Bu ilkeler kimin için
Türkiye Cumhuriyeti, tekrarlamaya gerek yok, katastrofik bir süreç sonucunda “ulus-devlet” konumuna erişmiş, bu sürecin izlerini de bugüne kadar taşımaya devam etmiş bir toplum. Bunun sonucunda, baskıcı bir rejim ve baskıcı bir ideoloji oluşmuş, bunlar birbirlerini ayakta tutuyor, yerine göre biri öbürünü besliyor, destekliyor.
Althusser’in ikilisi: bir yanda devletin baskı aygıtları (yani, asker, polis, yargı), öbür yanda ideolojik aygıtları (yani eğitim sistemi, medya vb.), birbiriyle sıkı işbirliği içinde çalışıyor. Bütün bu yapılanma içinde “kurucu güç” son kertede ordu olduğu için son karar mercii de orası. Resmî ideolojiyi, yani Atatürkçülüğü öğretmek, yaymak, perçinlemek vb. “ideolojik” aygıtların, öncelikle de “eğitim sistemi”nin işi (onlara da “eğitim ordusu” denmesi Türkiye’ye özgü metaforlardandır). Ama bunun içeriği ne olacak, nasıl olacak, nasıl öğretilecek, buna benzer bütün önemli stratejik konularda ordunun kararları belirleyici olacaktır. Zaten bu nedenle, varlık nedenini veya biçimini kamufle etmeyi fazla gerekli görmeyen 12 Eylül yönetimi eğitim aygıtına da üniformalı personelini yerleştirmekten geri durmadı.
Sistem, şöyle bir akıl yürütmeye dayanıyor (basitleştirerek anlatırsak): Türkiye Cumhuriyeti, çok zor koşullarda kuruldu. Atatürk gibi, dünyada eşi görülmemiş bir önder olmasa, zaten kurulamazdı. Kuruldu, ama tehlikeler savuşturulamadı. “Tehlike” ikiye ayrılır: 1) Dış; 2) İç. Herkes bize düşmandır, bugün değil gibi görünüyorsa yarın öyle olabilir. İkincisi, “yabancı ideolojiler” de bize düşmandır (Marksizm ve her türlü sosyalizm, liberalizm, hatta “demokrasi”). “İç” düşman denince ilkin zor bela kurtulduğumuz yobazları aklımıza getirmeliyiz. Bizi geriliğe mahkûm eden ve koca bir imparatorluğu elimizden kaçırmamıza sebep olan gerici ideolojiyi düşünmeliyiz.
İsmet İnönü’nün Kurtuluş Savaşı sırasında yanındaki genç subaylara söylediği gibi, “Millet de düşmanınızdır.”
Şimdi, bu “ahval ve şerait” altında, bu ülke, ancak ve ancak Atatürk ilkelerinin gösterdiği doğrultuda ve o ilkelerin ışığında yönetilirse, kendisini her yandan saran badirelerden kurtulabilir. Türk Silâhlı Kuvvetleri işte bunun garantisidir. Bu özel koşullardan ötürü Türkiye “dış” tehlikeden çok “iç” tehlikeden korkmalıdır. Atatürkçü ideolojiyi herkesten iyi bilen, tarih boyunca oluşan dış konjonktürleri her zaman herkesten iyi okuyan Silâhlı Kuvvetler ülkeyi bütün bu tehlikelere karşı korumaya kararlıdır. İçeride, bilerek veya bilmeyerek bir “gaflet ve dalâlet” uykusuna dalmış bulunanları da izleyecek ve cezalandıracaktır. Özellikle 1960’tan bu yana zaten bunları yapmaktadır. Bu uğurda dört kez milletin seçtiği hükümetleri iş başından uzaklaştırmıştır. Yarım kalmış teşebbüsleri (Aydemir) veya istendiği gibi sonuç vermemiş teşebbüsleri (Nisan muhtırası, Sarıkız vb.) olmuştur vb.
Yukarıda özetlediğim ideolojik yaklaşımın bütün ögeleriyle kabulü, bunlara dayalı düzenin aksamadan devamı için olmazsa olmaz koşuldur. Bunun için de baskı ya da ideolojinin bütün aygıtları bütün toplumun dünyayı böyle görmesini ve bunlara inanmasını sağlamak üzere seferber edilmiştir. Büyük ölçüde başarı elde edildiğini de söyleyebiliriz.
Ne var ki son dönemde bunlar da sarsılmaya başladı. Bu da, düzen güçleri arasında büyük paniğe yol açtı.
Örneğin, Avrupa Birliği içinde bir ülke olmak... Bu, Soğuk Savaş koşullarında NATO içinde olmaya benzemiyor, çünkü her türlü paranoyayı besleyen savaş için değil, barış için, refah üretmek ve paylaşmak için kurulmuş bir uluslararası birlik. O yapıda refah üretmek ve refahı paylaşmak için ebediyen Atatürk ilkelerinin ışığında yaşamak da gerekmiyor.
Bu ilkelerin, vatan ile milletin selâmeti için değil de Silâhlı Kuvvetler’in tartışılmaz egemenliği için gerekli olduğunu toplum sezinlemeye başlarsa ne olur?
Dönem, bu sorunun cevabını aradığı dönem.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT