Boynuz
Boynuzlu hayvanların saldırı gücü boynuzların gücüyle doğru orantılıdır. Bu tür hayvan topluluklarında lider, genelde boynuzu en güçlü veya görünüş olarak en haşmetli olandır. Öte yandan boynuz bu hayvanların sosyal açıdan en ‘kırılgan’ organlarıdır da... Çünkü boynuzu kırılmış, doğal estetiğini kaybetmiş bir topluluk üyesinin söz konusu topluluğa sözünü geçirebilmesi hem fiziksel hem de prestij açısından son derece güçtür. Dolayısıyla bu hayvan türlerinde kavgalar boynuzların çarpışmasına dönüşür.
Taraflardan birinin insan olduğu durumlarda ise işin içine akıl girer ve her bakımdan hayvanlardan daha güçsüz olan insan, kavgadan başarılı çıkmanın yolunun hasmının boynuzunun etkisiz kılınması olduğunu bilir. Saldırgan olmayan boynuzlularda bile, hayvanı aşağı indirmek için boynuzlarından tutmak ve bastırmak gerekir. Ancak boynuzu elinizden kaçırdığınızda hırslanmış olan hayvanın sizi ayakları altına alması işten değildir. Bu nedenle örneğin bir öküzü boynuzundan yakaladığınızda, onu yere indirene kadar bırakmamanız gerekir...
Türkiye’de rejim bir boynuzlu hayvandır... Ne zaman nereye saldıracağını, kimi nasıl korkutacağını zaman içinde çok iyi öğrenmiş, egemenliğini etraftaki bütün canlı türlerine kabul ettirebilmiş bir egemen... Dolayısıyla da bu rejimin insanileşmesi, onu boynuzundan yakalamayı ve yere yıkılana kadar da boynuzları elden bırakmamayı gerektirir.
Şu anda yaşanmakta olan süreç ilk kez sivil siyasetin bu boynuzlara yapışmasını ifade ediyor. Rejimin yere inmesiyle birlikte ehlileşme süreci başlayacak ve boynuzlu hayvanın yeniden ayakları üstüne dikilmesine tanık olacağız. Ama artık kendi hükümranlığının peşinde bir bencillik ve kibir abidesi olarak değil, etrafındaki canlıların hizmetinde iyi huylu ve yararlı bir varlık olarak...
Ancak kendi tarihini, entelektüel geçmişini, yaşanmış olan bedelleri bilmeyen toplumsal kesimler için mesele AKP’nin kadrolaşması olarak algılanmaya devam edilecektir. Anlamakta zorlanacakları şey, bugün kadrolaşmak dedikleri şeyin normale dönmek anlamına geldiğidir. Çünkü demokrasilerde kadroları dolduranların toplumdan bağımsız ve onun üzerinde bir ideolojik yeterliliğinden söz edilemez. Eğer kadrolaşma denen şey, hak etmeyen kişileri belirli görevlere taşıyorsa, buna tabii ki karşı çıkılacaktır. AKP’nin gayrı meşru hale geleceği nokta, bazı görevleri hak eden insanları dindar olmadıkları için engelledikleri zaman olacak... Ama başka bazı insanların sırf dindar oldukları için sahip oldukları görevleri hak etmediklerini düşünüyorsak, önce kendi zihniyetimizin meşruiyetini sorgulamamız lazım.
Laik kesimin kavramakta zorlandığı basit bir durum var... Bu ülkede dindar Müslümanlar en büyük cemaati oluşturuyorlar ve eğer demokrasi ile yönetileceksek, onları dışarıda bırakan bir siyasi sistemin, hele hele bir ‘rejimin’ hiçbir meşruiyeti olamaz. Müslümanların kimliksel dışlanmasına dayanan bir rejim arzusu, kısaca söylemek gerekirse faşizan bir eğilimi ima eder. Bugüne dek laik kesim, kendisini Türkiye’yi temsil eder gibi algılayarak ve sunarak aslında kendisini aldattı. Çünkü dindar Müslümanlar bu toplumsal zincirin, kültürel açıdan en derin ama aynı zamanda en zayıf halkasıdır. Yani Türkiye ancak kendi Müslümanlarının özgür olabildiği kadar özgür, ancak onların kalitesi kadar kalitelidir.
Dolayısıyla son on beş yılda yaşanmakta olan sessiz devrimin kıymetini bilelim: Müslümanların demokratlaşması bugün bizleri de demokratlaştırıyor veya en azından bu demokratlığın alanını açıyor. Teslim etmemiz lazım ki, bu ülkenin rejimi söz konusu Müslümanlara demokratlaşmak için fırsat yaratma peşinde olmadığı gibi, onları ataerkil bir zihinsel hapishaneye mahkûm etmek için her şeyi yaptı. Laik kesim ise bu devlet siyasetini destekledi ve övdü.
Bu nedenle bugün İslami kesimde yeşermekte olan demokratlık bir lütuf, laik kesime sunulan ve onun hak etmediği bir hediyedir.
Kürtlerin de kendi rejimleri ve egemenleri var... Orada da boynuzlu bir hayvan ortalıkta dolanıyor. Ama belki de orada insanileşmek kendiliğinden süreçleri, iradi bir ehlileşmeyi ifade edecek. Bunun belirtilerinden biri yüzü aşkın sivil toplum örgütünün PKK’yı da devletle paralel olarak ama ilkesel açıdan ‘karşılıksız’ silah bırakmaya davet etmesi olmuştu.
Geçen hafta ise Güneydoğu’da İslami duyarlılığa sahip çevrelerin sözcülerinden Ahmet Ay, ‘Kürt ve Türk çocukların ölmemesi için’ açlık grevine başladı. Medyanın görmek istemediği bu eylemde, Ay “insanım diyenlere, insanlık ailesinin erdemli yaşamasına inananlara” seslenen bir açıklama yapmıştı. Ona ziyarette bulunan Dicle Fırat Diyalog Grubu’ndan Muhittin Batmanlı ise, “bizler bu şiddet ortamını oluşturan güçlerin Ergenekon ve benzeri oluşumlarla birleştiğine inanıyoruz” dedi...
Batman barosu başkanı Sedat Özevin ve kardeşlerinin PKK mayınlarıyla öldürülmelerinin sonrasında Kürt entelektüel dünyasının önemli isimlerinden Sezgin Tanrıkulu da çığlık niteliğindeki açıklamasında şöyle sesleniyordu:
“Bu biçimlerde savunmasız insanları tuzaklarda öldüren bir savaş yöntemi, hak ve özgürlükleri için mücadele eden, hak ve özgürlüğe susamış Kürtlerin savaşı olamaz ve Kürtlerin hak ve özgürlükleri adına yürütülemez... Evet, bu tuzak belki de onlara kurulmamıştı... Belki bu mayın, o yangının ihbarı üzerine muhtemelen gidecek olan askerlere denk gelecekti... Peki, ne fark edecekti? Böyle lanet bir tuzakta ölenler asker olunca, 'ne büyük başarı' diye düşünüp susmalı mıydık? Hayır! Bunların hiçbirini yapmamalıydık. O nedenle de şimdi tam zamanıdır! Bu savaşa ve bu yöntemlere daha da yüksek bir sesle karşı çıkmanın tam zamanıdır. İşte şimdi, evet tam da şimdi bu savaşa, bu yönteme sadece bir değil bin kez karşı çıkmalıyız... Yaşamımıza, dostlarımızın ve mücadele arkadaşlarımızın yaşamına karşı kurulmuş bu tuzakların bütün insani değerlerimizi paramparça ettiğini daha da yüksek sesle haykırmalıyız...”
Bu ülkede demokratlık ve cesaret sadece ‘Türklere’ mahsus değil... Hepimizin önünde boynuzundan yakalayıp yere indireceğimiz bir hayvan, insanileştirmemiz gereken bir ‘kendimiz’ var...
TARAF
YAZIYA YORUM KAT