Boşlukta Yüzen Klişeler
Fransa’da gerçekleşen bir hadiseyi, gelip de büyük Türkiye ideallerine payanda yapmak, doğrusu ciddi maharet isteyen bir iş:
“Bu olay bir terör eylemidir. Yabancı istihbaratların savaş alanındaki bir mücadelenin uzantısıdır.”
Madem ki “mesele küresel üst akılların ve onların savaşıdır; o halde Türkiye de burada ciddi rol üstlenip o ülkelerde operasyonlar yapabilmelidir.”
“Mesaj Hollande’a verilmiştir. Fransa hizaya getirilmeye çalışılmaktadır. Fransa’nın bizden öğreneceği çok şey var.”
Bunlara daha üst perdeden olanları da eklemek mümkün. “Derin ABD…”, “Derin Avrupa…” klişeleriyle söze başlamanız yeterli.
Bu söylem türleri birkaç açıdan sakıncalı.
Birincisi; aşırı özgüven ile komploları iç içe geçirerek aslında “Üst akıl” denen siyaset öznesinin de gerçekçi bir şekilde tahlil edilmesinin önünü tıkıyor. Hakikatle bir şekilde bağlantısı olan, vaki olan bir durumu kadiri mutlak ve sorgulanamaz bir hale getiriyor. Bu da tahlili engelliyor. Ona karşı geliştirilecek sahici siyaset türlerine de şüpheyle bakılmasını ve hatta “üst akıl” sahiplerinin hegemonik söylemine dahil edilerek değerlendirilmesini beraberinde getiriyor.
İkincisi kimliksiz; nereden konuştuğu belli değil. Özellikle Türkiye’nin son yıllarda kazandığı bazı ivmelere dayalı yerli bir dile ve bakışa sahip olduğu iddiasını haiz. Ama bu ayakları yere basmayan ve sloganik klişelere dayalı bir aşırı özgüveni de beraberinde getiriyor. Bu da tıpkı ilk maddede olduğu gibi Türkiye’nin küresel denklemdeki pozisyonunun da sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesini engellediği gibi, gizli-açık milliyetçi ve Türkiye merkezci duygusallığı içrek değerlendirmelere sebebiyet veriyor. Türkiye’nin halihazırda sahip olduğu pozisyona aşırı ve gerçekçi olmayan bir rol biçmekte. Davutoğlu’nun bile ideallere ilişkin vurgularla gerçeklikleri ayrımlaştırageldiği vasatta, bu görüş sahiplerinin amigo romantizmini temsil ettikleri görülüyor.
Üçüncüsü “stratejik derinlik” denen meselede bu derinliğin tarihi kodlarının İslam’la irtibatlı yönünü bilerek bilmeyerek es geçmekte. Merkezde devlet ve devletin bekası olduğundan bu konu sadece araçsallaştırılıyor. İşe yaradığı, kullanışlı olduğu ölçüde kendisinden istifade edilirken, “devletin pragmatik çıkarları” olarak görülen ve -yine araçsal olan- muhafazakar-tarihçi söyleme de zarar verildiği düşünülen alanlarda rahatlıkla hegemonik söyleme kurban verilebiliyor.
Dördüncüsü “terör” deme biçimi ve terör ile şiddet arasındaki farkı bilerek bilmeyerek gözlerden ırak tutmak. “Terör” dendiğinde kastedilen şey, bombalı, silahlı eylemdir. Bu eylemin sonunda da insan canına kastedilmiş olmasıdır. (Mesela Hebdo’nun ya da Danimarkalı gazetenin karikatürleri terör eylemi olarak görülmez. Oysa ikincisinde bu karikatürler yüzünden yapılan gösterilerde ölen onlarca insan vardır. Ölüm bir yana, şiddetin bir türü olarak da görülmelidir.)
Ayrıca bu eylemler, emperyalist güçlerin istihbarat birimlerinin yönlendirmeleri eşliğinde “radikal” kesimlere kendi güçlerini pekiştirme adına işlettikleri cinayetler olarak görür. Bu bazen el-Kaide olur, bazen DHKP-C. “Terörün her türlüsü lanetlenmeli” sözü, Tunus ya da Mısır’da bizden olanlara da yapılsa; Batılılara karşı da işlense cürmü işleten güç aynı odak olduğu için lanetlenmeli tezine dayanır. Hepsinden önemlisi, zaten daha baştan tüm kontrol dışı güçlerin kimliği ne olursa olsun üst akıl sahipleri tarafından “doğurulduğuna” inanır. Böylelikle eylemin jeopolitiği, kimliği ve mahiyetinin önemi sıfırlanır. Sadece elinizde sizi destekleyecek güncel verilerin olmaması sorun teşkil etmez, aynı zamanda hadisenin gerçekleşme sebeplerini tahlil etme sorumluluğundan da sizi kurtarır. “Ne yaşanmış olursa olsun, karşılığı bu olmamalıdır” tartışmasının sizi zorlayan atmosferine de söz söyleyebilme rahatlığı sağlar. Çünkü “Ne yaşanmış olursa olsun benim devlet çıkarlarıma zarar vermemelidir. Ben bunu hissettiğime ve bu iş çocuk oyuncağı olamayacağına göre bu işin kaynağı belli güçlerdir” anlayışına yaslanır.
Bu açıdan Batılı oryantalizm kadar, hiç de uzakta olmayan, vicdanları tırmalayan, muhafazakarlığın tüm olanaklarını kullanan bu yerli oryantalizm de masaya yatırılmayı hak etmektedir.
“Hangisi bize daha yakın duruyor?” Yukarıdaki analizler mi, yoksa Marksist bazı Fransızların şu ortak tespitleri mi:
“Sadece Gazze’de değil Fransız banliyölerinde de olan bu adaletsiz sistemin karşısındaki toptan güçsüzlük içinde birisinin ‘Peygamber Muhammed’in intikamını alma’ fikriyle çıkagelmesi anlaşılır bir şey değil mi?...Rüzgâr eken fırtına biçer.”
“Tutarlılığın Hazzı”: Kaymağını Yiyeyim Riskini Üstlenmeyeyim
ABD’nin Irak işgali ile ilgili tahlillerinde solun “ABD Irak’ta batağa saplandı” tahlillerini hatırlayalım. Bu tespitin “Peki ABD’yi Irak’ta kim batağa sapladı?” sorusu karşısında sessiz kalması gibi; Suriye’de direnen ve bu sayede Türkiye politikalarının da önünün açılmasına vesile olan hareketler; sırası geldiğinde pekala hegemonik dile kurban edilip ‘buruşturulup çöpe atılabilirler’ taifesinden görülür. Nitekim devlet aklı zaten onlara konjonktürel olarak destek olmuştur.
Afganistan’da önce Rusya, sonra ABD politikaları ciddi iflaslar yaşamıştır ama yaşatanlar mümkünse bizden uzak olmalıdır. Bu da yetmez; yeri geldiğinde aslında bunları da yaratanın aynı “üst akıllar” oldukları ileri sürülerek bir “tutarlılık hazzı” yaşanır. Aslında “Suriye sınırı Pakistan’a asla benzemez” derken bile şuuraltında bu beri olma durumuna dair niyazlar bulunmaktadır.
İran’a karşı savaşanlar, büyük Türkiye’nin hayallerine yardım ettikleri ölçüde takdire hak kazanır, bunun dışında politikalara imza attıklarında da yergiye, hatta küresel güçlerin ekmeğine yağ sürdükleri farzedilen eylemliliklere giriştiklerinde de infaza kadar varan tahlillerin nesnesi olurlar.
İtirafçılık: Özgüven Kırılması ve İftiraları Özeleştiriye Dönüştürme Gayreti
Özeleştirinin İslam dünyasında yapılmadığını söylemek ya İslam dünyasını hiç tanımamak anlamına gelmekte ya da kuru sıkı bir iftiradan ibaret. Bırakın İslam dünyasını, bizatihi “sorunlu” addedilen ve emperyalizme bir cevap türü olarak doğmuş olan El-Kaide gibi unsurlar da ziyadesiyle özeleştiri yapmaktalar. Hem de çekinmeden, kitaplar basarak. Ancak Müslüman dünyasında bile uzaylılar muamelesine tabi tutulup “özeleştiri yapsalar ne yazar” kabilinden bir -kanımca- İslami ve adil olmayan eleştiri türüne muhatap olmaktalar. Oysa aynı kaynaklardan beslenen bu hareketlerin içlerindeki değişkenliklerin ve dönüşümlerin bizler tarafından tahlil edilmeye ihtiyaçları olduğu gibi, Afganistan, Irak, Suriye gibi coğrafyalarda direnişe övgüler düzüp ardından da “Mümkünse her yönden beri olalım” türünden bir şuuraltı paradoksuna kapı aralamamak gereği ortadadır. Kendi usuli ve siyasi yaklaşımlarımız ışığında düşünülen ne ise açıkça ortaya konabilmelidir. Böyle yapmakla aynı zamanda eleştiri hakkımızı da her şart ve koşulda edinmiş oluruz. “Biz beriyiz” korosunun kendilerine ait tezlerinin olmaması ve olanların da kendilerini nereye savurduğu açıkça görülmektedir. Tabii fazladan olmak kaydıyla aynı hegemonik yapıyı paradoksal olarak kadiri mutlak ilan etmeleri de. İhvan’ı, Nahda’yı, Rabia’yı savunurken bile gerek usuli, gerekse politik yönden tutarlı olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Ve bu durum bize ders olmalıdır.
Bu açıdan emperyalizmin retoriksel saldırılarına karşı sadece onların eylemsel pratik örneklerine değil, bu retoriklerine karşı da hazırlıklı olmalıyız. Bunları ele alıp tartışmalı; kendi fikirlerimizi “dinileştirme/naslaştırma” çabasından ziyade, hem felsefi-düşünsel hem sosyo-politik alanda bir üstünlük kurmanın tutarlılığına sahip olmalıyız. Onların çelişkilerini ortaya koymak yetmez; aynı zamanda kendi usuli, tarihsel, medeniyetsel şahitlik örneklerimiz üzerinden, kavramlarımıza yaslanarak ve elbette zanni olmayan, muhkem ve mütevatir delillerimizi de bu bütünlüğe katarak bir özgüven iklimi oluşturma yükümlülüğü bizleri beklemekte.
Bunun da biricik yolunun, kendimizi doğru tanımlamak kadar, düşmanımızı da doğru tanıma ve karşımızda sadece düşmanların değil, onların algı operasyonlarına maruz kalmış olan toplumların olduğunu, bu toplumlarla buluşabilecek asgari müştereklerin bulunduğunu ve sorumluluğumuzun bu toplumlara kendimizi ifade etme biçimlerinden de geçtiğini unutmadan.
Evrensellik iddiasındaki emperyal söylem ve tutumların karşısında İslam’ın evrenselliğini ispat da buradan geçmekte. İspat zorunluluğumuz var mı? Dünden daha fazla var. Çünkü küreselleşmiş olan dünyada İslam sadece belli devletlerin araçsal bağlamda siyaset etme aracı olamayacağı gibi; sadece belli etnik grupların ya da dar cemaat kliklerinin temsil edeceği bir inanç ve yaşam biçimi olarak da sınırlandırılamayacak kadar geniş bir muhtevayı haiz. Ve böyle olmaklığıyla bütün insanlığın ona her zamankinden fazla ihtiyacı var.
YAZIYA YORUM KAT