Böyle giremezsiniz
Hatip Dicle'nin seçilmiş bir vekil olarak haksız yere onanmış bir mahkûmiyet yüzünden hakkının çiğnenmesi kabul edilemez elbette.
"Öldürülen her Türk için beş Kürt öldürelim!" yazan bir köşe yazarı fikir suçu işlemiş olacak, Dicle ise birçok insan tarafından sarf edilen ve artık takibata bile uğrama nedeni olmayan bir cümle yüzünden Terörle Mücadele Yasası işletilerek mahkûm edilecek. Bu konudaki teyakkuz hali son derece haklı ama artık BDP her bir insan tekini, ülkenin hakkı çiğnenen Türk Kürt bütün insanlarını göz önüne alan politikalar üretmek zorunda. Bu da elimizdeki biricik hukuk üretme yeri olan Meclis'i işleterek gerçekleşebilir. Tepki ve tehditle uzun vadeli yollara çıkmak artık mümkün değil.
Seçim kampanyası boyunca ve seçimlerden sonra hâkim siyasal yapılardan adı konmamış başörtülü vekil yasağı hakkında bir teyakkuz hali görülmedi mesela. Bu kertede Leyla Zana'nın bir televizyon programında "acaba bu sefer de yemin törenine türban mı takıp gitsem, ecelime mi susadım yoksa bu bana düşmez, birileri bu görevi yerine getirmeli, bir hakkın gasbı varsa o hak verilmeli, parlamento insanî hak gasplarından vazgeçmeli" demesi önemliydi. Kim bilir belki de AK Partili kadın milletvekillerinden biri cesur bir atılımla başörtüsü takıp kürsüye çıkar, bu kötücül ayrımcılığa son verilmesinin yolunu açar da adını tarihe yazdırır.
Kırk sene boyunca amansız tartışmalara konu olan başörtülü kadınlar üzerindeki baskılar kısmen azaldı, bu doğru. Özellikle de üniversite eğitimi alanında yasakları savunmak artık entelektüelliğe halel getiren, kolayına kimsenin cesaret edemeyeceği bir durum. Fakat bu zihinlerdeki ayrımcılığın, aşağılamanın, üstünlük duygusunun ve hükümran olunan her mevzide yasağı sinsice yürürlüğe koyma girişimlerinin son bulduğu anlamına gelmiyor. Bir anda egemen ve ayrıcalıklı konuma alışmış insan zihninin eşitlikçi bir yapıya geçmesi hiç kolay değil. Her meselede vesayetçi tutum ve davranışların kılcal damarlarımıza kadar nüfuz ettiği bir toplumsal yapının dönüşmesi, kibirli insanların eşitlikçi hakça paylaşılan bir sürece katılmak zorunda olması çok travmatik olsa gerek. Her türlü ayrımcılığın sürmesi için sessizce çaba sarf edenler hâlâ her yerde.
Bu yıl Boğaziçi Üniversitesi'nden mezun olan öğrenciler 2011 mezuniyet yıllığında başörtülü resimlerin kabul edilmeyeceğini öğrendiler mesela. Yıllarca saklanacak, her dem açılıp bakılacak bir albüme başörtüsüz resim verilmesini teklif etmek, 'bu yıllıkta siz olmasanız da olur, sizin varlığınız bizim için bir hiçti' demekten başka nedir? Peki, üniversiteler kimindir, birilerinin hiç olduğuna kim karar veriyor? Türkiye'de özgürlükler açısından önde gelen bir kurum olarak namı yayılmış bir kurumda oluyor bunlar. Mezuniyet törenine de başörtülü gelmemeleri hakkında üstü kapalı uyarılar alan öğrenciler bir bildiri yayımladılar.
"2011 mezunları olarak, mezuniyet törenimize ve öğrenci yıllığımıza olduğumuz gibi katılmamızı engellemeye, keyfî ve dayanaksız bir kılık kıyafet zorunluluğu uygulamaya çalışan üniversite yönetimini ve uyguladıkları sinsi ayrımcılığı 'takmıyoruz'. Bu üniversitenin her öğrencisinin hakkı olduğu gibi nasıl derslere girdiysek, kampusta vakit geçirdiysek, söyleşilere seminerlere konserlere nasıl katıldıysak, törene ve yıllığa da öyle katılıyoruz."
Okul yönetimi, yıllık komitesini üslupsuz bir şekilde kullanmış ve keyfî kararlara öğrencilerin boyun eğeceğini düşünmüş belli ki. Bildiride 30 Haziran'da mezuniyet törenine aileleri ve arkadaşlarıyla birlikte 'oldukları gibi' geleceklerini duyuruyor genç mezunlar.
Boğaziçi Üniversitesi'nde hak ve adalet duygusu son derece yüksek, başörtülü kızlara da sonuna kadar kol kanat geren, öğrencisiyle bilgisini paylaşmayı esas alan, 'öğrencime dokunma' diyen sayısız hoca var. Üniversitenin "universe" yapısını oluşturan ve koruyan da bu ilim erbabı.
411 oyun AYM'den geri dönmesi...
8 Mart 2000'de kurulan Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü (BÜKAK) üyesi 11 öğrenci, 2008'de Boğaziçi kamusu içinde başörtüsü yasaklarının seyri, bunun etrafında dönen toplumsal cinsiyet politikaları üzerine okumalar yapmaya başladı. Sonunda bir belgesel çekmeye evrildi bu çabalar. Amaç 1980'den bu yana kadınların bu yasakları üniversite özelinde nasıl deneyimledikleri ve konunun okulda nasıl tartışıldığına dair başörtülü ve başı açık kadınların tanıklıklarını ortaya çıkarmaktı. Önemli olan başörtülü ve başörtüsüz öğrencilerin bu süreçte birbirleriyle kurdukları ilişki ve temeli atılan dostluklardı.
Belgesel izleyicisi, belgesel yönetmeni ve belgesel öznesi arasında kurulan iktidar ilişkisini kırmayı, öğrenmeyi ve anlamayı hedefleyen bir çalışma. İzleyiciye önceden düşünülmüş bir şey yansıtmaya çalışmadıklarından son derece farklı ve eğlenceli hatta ağır meselenin içindeki kara mizahı da ortaya çıkaran bir belgesel olmuş. Boğaziçi mezunu başörtülü kadınlara dair değil de onlarla birlikte yapılan bir çalışma olsun istemişler.
Peki, neden kadına dair başka bir konu değil de ilk çalışma olarak başörtülü kadınları seçtiniz, denildiğinde başörtüsü yasağını ortadan kaldıran anayasa düzenlemesi Meclis'ten 411 oyla geçip de Anayasa Mahkemesi'nden geri dönünce, duydukları kızgınlık ve şaşkınlığın onları tetiklediğini söylüyorlar. Kamera, kurgu, drama nedir hiçbir şey bilmezken sözlü tarih ve etik üzerine tartışmalarla belgesele başlayıp süreç içinde her konuda kendilerini yetiştirmişler. Elbette sevgili hocaları Can Candan ve Nükhet Sirman'a her aşamada danışarak. Bir sonraki yazıda belgeselle ilgili izlenimlerimi anlatmaya çalışacağım.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT