş adam yerinde konmayı hissettik, fakat hiçbir konuda bu sistem bize lütufta bulunmadı. İğne ile kuyu kazar gibi her meselede kendi geleceğimizi inşa ettik.
Sait Halim Paşa’dan Nurettin Topçu’ya, Necip Fazıl’dan Sezai Karakoç’a, Zenci Musa’dan 15 Temmuz şehitlerine varıncaya kadar bu mücadeleye omuz veren binlere minnettarız, bize bu günleri görme fırsatını verdiler.
Az gittik uz gittik… Bu milletin ezilmişleri, gadre uğramışları ve zencileri olarak yirmi yıldır iktidardayız. Elbette ki bu durum azgın azınlık için büyük bir travmadır.
Bu yazıda milyonda birini anlatamadığım bu mücadeleyi hafife alma zafiyeti, üzerinde durulması gereken ilginç bir ruh hali olarak konuşmayı hak ediyor. Hazıra konmuş kimi muhafazakârlar, nereden nereye gelindiğini hesaba katmadan, bütüncül bir bakış açısından uzak sübjektif örneklerle, doğruluğu şüpheli sosyal medya içerikleriyle adalet sloganları atıyor, sureta haktan görünüyor, mirasyedi tavırları sergiliyorlar.
AK Parti’de eleştirdikleri hususiyetler, oy vereceklerini ilan ettikleri muhalif partilerde hâlihazırda zaten ziyadesiyle var.
Öyleyse bu mugalataların, bu demagojilerin asıl sebebi ne?
Erdoğan’ın milyonda biri kadar güce kavuşunca bile kendini kaybedip şımaranlara oy verdiler, verecekler…
Olmayacak duaya âmin deyip duruyorlar.
HABERE YORUM KAT