1. YAZARLAR

  2. Cengiz Alğan

  3. Bu Sistemle Buraya Kadar
Cengiz Alğan

Cengiz Alğan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bu Sistemle Buraya Kadar

07 Mayıs 2016 Cumartesi 23:57A+A-

 

Davutoğlu’nun görevden çekileceğini açıkladığı MYK toplantısı öncesinde basına açıklama yapan AK Parti Genel Başkan Danışmanı Hayati Yazıcı şöyle demişti:

“Bunlar olağanüstü gibi görünen olağan şeyler. Biz kurumsal yapısı güçlü bir siyasi partiyiz. Oluşan sorunları yine konuşarak, partimizin ilkelerini dikkate almak suretiyle çözümleriz”. Dediği gibi de oldu. Davutoğlu, MKYK’da kendisine karşı imza toplanmasına hafif sitem içeren bir cümlesi dışında, Erdoğan’ın liderliğinin tartışılmazlığını, Cumhurbaşkanı ve partisiyle bağlarını sürdüreceğini, “partinin bir neferi” olarak çalışmaya devam edeceğini güçlü biçimde vurguladı.

Çevresine de kırgınlık ve kızgınlığa kapılıp partiye zarar verecek herhangi bir davranıştan kaçınmalarını telkin etti. Dün de Erdoğan, hizmetlerinden dolayı Davutoğlu’na teşekkür etti ve özetle “yola devam” açıklaması yaptı. Ortalığı ayağa kaldırıp kriz beklentisine girenler hayal kırıklığına uğradı. Hatta dün de uluslararası kredi değerlendirme kuruluşu Standart&Poors, uzun zaman sonra Türkiye ekonomisi hakkında pozitif görüş açıkladı. AB’nin patronu Almanya, yeni duruma hemen adapte olup “yeni başbakanla da uyumlu çalışmayı umuyoruz” dedi.

Peki, bu nasıl oluyor? Herhangi bir parlamenter sistemde, daha altı ay önceki seçimlerde %50 oy almış, seçim vaatlerinin ilgili kısmının tamamını 100 günde yerine getirmiş, prestijinin zirvesinde bir başbakanın, ortada bir skandal filan yokken, “durduk yere” istifası (görülmez zaten ama) büyük bir siyasi kriz yaratır. Oysa burada birkaç günlük spekülasyonun ardından, konu neredeyse kapanıyor ve yeni genel başkan ve başbakanın kim olacağı tartışması bile öyle büyük bir gürültü ve heyecan yaratmıyor.

Bunun bence ilk nedeni, artık bir parlamenter sistemle yönetilmiyor oluşumuz. 2007’de 367 krizini yaratıp Cumhurbaşkanı’nı (CB) halkın seçmesiyle sonuçlanan kapıyı açanlar bugünü hesap etmişler miydi bilmiyorum ama 2014 CB seçimlerinde Erdoğan’ın halkoyuyla işbaşına gelmesiyle birlikte, parlamenter sistem fiilen sona erdi. Dolayısıyla bir başkanlık sisteminde başkanın meclis dışından seçtiği bakanları veya yarı başkanlık sisteminde başbakanı görevden alıp yerine başkasını ataması nasıl sorun yaratmıyorsa, bizim örnekte de yaratmıyor.

Çünkü fiilen yürütmenin başı CB makamı. O görevde olduğu sürece, yürütmede ikincil unsur olan başbakan veya bakanların değişmesi işleyişte bir sorun yaratmıyor. Bunun en büyük kanıtı, başarılı bulunan bir başbakanın bile görevi bırakmasının yönetim krizine yol açmamış olması. Demek ki başarısız bulunan başbakanların (ve bakanların), dört yılın sonunu beklemeyip görevden alınması memnuniyet bile yaratacaktır. Çünkü seçilmiş CB görevi başında olduğu sürece, doğan kurumsal boşluğun nasılsa doldurulacağına dair bir kanaat toplumda oluşmuş durumda. Zaten bunu yapması için oylarını ona vermişler. Üstelik iktidar partisinin yönetimine de tümüyle hâkim. Seçmen (ve ‘piyasalar’) için bundan daha güvenilir liman olabilir mi?

İkinci neden ise Hayati Yazıcı’nın dediği gibi, “Bunlar olağanüstü gibi görünen olağan şeyler ve AK Parti gerçekten de kurumsal yapısı güçlü bir siyasi parti. İktidarda olduğu 14 yıl boyunca karşılaştığı devasa sorunlara rağmen dağılmak bir yana, her krizden daha da güçlenerek çıktı. Toplumun Erdoğan’a gösterdiği teveccüh ve duyduğu güven, bu sağlam kurumsal kimlikle birleştiğinde siyasi krizler görece kolay atlatılabiliyor.

Fakat bunlar CB ve hükümetin aynı partiden olması durumunda işliyor. Aksi durumda 2001 krizini yaratan, başbakanın suratına anayasa kitapçığı fırlatma hadiselerinin yaşanılması kaçınılmaz olurdu. Mesela, 7 Haziran sonrası bir AK Parti-CHP koalisyonu veya çok daha kötüsü, meşhur “%60’lık blok” (CHP-MHP-HDP koalisyonu) gerçekleşseydi, bugünkü durumda ne olacaktı?

Örneğin, Erdoğan “Çözüm Süreci buzdolabına kaldırılmıştır” dediğinde, iki yanına yardımcıları olarak Bahçeli ve Demirtaş’ı almış başbakan Kılıçdaroğlu ne yapacaktı? Veya PKK Temmuz’da çatışmaları yeniden başlattığında kapsamlı operasyon kararı alan Davutoğlu yerine, diyelim Demirtaş başbakan olsa ne karar alacaktı?

Yasaya göre ordunun başkomutanı olan CB, Suriye sınırında DAEŞ’e karşı operasyon yapılmasını ister ama “Ne işimiz var Suriye’de” diyen Kılıçdaroğlu, yine yasaya göre Başbakanlık’a bağlı Genelkurmay’a hangi emri verirdi? Ya da mültecileri geri göndermeyi seçim vaadi yapmış biri başbakan olduğunda, “Mülteciler misafirimizdir, hepsine kapımız açık” diyen CB’nı dinleyecek ve bütçeden 10 milyar doların buraya harcanmasına onay verecek miydi?

* * *

Açıktır ki bu ve benzeri soruların cevabı sürekli siyasi krizleri işaret ediyor. Kaldı ki CB ve başbakanın aynı partiden olduğu bugünkü durumda bile çok sayıda sorun yaşandığını görüyoruz. Tek tek saymayacağım, birkaç gündür pek çok kişi yazdı bunları. Bu sorunlar büyümeden atlatılabildiyse Erdoğan’ın parti ve toplum nezdindeki temsil kabiliyeti ve AK Parti’nin sağlam kurumsal yapısı sayesindedir. Zayıf ve örgütüyle bağları kopartılmış, eski ‘sembolik’ CB tecrübeleri hafızalarımızda taze.

Şunu da belirteyim; ikisi de seçilmiş iki kurumsal kimlik arasında anlaşmazlıklar, sorunlara yaklaşım ve çözüm tarzları vb. arasında farklılıklar olması gayet normal. Nihayetinde farklı karakterde, kendine has yöntemleri, çevresi, ailesi, arkadaşları, danışmanları, kadroları olan farklı insanlardan söz ediyoruz. Ama sonuçta devletin işleyişinde iki farklı yaklaşımdan biri benimsenip yürürlüğe konmak zorunda. Devlet çarkı bir konuda aynı anda iki farklı uygulamayı hayata geçiremez. Paralel yapıyla mücadele ya kesilecek, ya devam edilecektir. PKK’yla masaya ya dönülecek, ya dönülmeyecektir. İncirlik Üssü ya açılacak, ya açılmayacak, Suriyeliler ya kapı dışarı edilecek, ya edilmeyecektir.

Seçimlerde oyların kime verildiği (Erdoğan’a mı, Davutoğlu’na mı? 7 Haziran’da kime, 1 Kasım’da kime? Ne kadarı ona, ne kadarı buna?) konusunda bile fikir birliği sağlanamazken, bugünkü sorunların yarın da çıkmayacağının garantisi var mı?

Bugünkü pozisyonumuzda, bu kararlardan birini alabilmenin sağlıklı tek yolu kabinenin CB idaresinde çalışmasından geçiyor. Bu ‘Araf’tan çıkana kadar en ‘kansız’ çözüm bu. Anayasa da buna fazlasıyla olanak sağlıyor zaten. Ancak ikisi de ‘seçilmiş’ iki yöneticiyle yola devam etmek, iki direksiyonlu, iki şoförlü otobüse binmek gibi. Hem iki biletle biniyoruz, hem de hangisi, nereye çekerse oraya gitmeye razı olmak zorundayız.

Bu zaviyeden, bugün görevini bırakanın (isterseniz görevden alınan da diyebilirsiniz, sonucu değiştirmez) Davutoğlu veya bir başkası olması çok fark etmiyor. Seçilmiş CB’nin karşısına başbakan olarak, kusura bakmayın ama babanızın oğlunu da koysanız, önünde sonunda sorun çıkacaktır. Şirketleri bu yüzden tek CEO yönetiyor.

Burada can acıtan sorun şu:

Halkın seçtiği bir yöneticiyi, yine halkın seçtiği bir başka yönetici görevden alıyor ve halk buna müdahale edemiyor. Bunun çözümü, başkanın seçilmişleri görevden alamadığı başkanlık sisteminde. Başkanlık sisteminde başkanın görevden aldığı kişiler halkın seçtiği kişiler olmaz. Çünkü başkan, hükümeti seçilmiş milletvekilleri arasından değil, dışarıdan kişilerle kurar.

Bir şirkete genel müdür ve yardımcı kadroları almak gibi düşünebiliriz. Genel müdür ve diğer kadrolar şirket yönetimi için işe alınır. Şirketi hissedarları memnun edecek şekilde yönettikleri sürece yönetimde kalır, aksatırlarsa görevden alınırlar.

Bu iki başlılığı giderecek sözleşmeyi imzalamamakta diretmenin kimseye faydası yok.

‘Pelikan’ Etkisi

Davutoğlu’nun görevi bırakma/bıraktırılma şartlarının ‘soğuk’ gerekçesini yukarıda anlatmaya çalıştım ama bir de bunun ‘duygusal’ yanı var. Başkanlığa henüz geçmiş değiliz ve Davutoğlu’nu seven, icraatını beğenen, bu yüzden onun şahsına (da) oy vermiş olan insanlar var. Bu insanların da Davutoğlu’nun neden şimdi görevi bıraktığına dair net açıklamalara ihtiyaçları var.

Bu ihtiyacı ‘Pelikan Dosyası’ karşılamıyor. Çünkü Davutoğlu’na ağır suçlamalarda bulunuyor ama “O halde CB neden onu seçti?” sorusuna cevap barındırmıyor.

Bir sonraki başbakana karşı da aynı/benzer imalarla tekrarlanabileceği kuşkusu uyandırıyor. İmzasız olması bu hissiyatı pekiştiriyor. Kimin ya da kimlerin yazdığını/yaydığını pek bilmiyorum. Açıkçası çok da ilgimi çekmiyor. Sel gidip kum kaldığında, akıllarda bu metni yazanların/yayanların bir sonraki her operasyonda ‘fail’ adayları arasında anılacak olması kesin gibi.

Erdoğan’ın bir telefon görüşmesi ve Külliye’de bir ziyaret ile zaten halletmek üzere olduğu bir sorunu, ağır hakaretler içeren, imzasız bir yazıyla, biraz erken duyurmanın kime ne faydası oldu, bilemiyorum. Ama pek çok AK Partili’nin kalbini kırdığını biliyorum. Kırık kalpleri imzalı/imzasız yazılarla nasıl tamir edecekleri herkesin kaleminin maharetine bağlı.

Ama söylenen her şey doğru olsa bile üslup bozuk, kaba ve itici. Yıllarca beraber davranmış insanları uzaklaştıran bir tona sahip. Oysa “Üslup her şeydir”.

Serbestiyet

YAZIYA YORUM KAT