Bolluk çağında mutsuzluk
Kemal Sayar, mutsuzluğun genel sonuçları üzerine özel verilere odaklanıyor.
Kemal Sayar / Mücerret
Bolluk çağında mutsuzluk
Büyük cevaplar yoktur, bazen büyük sorular vardır. Onların büyüklüğü, ayaklarımızın altındaki zemine bakmayı akıl edebilmiş olmaktan ileri gelir. Büyük sorular zeminin payandalarından en az birini çekip alır. Leibniz’in meşhur sorusu gibi, “Neden hiçbir şey yok da bir şey var?” Elbette daha önceki başka bir sorunun, Descartes’ın ardılı olarak; “Var mı?” Bir başka büyük soru ise, “Neden güzel şeyler hep olabilecekken kötü şeyler de olur?” Kötü şeyler, insan var olduğu için mi vardır? Evet şiddet var, yıkım var, cinayetler, tecavüzler, zulümler, aşağılanmalar, sefalet var. Hepsi insan elinden. Dünyanın yaratılıştaki ilk sabahı insansızdı. Ama ölüm var, açlık ve hastalık var… Ölüm, var. Dünyanın, cennet olmaya ısrarla direnen düşman bir bakışı var gibidir.
Dino Buzzati, Tatlı Gece isimli bir öyküsünde, bir çifti anlatır; kadın kanlı kabuslardan uyanıp kocasından arka avluda bir cinayet işlenip işlenmediğine bakmasını ister, korku içerisinde. Adam camdan, dolunay altında ışıldayan otların rüzgarda salındığı sakin, huzurlu bahçeye göz atıp, karısını teskin eder şefkatle. Buzzati, ölüm şenliği diyor, çekirgelerin, örümceklerin, köstebek ve yılanların, baykuşların birbirlerinin kanını içtiği çayırın sessiz düzeni için. İnsan olmasaydı kötülük, kimin gözünde bir kötülük sayılabilirdi. “İnsana özgü bir yeteneksizliktir yaşayamamak”.
Mutsuz olmak için insanın bir nedene ihtiyacı yokmuş gibi görünüyor, daha ziyade mutlu olmak için nedenlere ihtiyacımız var sanki. Faniyiz ve çok kırılganız, bu yüzden dayanışmayı artıracak organizasyonlar kuruyoruz. İnsanın tarihinin uzunca bir süredir teknolojinin tarihi olarak okunması gerekliliğinden bahsediyor bir takım düşünürler. Büyük ölçüde doğru, ancak yanlış bir kalkış noktasına sahip bir düşünce. İnsan tarihinin daha kapsayıcı bir okuma biçimi onu bir araçlar tarihi olarak ele almak. Bu araçların bir kısmı, aletler ve sonrasında teknolojik cihazların tarihi olarak incelenebilir. Ancak çok daha evvelinde, ilk araçlarımız insanlardır. Kölelik, bunun en yüzeysel okuma biçimi. Tüm organizasyonlar, işyerleri, devlet, toplum, kabile hatta aile, “bir araç olarak insan”ın hikayesi ve tarihidir. Türün devamı için, insan daima bir parça güvenlik karşılığında bir parça özgürlüğü pey masasına sürmüştür. İstisnaları da az sayıda değil, ama baskın eğilimimiz bu yönde. Bu şekilde hayatta kaldık ve gezegene tahakküm edebildik. Ve organizasyonlarımız, tıpkı teknolojimiz gibi bizleri, ruhlarımızı hasta etti. Fasit bir daire gibi bu, yok olmaktan kurtulmak vaadi karşılığında eksik yaşamayı kabulleniyoruz. Freud, “Hayat denen oyunda en büyük bahis ortaya atılmadıkça veya bizzat hayatın kendisi riske edilmedikçe, hayatımız her gün biraz daha güç kaybedip yoksullaşacak ve sonunda, deyim yerindeyse, Amerikalılarda gördüğümüz kadın-erkek ilişkileri gibi sığ ve yüzeysel olacaktır.” demişti. Freud, henüz yirminci yüzyılın tamamını görmemiş bir iyimserdi.
Keşiş yengeci denilen bir canlı türü var. Bu hayvanların kendilerine ait bir koruyucu zırhı yok, başka kabukluların içinde yaşam kalmamış kabuklarına yerleşip yaşıyorlar bir süre, büyüdükçe bir başkasını buluyorlar. İnsanlar da biraz böyle, eş zamanlı olarak kabuktan kabuğa seğirtiyor sürekli, kendine ait istikrarlı bir form kazanamıyor bir türlü. Tanrının ziyaret edebileceği bir ev inşa etmeye cesaret edebilen çıkmıyor. Mutsuzluklarının belki en önemli nedeni, kendi ebatları konusunda bir karara varma hakkını, güvenlikleri karşılığında elden çıkarmış olmaları. Toplum, kabukların görücüye çıkarıldığı bir tezgah.
Toplum öncesi bir mutsuzluk varsa bile bu, dert değil, derman kabilinden bir mutsuzluktur. Her yaşamın, büyüyüp serpilmesi için ihtiyaç duyduğu göz yaşının yegane tedarikçisidir bu mutsuzluk. İroniktir, mutluluğun inşa edilebileceği tek zemin de orasıdır. Milan Kundera “Yaşamakta mutluluk diye bir şey yok. Yaşamak: Acılı ben’ini dünya adına taşımak. Ama olmak; olmak mutluluk. Olmak: Çeşmeye, evrenin içine ılık bir yağmur gibi indiği taş bir havuza dönüşmek.” derken, sırtını binlerce yıllık bir düşünce sistemine yaslıyor. Bir hayat insan olmanın hususiyetlerini tanıyarak zenginleştirilebilir. Bu, kesintisiz bir hoşluk, daimi neşe, keyifler yerinde halinden daha sağlam bir tutamak verir insanın eline. Mutluluğun da nefes alıp vermesi gerekir ve nefesini bıraktığında bizi hayatta tutacak bir soluk yine de içimizde kalmalıdır.
Mutluluk hazları uç uca eklemek değildir. Her ne kadar Batı, hayatta sizi anlamlandıran başka bir dizge bulamadığınız için, mutluluğu bir hazlar bütünü, hazları uç uca eklediğinizde, hazların toplamından ibaret olan durum olarak tanımlıyorsa da, bu tanımı elimizin tersiyle itmek gerekiyor. Bizim “İtminan” diye bir kelimemiz var, kalbin huzur bulması. Kendi kelimelerimizle şifa bulalım, konuşalım. Amerika’da pişirilip önümüze konulan mutluluk reçetelerine karnımız tok. Bazıları bir hakikate tetabuk ediyor, denk düşüyor fakat insanların üzüntü duyması gereken, ağız dolusu gülmemesi gereken yerler de var. Hüznü, kederi iliklerine kadar hissetmesi gereken yerler de var. Biz bir keder coğrafyasıyız, türkülerimize bakın; türkülerimiz hep gönlün sedasını, hüznü dillendirir, kederi dillendirir. Bunu hayatımızdan kovamayız biz. Kovarsak eksik, yüzeysel, sığ insanlar haline geliriz. Bu topraklar acıyla karılmış, onunla da yüzleşeceğiz. Onun da içimizde eğleşmesine, bizi eğitmesine izin vereceğiz. Bu modern dünyadan bize sirayet eden mutluluk tariflerinde eksik bir şey var. Mutluluğu sonsuz bir neşe hali olarak tanımlayan eksik bir tarif.
Size bir düşünce egzersizi öneriyorum; sizi bir tanka koysak, bu tanktaki farklı düğmelere basarak hayatın en mutlu yaşantılarını elde edebilecek olsanız, ömrünüzün sonuna kadar en güzel düşleri görüp, en güzel kıyafetleri giyecek, en mutlu hallerde var olabilseniz sonsuza kadar bu tankın içinde kalır mıydınız? Gerçek olana ihtiyacımız var. Sahte olana değil. Alın teriyle emek harcayarak edinmediğimiz bir şeye ihtiyacımız da yok. O bize bir şey öğretmiyor, bizde sahici bir duygu da uyandırmıyor. Mutluluk acının, ıstırabın çemberinden geçtiğim zaman anlamlı. Sırtım yere geldiği zaman oradan doğrulmak anlamlı. Bana bahşedilmiş olan lütfu, güzelliği hissettiğim zaman anlamlı. Bu mutluluk tarifleri haz üzerinden ya da negatif duygunun olmaması üzerinden gidiyor. Olumsuz duygular olmazsa, endişe huzurluk olmazsa, bir şeyleri düzeltmeye nasıl talip olurum ben. Yeryüzündeki adaletsizliği, eşitsizliği, yanlışları düzeltmeye beni ne zorlayacak. O yüzden, bugünkü tarife göre, önüne samanını koyarsanız bir inek de- her hangi bir hayvan da mutlu olabilir. Dolayısıyla bir yazarın söylediği gibi, asgari düzeyde bir huzursuzluğa, var olmanın ıstırabına da ihtiyacımız var ki mutluluğu da doya doya tadabilelim.
Günümüzde, küreselleşmeyle bize gelen bir mutluluk tiranlığı var. Bir rüzgar bu, “Mutlu ol! Bu bir emirdir” gibi bir talimat. Selfi çekinirken herkes sırıtarak ekrana bakmak zorunda. İnsanlar birbirlerine ağız dolusu dişlerini göstererek sosyal medya üzerinden nispet yapıyorlar. Böyle durumlarda yüzeyi biraz kazıdığınız zaman alttan bir mutsuzluk çıkıyor. İnsanın mutluluğunu göstermeye niye ihtiyacı olsun. Altta belki saklamak istenen bir şey var veya insanlara bir şey ispat etmek istiyor.
Mutlulukları paylaşmak elbette güzeldir, paylaşalım ama her seferinde de en güzel ve neşeli hallerimizle var olacak değiliz, hayatta inişler ve çıkışlar var. Her zaman kendimizi çok mutlu ve neşeli gösterme çabamız, altta yatan bir problemin varlığına işaret ediyor. Refah toplumlarında 40 yıldır artan bir gelir var. İnsanlar giderek zenginleşiyor, hayatı hazlarla yaşar hale geliyorlar. Peki daha mı mutlular? Hayır değiller. Artan depresyon oranlarına, intihar ve suç oranlarına bakarak bunu açıkça görebiliyoruz. Bütün bunlar mutsuzluk salgınının göstergeleri. İnsanlara bir şey yetmiyor. Çünkü bu yüzeysel mutluluk histerisi, insanları hayatta zorluklar karşısında direnmekten alıkoyuyor. En kestirme, kolay yoldan bizi hazza götürmek istiyor. Ve o kestirmeden gidince de hayatın içinde manasızlık yüzünden kalıveriyoruz. Niçin yaşıyorum ben bu hayatı? Bu soruya cevap veremedikten sonra yaşamamın ne anlamı var? Kime ne hayrım dokundu? Sadece kendimi tatminden mi ibaret benim mutluluğum? Cebim şişkin, çok büyük imkanlarım var, bir sürü insana hükmediyorum, kontrol duygusuna sahibim ama kimseye en ufak bir hayrım yok. Kendi küçük kabilem dışında bir başka insanın hayatında bir şeyi iyileştirmeye niyet etmemişim. Buna mutluluk diyebilir miyiz? Hayırlı bir hayat diyebilir miyiz? Aristo’nun söylediği anlamda buna erdemli bir hayat diyebilir miyiz? Bütün bu kavramların yeniden tartışılması lazım. İnsanları daha mutmain, daha huzurlu bir hayata götüren unsurların pek çoğu müşterek: Kendi zamanlarını istedikleri gibi kullanabilme kabiliyetleri, kendilerinden daha büyük bir amaca yönelme, kendilerini sorgulayabilme, etraflarını değiştirebilme, yanlışları düzeltebilme kabiliyetleri. Bütün bunları, insanları huzura götüren anahtarlar olarak yeniden tartışabiliriz. Ama mutluluğu o dar ve kısa ve sığ Amerikan tarifiyle konuşamayız. Çünkü bu küreselleşmeyle dünya üzerine yayılan sığ narsisizmin bir marifetinden başka bir şey değildir.
Bir gün bir hanımefendi bana şöyle demişti : “Hayatımda iyi giden hiçbir şey yok. Bir sürü şey berbat, fakat ben falanca ilacı aldığım için kendimi berbat bir neşede hissediyorum ve kendime çok öfkeleniyorum. Neşe duyacak hiçbir şey yok.” Bu sahte neşe, yani olmamışlığın neşesi, alkolle, maddelerle, uyuşturucularla, sahte yaşantılarla, çok güzel yemekler yiyerek, harika yerlere giderek onun fotoğraflarını insanların gözüne dayayacak şekilde paylaşarak.. Bütün bunlar bize, gerçek yaşanmışlığın verdiği, eziyetin sonrasında gelen rahatlamanın, mutluluğun tadını vermiyor. Mutluluk dediğimiz şey gelir, gider. Bazen bir haber alırız, üzülürüz, karalar bağlarız, içimiz kan ağlar. Bazen bir haber alırız, içimiz içimize sığmaz. Sürekli bir hal olarak belki bir itminan halinden bahsedersek, sadece insan ilişkileriyle sınırlı olmayan, insanın bu dünyadaki macerasını metafizik bir bakış açısından da anlamlandıracak bir bakışa ihtiyaç var.”Mutluluk, bizatihi kendisi için istenen, hiçbir zaman bir başka şeyin elde edilmesi için istenmeyen iyiliktir. Onun ötesinde insanın elde edebileceği hiçbir şey yoktur.” Diye tanımlamıştı mutluluğu Fârâbî. Bugünün idrakinden bakıldığında, tavsiye ettiği şey bir tür mutluluk safarisi, hedonizm gibi görünüyor. Oysa, insanlığın kadim bilgeliğinin değişmez hakikatlerinden biri de, mutluluğun erdemli olmanın bir ödülü değil bizatihi kendisi olduğu ve erdemin de insanın kendini tanıyıp ona göre eylemesi olduğu inancıydı. Mutluluk, peşinden koşarak ömür tüketilecek bir şey değildir, “Mutluluk, kovalandığında asla kendini yakalatmayan bir kelebeğe benzer; ama sessizce oturup beklersen üzerine konabilir.” demiş Nathaniel Hawthorne. Oturup büyük sorular sorarak: Kimiz biz? Yeryüzüne fırlatılmış, hiçbir kökü olmayan varlıklar mıyız yoksa bir sahibi, bir rabıtası olan varlıklar mıyız? Var oluşumuzun anlamı ne? Meşhur bir sözdür, “Hayatın niçinine cevap bulan, nasılına da çok kolay cevap bulur’’. Anlamsız bir mutluluk mu yoksa mutluluksuz bir anlam mı seçiminin cevabı kesinlikle “anlam” olmalıdır. Nostalghia filminde Tarkovsky’nin ana karakter ağzından söylediği gibi; “Biliyorum mutlu olmak istiyorsunuz… ama daha önemli şeyler var.”
Maddi hazlarla gelen mutluluk hali hiç bir zaman uzun ömürlü olmuyor. Çünkü hepimiz bir şekilde hazza adapte oluyoruz. Psikologlar bu durumu ‘hedonik adaptasyon’ olarak isimlendiriyor. O arabayı çok istiyoruz, ona bindikten sonra o arabadan daha büyüğünü istiyoruz. Bir evi çok istiyoruz, sahip olunca ondan daha iyisini istiyoruz. İnsanın maddeyle doyması mümkün değil… İnsan kendine taraf bir varlık, hepimiz pozitif yanılsamalarla yaşıyoruz hayatı. Kendimizi olduğumuzdan daha adil, daha yakışıklı, daha akıllı, daha çekici algılıyoruz, bu yalanlarla yaşıyoruz. Seviyoruz bu yalanları… ‘’Hayal kırıklığı boşluğu’’ diye bir tanım var psikolojide. Hayatta beklentilerimizi çok yukarıda tutarsak ama gerçekler çok aşağıda ise ikisi arasında kapanmayacak ve uyuşmayacak bir boşluk ortaya çıkar. Çok yüksek beklentiler içine girdiğim her seferinde daha azla yetinmek zorunda kalıyorsam, hayal kurduğum her durumda kendimi mutsuz ederim. Az umutlanmayı, az beklemeyi, az istemeyi, arzulara gem vurmayı öğrenmemiz lazım. Başkasının iradesine bel bağlamak, ondan medet ummak, ekseriyetle mutsuzluğa giden en kestirme güzergahtır, velev ki bu insanlar sevdiklerimiz, yakınlarımız dahi olsalar. Rollo May’in Spinoza’dan aktardığı bir söz vardır “Tanrıyı çok seven kimse O’nun tarafından sevilmeyi beklememelidir.” Bizim itikadımızca da “Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur.” Kendi değerimizi, bildiklerimizi sorgulamayı, kendimizi geliştirmeyi, tekamül etmeyi de mutluluğun, iyi olma halinin bir unsuru kabul etmeliyiz bu sebeple.
Maneviyat, dini bir akideden daha geniş bir çerçevede, kendi benliğinden daha yüksek, daha ötede, ondan daha geniş daha büyük bir amacın peşinde olmaktır. Benimle sınırlı olmayan, beni hatta benim içinde bulunduğum çağı ve zamanı da aşan bir ülkünün peşinde olmak. Bu dinsel bir arayış olabileceği gibi, adalet arayışı, varlığı anlama ve bir gayeye oturtma arayışı da olabilir. İnsanlığa hizmet, etrafımda yaralı gördüğüm, sızlayan inleyen insanlara yardım elini uzatmak da olabilir. Ama kendi derimin bittiği yerde bitmeyen, kendi benliğimle sınırlı olmayan beni aşan büyük bir hedef, büyük bir ideal peşinde olmak, daha geniş daha büyük bir bütünün bir parçası olarak kendimizi hissetmektir. Bize anlam sağlayacak olan şey sadece kendi tatminimiz olamaz. Kendi tatminiyle yetinen insanın erdemli bir hayata çapa attığını söyleyemeyiz. Ve mutluluk dediğimiz şey işte bu amaç duygusuna, anlam duygusuna, bu tür bir maneviyata, bu tür bir ahlaklılığa, adalet duygusuna ve erdeme çapa atmazsa insanlığa getireceği bir şey yoktur. Kierkegaard, gerçek mutluluğu deneyimleme fırsatını “iradenin, onu etikte cisimleştiren vaftizi” olarak tanımlamıştı. Uzun vadede mutluluk, erdem ve ahlaktan yoksun bir deneyimin harcı değildir.
Wilhelm Schmid, Mutsuz Olmak kitabında şöyle yazar : “Lüks, mutluluğu yüksekçe bir maddi düzeyde sabitleme ve hayatın her türlü değişkenliğine karşı kalın duvarların ardında, bir kalenin yüksek burçları arkasında siper alma çabasıdır – kelimenin tam anlamıyla burjuvaca bir çaba.” Burjuvanın, burçların arkasındaki güvenceli hayatını zenginliğe bağlama çabası oysa ne kadar da yoksun mutluluktan. İnsanlar maddi zenginliğin kazandırdığı gücü ve prestiji mutluluğun bir türü olarak kabullenir çoğunlukla. Nasreddin Hoca’dan beri anlatılan bir hikâye, “ Ye kürküm ye !” Ancak bu hikâyenin hissesi aslında bambaşka bir şey anlatır; insanlar riyakarca bir tür tabasbus, yağcılık yapar, menfaatleri için kısa süreli, anlık bir perestiş gösterirler zenginliğe. Ama yarın bir gün o kişi zora girdiğinde, dara düştüğünde onun yanında durmazlar.
Yine de temel ihtiyaçları giderilmemiş insanların mutlu bir yaşam süreceklerini de düşünemeyiz. Camus “Mutlu olmak için zaman gerekir, bol zaman. Mutluluk da uzun bir sabırdır. Ve zaman, bizden zamanı çalan para gereksinimi demektir. Zaman satın alınır. Her şey satın alınır. Zengin olmak, hak edildiğinde mutlu olmak için zamana sahip olmaktır.” diyerek açıklıyor, zenginliğin mutluluğa katıp katabileceği faydayı. Kişinin, kendi bilinci ve ruhu üzerine dönüp derin düşünebileceği, tekamül edebileceği zamanı para ona satın alır. En temel ihtiyaçları giderilmemiş insanlar için böyle bir seçim bir lükstür. Ama paranın satın aldığı zaman, çoğu zaman statü endişesine kurban edilir. Para akışının durmaması için, biteviye didinir varlıklı insan, öyle ki hayatının beyhudeliği üzerine düşünecek zamanı kalmaz. Anları değil şeyleri biriktiren kişi için, dursuz duraksız bir koşudur hayat, vakit her an nakite çevrilmesi gereken iktisadi bir varlıktır.
Adil bir toplum, en dezavantajlı üyelerine ne kadar uygarca davrandığıyla ölçülür. Toplumun adalet duygusu, medeniyet seviyesi en dezavantajlı kesimlerine, engelli, yoksul, mülksüz ve güvencesiz üyelerine hangi güzel imkanları sunabildiğiyle miyara vurulur. Saygınlığı tescillenmiş bir hayat, her vatandaşın en doğal hakkıdır. Ancak kafamızın üzerinde bir çatı, önümüzde aş ve üzerimize serecek bir yorgan, başımızın altına koyacak bir yastık ile şilte bulduysak bir süre sonra artan gelir, artan mutluluk olarak bize geri dönmez. Mutluluk para ilişkisi bir yerden sonra plato çizer, biri artınca diğeri artmaz. Çok kolay yoldan, hızlı bir şekilde, zahmetsiz bir şekilde, insanlara hızla ulaşmak isteyen, şöhret olmak isteyen, kesesini hızla doldurmak isteyen sayısız genç var. Adorno “Ünlüler mutlu değildir. Bir marka olmuşlardır, kendilerinin de onaylamadığı yabancı bir meta; ve kendi yaşayan imgelerine dönüştükleri ölçüde de ölüdürler.” demişti. Ün insanın elinden biricik sermayesini, kendi özgün hayatını çekip alır. Herkesin bir başkası tarafından doyurulmayı, ihtimam görmeyi beklediği bir çağda yaşıyoruz. Narsistik benliklerimize o kadar sevdalıyız ki herkes bize bakıp özen göstermeli diye düşünüyoruz. Çünkü zamanında yeterince özen görmedik, yeterince başkasının gözlerinde aynalanmadık, sevilmeye layık bir kendiliğin yansımasını göremedik.
Çağımızın mutsuzluğunun tüm bunlardan maada kendine özgü şartları var. Sosyal mukayesenin insanları mutsuz eden niteliği antik devirlerden beri bilinen bir şey, insana tavsiye edilen daima kendinden aşağıdakileri düşünerek avunması olmuş. Kendi bulunduğumuz hale bir olumsuzluk atfetmek ve başka yerlere, başka hallere, başka kişilere olumluluk atfetmek çok bilinen bir fenomendir: Benim olmadığım yer daha güzeldir, benim üzerinde yürümediğim çayırlar daha yeşildir, karşı şerit daha hızlı ilerler. “Eğer mutlu olmak istiyorsanız bu kolay. Başkaları kadar mutlu olmak istiyorsanız bu imkansız. Çünkü biz, başkalarını, olduklarından daha mutlu sanırız.” demiş Montaigne. Bu da bilincimizin bize oynadığı oyunlardan birisi. Mutlulukta hermenötik bir yük vardır, başka her şeyden fazla, yoruma bağlıdır. İnsan mutlu olmayı kendisi seçiyor bazen. Çünkü olayların bizim üzerimizde bıraktığı etkiyi biz anlamlandırıyoruz. Aynı olaya maruz kalan iki kişiden biri çok da büyük bir hüsran duymazken, diğeri için için kendini yiyip bitirebiliyor. Çünkü o olaya çok büyük bir olumsuzluk, yanlış bir mana atfediyor. Böyle durumlarda kendi mutsuzluğumuzun yolunu kendimiz döşüyoruz adeta. Bu, kederden farklı bir şey. Keder zaman zaman yaşamamız ve zamanın gelip geçiciliğini, faniliğimizi hissetmemiz için güzel bir duygu. “Mutluluk anlarına Tanrı vermiş gibi bakanlar vardır, ya ötekilere, ötekilere kim vermiş gibi bakarlar?” diyor Andre Gide.
Hüzün, keder, bunları alalım baş tacı edelim. Bunların bize öğretmesine izin verelim. Halil Cibran’ın çok sevdiğim bir sözü var, diyor ki “Keder içinizi ne kadar derin oyarsa, neşe de o kadar çok yerleşir oraya.”
Tefekkür etmek, derin düşünmek değil ancak “Birisi bana şöyle dedi, acaba şunu mu kastetti, acaba bana laf mı çarptı?” türü psikolojik manada aşırı düşünmek, bir sözü alıp evirip çevirip içimizde derinleştirmek, onun içimize çarpmasına, bizi daha fazla üzmesine izin vermek, insanı mutsuz eden bir şey. O kişiyle gidip konuşmak, neyi kastettiğini sormak yerine, o sözün içimizde burgaç gibi bizi delmesine izin vermek, ona içimizde çok fazla yer ayırmaktır. Bu, psikolojik yetimlik ile ilgili bir durum. Herhangi bir şeyi kendimiz yapabileceğimize inanmıyoruz. Yeterince bakım ve ihtimam görmediğimizi düşünerek anne babalığı uzmanlardan öğreniyoruz, sağlıklı yaşamı doktorlardan öğreniyoruz, dini kitaplardan öğrenmek yerine televizyondan dinlediğimiz hocalardan öğreniyoruz. Her konuda birisinin bizim elimizden tutmasına ve rehberlik etmesine ihtiyaç duyuyoruz. Bu bir yetimlik, bir kötürümlük hali. Bu da bizi hayat karşısında çok beceriksiz bırakıyor. Mutluluğu da doğal bir süreç olarak değil, yine el kitaplarından, kişisel gelişim kitaplarından, gurulardan, yaşam koçlarından tedris edebileceğimiz, dersini görüp öğrenebileceğimiz bir şey olarak algılıyoruz. O yüzden yetimliğimiz de bir türlü bitmiyor çünkü bizim bizatihi hayatın içinde tecrübe ederek, yanılarak, acı çekerek, ıstırap çekerek, ter akıtarak ulaşmamız gereken hakikatlere bir kullanım kılavuzuyla, çok ışıltılı sözlerle veya kimsenin denemediğini sandığımız yaşantılarla, yaşantı oburu haline gelerek ulaşabileceğimizi sanıyoruz. Çok güzel bir yemek deneyip bunu insanlarla paylaşarak. Kimsenin gitmediği bir yere gidip bunu teşhir ederek, göstererek, insanlardan onay alarak hayatta eksikliklerimizi telafi edeceğimizi sanıyoruz. Mutluluğun haz eksenli ve onaylanma ve alkışlanma eksenli tarifleri burada eksik kalıyor. Hep onaylanmaya bağımlı kaldığımızda, özgür sayamayız kendimizi. Herkesten alkış almak için yaşıyorsak başkalarının kölesiyiz demektir. Kolay şey değildir mutluluk, kendimizde bulmak gerçekten çok zor ise de başka yerde bulmak da imkansızdır. İroniktir; en çok onay alan insanlar genellikle başkasının onayını aramayan insanlardır. Mutluluk, onay arama ihtiyacının yokluğudur. Wayne W. Dyer, Hatalı Alanlarınız kitabında buna ilişkin bir fabl aktarır; “Büyük bir kedi, kendi kuyruğunu kovalayan küçük bir kediye sormuş: ‘Neden kuyruğunu kovalıyorsun?’ Yavru kedi yanıt vermiş: ‘Bir kedi için en güzel şeyin mutluluk, mutluluğun da kuyruğum olduğunu öğrendim. Bu nedenle onu kovalıyorum, yakaladığımda mutluluğa ulaşacağım.’ Bunun üzerine yaşlı kedi şöyle demiş: ‘Gençken ben de evrenin sorunlarına ilgi duymuş ve mutluluğun kuyruğum olduğuna karar vermiştim. Ama şunu fark ettim; ne zaman onu kovalasam benden uzaklaşıyor, ne zaman kendi işime baksam hep peşimden geliyor.”
Buna rağmen, tek başına bir mutluluk da en olmayacak şeydir. Üç şey var ki vermeden alamazsınız, size dönmesi için önce onu başkasına vermeniz lazım: Mutluluk, huzur, özgürlük. Bunları bir başkasına verirseniz size misliyle döner. Esirger ve o konuda cimrilik ederseniz siz de ondan mahrum kalırsınız. Tanpınar, bir yazısında “Saadetin peşinde koştuğumuz için mustarip oluruz.
Çünkü saadet başkalarının elindedir. Herkes elinde kendisinin görmediği fakat içinde yanı başındakinin kendi çehresini emsalsiz bir masal gibi seyrettiği sihirli bir ayna tutar. Hilkatten beri en asil konuşma budur: -Aynanı bana ver… Onda biraz da ben güzelleşeyim” der. Hizmet etmeyi, insanlar için hayırda bulunmayı, insanlar için bir şeyler yapmayı önceleyen bir ihtimam ahlakına ihtiyacımız var. Erich Fromm’un bayıldığım bir sözü var; “Sevgi özü itibariyle almak değil vermektir.” Verebiliyorsak seviyoruz, paylaşabiliyorsak seviyoruz. Mutluluğun formüllerinden ilki bu yüzden aidiyet; bir bütünün parçası olma, bir toplumun parçası olma, yüzümüzde hikâyemizi okuyabilecek insanlarla birlikte olma, bizim halimizi anlayan bizi hisseden, hissedildiğimizi hissedeceğimiz insanlarla olma, bizden mesul hisseden ve bizim de kendilerinden mesul hissettiğimiz insanlarla birlikte olma. İkincisi zamanımızı kendi gönlümüze ve zamanımızı sevdiklerimiz için kullanabilmek, yönetebilmek; hayatımızda köle değil, etkin olabilme, bir şeyleri değiştirebilme ve yoluna koyabilme, hissi. Alain Badiou, Gerçek Mutluluğun Metafiziği’nde “Kendi zamanının efendisi olmak, en başından beri mutluluğun bir koşulu değil midir? Efendilerin, hükmedilen kitlelere daima yasak ettiği şey bu değil midir?.. Her gerçek mutluluk zamanın özgürleşmesini gerektirir.” diyor. Bir diğeri, aşkınlık. Hayatımızla ilgili güzel hikâyeler anlatabilmek. Bazı bize gelen insanlar çok acı hikâyeler anlatıyorlar. Hayatımızın noktalarını birleştirirken hep acının uğraklarını seçmemek gerek, arada zaferler kazandık, meydan savaşlarından çıktık ve tüm bunlardan arta kalan kişiyiz biz. Ayakta kaldık. Neden zaferlerimize hiç uğramıyor çizdiğimiz çizgiler, biraz oraları da dolaşalım ve hikâyemizi anlatırken iyi yaptığımız şeylerin hakkını da verelim. Bir başkasına maske takarak davranmak zorunda kalmayan, sadece kendi olarak var olabilen, yetinebilen, hayatın içine saklı mucizeleri görebilen insanlar yaşamın gerçek muzafferleridir.
Her sabah işimize giderken, akşam sıcak evimize geleceğimizin bilgisiyle yaşıyoruz. Bu bilgiyle yola çıkmak, bize bir emniyet veriyor hayatın içinde. Her akşam evimize adım attığımızda, o sıcak yuvaya girdiğimizde, çocuklarımızla kucaklaştığımızda bize bir nimetin bağışlandığını idrak etmemiz lazım. Her sabah uyandığımızda da bize bir günün daha bağışlandığını idrak etmemiz lazım. Şiblî’nin çok sevdiğim bir sözü var; “Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir.” Nimeti vereni gördüğümüz, onun lütfunu hissettiğimiz bir hayat daha anlamlı bir hayat. Neden biz bir yemeği yerken, onun bizim soframıza Allah’ın bir bağışı bir lütfu olarak konduğunu hissetmeyelim. Bunu hisseden insan varlığı bütün zerrelerine kadar daha dolu dolu yaşar.
Geleceği tasarlayabilme, hayal edebilme gücü insanı huzurlu mutlu, itminan dolu bir hayata götürür. Yahya Kemal’in çok sevdiğim bir dizesi var, “Dünyâ biter o yerde ki mağlûb olur hayâl/ Temdîd-i ömre kudreti kalmaz tahayyülün” Tahayyülün bittiği yerde ömür uzamaz, ömür bereketlenmez, ömür çeşitlenmez. Dolayısıyla hayal kurabilmeyi, ümit edebilmeyi de mutluluğun bir rüknü olarak düşünmemiz gerek.
Depresyon istatistikleri yükseliyor, çünkü toplumsal bağlar eriyor, insanların birbirinden yardım isteme kabiliyetleri azalıyor, insanlara koruyucu bir şemsiye olan bir takım değerler aşınıyor. İnsan çok büyük ve kendine kayıtsız bir dünyada başka insanlara, varlığa ve zaman zaman da kendine yabancılaşmış bir halde kendisini buluyor. İnsan, tek başına kaldığını, toplumda yeterince dikkate alınmadığını hissediyor ve bu yüzden de kişisel bir önemsizlik duygusu yaşıyor. Her yerden çoklu uyarıların yağdığı bu dünyada dikkat çekmeyen, zavallı bir insan olduğumuzu düşündüğümüz için bu kadar selfiler çekiyoruz, kendimizi sosyal medyada afişe etme ihtiyacı duyuyoruz. İnsanların dikkatini çekmeye çabalıyoruz. Bu da insanların içinde çok büyük bir boşluk duygusu ve daha sonra bir depresyona dönüşebilecek ağır bir ruhsal sıkıntıya, bir terk edilmişlik hissine yol açabiliyor. Depresyonlu insanı sağaltmak için profesyonel destek gerekli ancak koruyucu tedbir olarak, depresyona karşı çok basit şeyler yapılabilir. Sevdiklerimizin yüzüne bakarak uzun zaman geçirerek, gün içinde birbirimize sevgi ve takdir sözlerimizi daha çok ifade ederek, güzel sözlerin konuşulduğu, bize bir ufuk ve anlam tayin eden ortamlarda daha çok bulunarak, zehirli sözlerin havada uçuştuğu ortamlardan ve bize hep kötümserliklerini ve umutsuzluklarını şırınga eden zehirli insanlardan uzaklaşarak, onlarla belirli bir mesafeyi koruyarak ruh sağlığımızı belli ölçüde koruyabiliriz. Hepimizin bataryası var, belli bir tahammül gücü var. Bazı insanlar o kadar iyiler ki, hep vermek istiyorlar. Vermek güzel şey, ancak kendine de azıcık saklamalısın. Kendin ve sevdiklerin için de bir şeyleri korumalısın. Onların da senin vermene ihtiyacı var. Ama bazı insanlar böyle verici birisini yakaladığı zaman sonuna kadar istismar edebiliyor. Dolayısıyla hep veren, hiç alamayan insanlar bir süre sonra bir duygusal tükenmişlik sendromu içine girebiliyorlar. Hepimizin besleneceği yerler olmalı. Sadece işimiz değil, sadece ailemiz değil, hayatın içinde nefes aldığımız, bize soluk olacak başka neşeleri, başka türlü oluşları tecrübe ettiğimiz varlık alanları olmalı ki daraldığımızda sıkıştığımızda oralardan imdat isteyebilelim. İrade dediğimiz şeyi de idareli kullanılmalı, irade de tükenebilir. Bir yazar, bu konuda “sabahı en çok yapmak istediğiniz işe saklayın” diyor. Çünkü bir sürü şeyi yaptıkça irade yavaş yavaş azalıyor, tükeniyor ve yeterince dinlenmemiş olursanız,e hep efor sarf etmiş olursanız, günün sonuna sakladığınız şeyler size çok isteksiz bir dönemde rastladığı için onları yapamaz hale gelebilirsiniz.
Çalışanların daha çok izin kullanması gereken iş türleri var. “Ölülerin dirildiğine inanmıyorsanız, paydos vaktinde herhangi bir ofise bakın.” diyordu Robert Townsend. Çok fazla yeknesaklığa dayalı iş dallarında veya kendinden çok fazla vermeye dayalı mesleklerde izinlerin daha geniş sürelere yayılması lazım ki o insanlar kendilerini başka ortamlarda yenileyip, işlerine daha tedarikli olarak gelebilsinler. Kendimize iş günleri ve hafta sonlarında da can suyu verecek alışkanlıklar edinmek, daha katlanılabilir ve daha insanca bir yaşam sağlayacaktır. Bize haz veren güzel şeylere hayatımızda daha geniş alan açmalıyız; sanat, felsefe, edebiyat, dostluk, yarenlik, spor, doğa yürüyüşleri. Mutluluk erişilmezken, ağaçlar onu hışırdar, müzik onu mırıldanır, şiir onu söyler.
Kazancakis, El Greco’ya Mektuplar’da “Mutluluk bazen gökte, bazen kafamızın içinde kovalayacağımız az bulunur bir kuş değildi. Mutluluk, avlumuza yerleşmiş bir kuştu”demiş, ilginçtir, 1978 yılında yapılan ‘Piyango talihlileri ve kaza kurbanları: Mutluluk göreceli mi?’ isimli araştırmanın sonuç raporunu hazırlayan bilim adamları da, piyango ile gelen mutluluğua ‘ev kuşu’na benzetiyordu. Ev kuşları azad edilseler dahi kısa sürede uçtuğu yere geri gelip konar. Hedonik adaptasyon süresi geçtiğinde insan, kendi göğüs kafesinde barındırdığı kuşun tabiatınca eylemeye devam eder.
Hayatımızı daha geniş bir dairede yaşamak, haberlere gömülüp kalmamak lazım. Bir seferliğine haberi okuduktan veya izledikten sonra ısrarla beş on sefer aynı haberi dinlerseniz, bu artık ikincil travmatizasyon sürecine giriyor. O haberler üzerinden biz örselenmeye başlıyoruz. Çünkü kendimizi çok çaresiz hissediyoruz. O çaresizlik duygusu da insanı tükenmişliğe götüren bir şey. Bol cinayetli, bol komplolu sabah programlarından da kesinlikle uzak durulmalı. İnsanı çok fazla kötülükle tanıştıran ve çok kötü bir dünyada yaşadığımız hissini uyandıran, adeta insanın iradesini felç eden yapımlar bizi umutsuzluğa ve tükenmişliğe sürükleyebiliyor. İlle de televizyon seyredeceksek insana umut veren, insanın içini insani duygularla ışıtan, ısıtan yapımlara ağırlık verelim. Herkesin birbirinin kuyusunu kazdığı yapımlar bir süre sonra adaletli bir dünyaya duyduğumuz inancı zedeliyor ve bizi her an teyakkuzda her an kötülük bekleyen endişeli, vehimli insanlara dönüştürüyor. Bu konuda yapılan sayısız çalışmanın gösterdiği bir gerçek var; televizyon karşısında geçirdiğimiz saatler depresyona dönüşen saatlerdir, ne kadar ekran karşısındaysanız o kadar depresyona girersiniz.
Bir şeyler üretmeye, bizden hayırlı güzel bir şey sadır olmasına gayret göstermek gerekiyor. Yoksa aynı yerde sıkışıp kalırız. İşte bu da mutluluğa götüren şeylerden bir tanesi; işe yararlılık, kendi hayatı üzerinde etkinlik, kendi hayatını kontrol edebilme kabiliyeti. İnsan bir sürüdeki bir koyun değil, onu reklamcılık endüstrisi, kapitalist endüstri hatta “mutluluk endüstrisi” gütmüyor, kendi kararlarını kendi verebilmeli kendi özgül yaşamını hayal edebilmeli. William Davies’in Mutluluk Endüstrisi kitabı bu konuları inceleyen çok enteresan bir kitap. İnsan doğasındaki haz ve mutluluk arayışının büyük şirketler, piyasalar ve iktidarlar tarafından manipülasyonuna dair muazzam bir eleştiri getiriyor. Uzayan çalışma saatleri, artan iş temposu, hiç kapanmayan elektronik iletişimin insanda yarattığı yıkımın dengelenebilmesi ve insan kaynağının yeniden kazanılabilmesi için mutluluğun ölçüldüğü ve giderek geliştirilebildiği bir çağ bu. Bizi mutlu edecek ürünler tasarlıyorlar her birimizden elde ettikleri verilerle. Bu, çevresel şartları ve öznel durumumuzu değiştirmekten çok daha az maliyetli bir çözüm.
Zygmunt Bauman, ‘Çalışma Tüketicilik ve Yeni Yoksullar’ kitabında “Freud’un tüketim çağının hücumundan önce işaret ettiği gibi, mutluluk diye bir durum yoktur; sadece kısa bir süre için, rahat bırakmayan bir ihtiyacımızı tatmin ederken mutlu oluruz, fakat hemen sonrasında sıkıntı başlar. Arzu edilen nesne onu arzu etmek için bir sebep kalmayınca cazibesini yitirir. Bununla birlikte tüketim toplumu Freud’dan daha yaratıcı olduğunu kanıtladı. Freud’un erişilmez olduğunu düşündüğü mutluluk durumunu hayal etti. Arzuların, onları yatıştırmak için geçen zamandan daha hızlı bir şekilde uyanmaları ve arzulanan nesnelerin, onlara sahip olmaktan sıkılmak ve rahatsız olmak için geçen zamandan daha hızlı bir şekilde değiştirilmesi için gerekeni yaparak bunu başardı. Hiçbir zaman sıkılmamak tüketici yaşamının normudur ve gerçekçi bir norm, erişilebilir bir hedeftir. Böylece bu hedefi vuramayanlar, diğer insanların kınama ve küçümsemelerinin hedefi olurlarken sadece kendilerini suçlamak zorundadırlar.” diyordu.
Öznel durumumuzu öne çıkaran New Age fikriyatı da çok masum değil dolayısıyla. Kurbanın kendisini suçluyor. Bize sattığı sığ ideoloji “Başına gelen kötü şeyden dolayı sen mesulsün. Çünkü evrene doğru enerji göndermedin. Evrenden doğru enerji almadın.” diye itham ediyor bizi. Adam kanser olmuş, kendisini suçlamak gibi bir bahtsızlık yüklüyorsun bir de. Çok acımasız bir şey bu. Günümüzün büyük günahları Tanrı’ya karşı işlenmiş suçlar değil, topluma karşı işlenmiş suç da değil. Bu çağdaş mutluluk vaizlerinin bize söylediği şey, günümüzün günahı kendine karşı işlediğin suç. “Daha başarılı olmalıydın, daha mutlu olmalıydın, daha çekici olmalıydın, kendine karşı suç işledin, kendini yeterince gerçekleştiremedin, en büyük günahın bu.” Şarlatanlarla dolu bir dünya burası. İnsanlara imkansızı vaat eden her şey, sorgulanması gereken bir şeydir. Zahmetsiz bir mutluluk yok, zahmetsiz bir huzur da yok. Mutsuz olmak vakar ve cesaret ister, olayları değiştiremediğimizde onlara hak verme cesareti.
Elizabeth Farrelly “Bu, mutluluğu görev, sorumluluk ve gereklilikle şekillendirilmiş bir yaşamın ümit edilen bir yan etkisi olarak görmekle, mutluluğu ele geçirilemediği için daha da büyük bir hırsla peşinden koşulan, neredeyse evrensel bir amaç olarak görmek arasındaki farktır… Yedi yıllık kıtlığın da yedi yıllık bolluk kadar önem taşıdığını, bağlantı kurmanın anlam ürettiğini, vermenin aslında almak olduğunu göreceğiz. Kısacası yeteri kadarının gerçekten de yettiğini göreceğiz.” diyordu ‘Mutluluğun Sakıncaları’nda.
Sadece kendi içsel zenginlikleriyle yaşayacak kadar ince ruhlu olanlar nesnelerin hakikatini algılayarak hazla içlerine çekebilirler; kitle asla nesnelerin cazibesiyle yetinmeyecek, cazibeyi, başkasının yoksun olduğuna sahip olmakla, yoksunluğu, başkasının sahip olduğuna sahip olmamakla bağdaştıracaktır. İçsel zenginlik, özgürlüğün ve mutluluğun en esaslı unsuru olmayı her devirde ve her vasatta sürdürür. Tanpınar’ın dediği gibi “Asıl dava, derin bir şekilde yaşamak ve kendi kendisini gerçekleştirmek, ölümlü hayata şahsi bir çeşni vermekti.”
İster mutlu ol ister mutsuz, sen, dünyaya kattığın şeysin.
HABERE YORUM KAT