BM’nin Ne İşe Yaramadığını Anlatan İki Film
The Whistleblower ve A Perfect Day isimli iki filmi değerlendiren Erkam Kuşçu, “Acaba Birleşmiş Milletler olmasaydı daha güzel bir dünyada mı yaşıyor oluyorduk?” sorusunu soruyor.
Erkam Kuşçu / Haksöz Haber
United Nation ya da Türkçe’siyle Birleşmiş Milletler. Güncel siyasal tartışmalara sıkça konu olan, beş tane süper kahramana sahip ve bu kahramanların istediğini yaptığı bir kurum... Bu yazı BM’nin yapısından ziyade bir takım yaşanmışlıkları konu alan filmler üzerinden bu kurumun ne işe yaramadığını anlatmaya çalışacaktır. Bu filmlerden ilki The Whistleblower, 2010 senesinde çekilmiş ve Amerikalı bir özel güvenlik sorumlusunun Bosna’da yaşadığı gerçek şahitlik üzerine kurulu. Diğer film ise A Perfect Day, 2015 senesinde çekilmiş. Bosna’da BM’nin dışında çalışmalarını yürüten bir yardım kuruluşuna bağlı bir grup aktivistin, kuyuya düşen ve bölgenin bütün içme suyunu tehlikeye atan bir cesedi çıkarmak için “halat” arayışını konu ediniyor.
Başlıktan da anlaşılacağı üzere konuyu pek de olumlu bir perspektifle kavramaya çalışmayacağız. Zira mesele bildiğimiz gibi değil!
Türkiye’de özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Dünya 5’ten büyüktür!” söylemi ile gündeme gelen, bunun dışında ise daha ziyade Rusya’nın Suriye’ye bırakın askeri müdahaleyi, insani yardımı bile veto etmesiyle duyduğumuz BM, yaptıklarından ziyade yapmadıkları, biraz daha insaflı olmak gerekirse yapamadıkları ile gündeme geliyor. Yapamaması ise aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da ısrarla vurguladığı BM’nin yapısı ile ilgili bir mevzu çünkü bu beş devlet kendi çıkarları gereği istedikleri kararın çıkmasını veya çıkmamasını sağlayabiliyorlar. Ancak daha evvelde bahsettiğimiz gibi bu yazı daha ziyade pratikle, sahada yaşanan ile ilgilenmeye çalışacak.
“U-N, United Nothing”
İlk filmimiz The Whistleblower’da; Kathryn Bolkovac, Amerikalı özel statü sahibi bir güvenlik sorumlusudur. Bu statü sahipleri tutuklama gibi haklara sahip olmamakla birlikte diplomatik dokunulmazlığa sahiptirler. Devlet ile filmde Democra olarak adlandırılan (gerçek adı DynCorp International) özel bir şirketin ortak girişimi sonucunda başlatılan bir program ile amaçlanan savaş bölgelerinde; savaş sonrası psikolojik, lojistik, güvenlik alanlarında bölgedeki insanlara yardımcı olmaktır. Bu bağlamda az önce bahsettiğimiz “diplomatik dokunulmazlık” meselesi dikkat çekicidir. Herhalde gerçekten ehliyet sahibi kimseler bu görevlere seçiliyor olmalıdır ki böylesi bir hak tanınsın. Ancak baş karakterimiz bir sohbeti sırasında gerekli olan şeylerin ABD vatandaşlığı (bu zaten Allah’ın emri), 21 yaşının üstünde olmak ve lise diploması olduğunu öğreniyor. Bu kadar basittir yani… Altı aylık bir eğitimin sonucunda rakamlar değişmekle birlikte 250 bin insanın katledildiği Bosna’ya yollanmışlardır.
Baş karakterimizin durumu biraz daha karışıktır. Kendisi polis memurudur ve işine olan bağlılığından dolayı iki evliliği son bulmuştur. Ancak enteresan olan kendisi bir idealist değildir. Bosna’ya giderken amacı mağdur insanların kurtarıcısı bir kahraman olmak değildir. Filmde bu husus apaçık gösterilir. Karakterimiz daha ziyade kocası ile biten evlilikleri neticesinde ekonomik olarak üstünlüğü ele geçirmek ve kızının vekâletine sahip olmak istemektedir. (Devlet altı ay için yaklaşık 100 bin dolar gibi bir para vermeyi taahhüt eder.)
Yani filmde basitçe bir Amerikalı kahraman hikâyesi yoktur. Ancak durum karakterimiz için Bosna’ya gittikten sonra değişir. Bosna’da şahit olduğu ilk vaka bir kadının kocası tarafından darp edilmesidir. Bu davayı üstlenecek bir polis memuru çıkmamaktadır. Sebebi ise kadının Müslüman, o bölgede etkin yerel polisin ise Sırp asıllı olmasıdır. Sırp polisler onun bir Müslüman olduğu için bunu hak ettiğini söylerler. Biraz zorla da olsa görevi bir polis üstlenir, bu sefer de bu polise baskı uygulanmaya başlanır. Ancak olay bütün zorluklara rağmen çözüme kavuşturulur ve savaş sonrası Bosna’da sonuçlanan ilk aile içi şiddet vakası olur.
Bu davada tüm zorluklara karşı gösterdiği dirençten dolayı kendisine Bosna’da kalması ve BM içindeki bir takım olayları soruşturması üst düzey bir yetkili (İsmi Madeleine Rees olan bu yetkili bir avukattır ve kendisi ilerleyen dönemde de karakterimizin tek destekçisi olacaktır.) tarafından rica edilir ve görev süresi uzar. Bu esnada aile ve kadın hakları bürosunun başına geçmiştir. Aslında bütün olay burada başlamaktadır. Devam edegelen süreçte bizzat BM’nin emrindeki güvenlik birimleri, diplomatlar ve yerel polis tarafından çeşitli baskılara, tehditlere maruz kalacağı bir sürece girecektir.
Mesele insan kaçakçılığı ve fuhuştur. Karakterimiz, Amerikalı bir güvenlik sorumlusunun Doğu Avrupa başta olmak üzere çeşitli ülkelerden Bosna’ya getirilen kızlar üzerinden fuhuş zoruyla para kazandığını tespit eder ve bunu kanıtlar. Bunun için gerekli yerlere gittiğinde “diplomatik dokunulmazlık” duvarına toslar. Sanki Amerika, kendi evlatlarının yiyeceği haltların farkındaymışçasına hukuki bir “numara” ile meseleyi halletmiştir. Ancak karakterimiz devam eden zorluklara karşı olayın üstüne gitme kararı alır. Bir gece kulübü baskınında zorla fuhuş yaptırılan kızlar (Yaşları 17-20 düzeyindedir.) ele geçirilir ve yerel polis tarafından bir sığınağa teslim edilmek üzere götürürler. Baş karakter tarif edilen sığınağa ulaştığında hiçbir kızın teslim edilmediğini öğrenir. Orada insanlara gönüllü olarak yardım eden Boşnak bir kadından insan kaçakçılığı ve fuhuş konularında ibretlik bir söz işitir: “Bizim erkeklerimizin yarısını katlettiler. O zaman bu kızlar kimler için kaçırılıp Bosna’ya getirilerek uyuşturucu ve fuhuşa zorlanıyorlar.”
Başta Amerika olmak üzere farklı ülkelerden “BM barış gücü” adı altında çok sayıda askeri ve sivil görevli bulunmaktadır. Karakterimiz soruşturmasını derinleştirdikçe bu insanların BM’ye bağlı askerler, güvenlik sorumluları ve diplomatlar tarafından ülkeye sokulduğunu, bu fuhuş ve insan kaçakçılığı trafiğinin de bizzat bu insanlar tarafından yürütüldüğü sonucuna varır ve tüm bunları kanıtlar. Bizzat BM, tıpkı bir mafya baronu gibi fuhuş tekelini elinde bulundurmaktadır.
Baş karakterin yaptığı görüşmelerde fuhuşa zorlanan kızlar, diplomatlar ve güvenlik sorumluları tarafından kendilerine nasıl tecavüz edildiğini ve nasıl satıldıklarını anlatmaktadırlar. Bir örnekte ise, BM üniformasını gördüklerinde artık bu yaşadıklarının bir son bulacağını zannederek sevinen bir mağdur, üniformalı asker tarafından kendisine yapılan iğrençlikleri uzun uzun anlatmaktadır. Yanisi insan hakları, uluslararası hukuk, dünya barışının sözde koruyucusu BM, genç kızların kaçırılıp fuhuşa zorlanması olayını yürüten kurumdur.
Kanıtları ile birlikte bu soruşturma bizzat ABD hükümeti tarafından sümen altı edilecek ve karakterimizin görevine son verilecektir. Neyse ki bir takım belgelerin Bosna dışına kaçırılması ve medyaya verilmesi sonucunda BM’nin yapıp ettiklerinden dünyanın anca haberi olabilmiştir. Ancak her şey delilli olmasına rağmen BM tarafından bu suçları işleyenlere karşı soruşturma dahi açılmamıştır...
İkinci filmimiz A Perfect Day meseleyi daha ironik tarafından ele alma gayretindedir. İlk filmimiz kadar kapsamlı ve ciddi bir yapım olduğunu söylemek zor olsa da meselenin aslında trajikomik bir tarafı (BM açısından çelişkili olan durum) olduğu göz önüne alındığında kendi bağlamında başarılı bir film olduğu söylenebilir.
Olay çok basittir; bir grup aktivist kuyuya düşen veya atılan bir cesedi çıkarmak isterken halatları kopar ve halat arayışına çıkarlar. Halat en sonunda Boşnak bir çocuğun evinde bulunur ve halatı almak için yola koyulurlar. Tabi ki çetnikler her yere mayınlar döşemiştir ve bu yolculuk küçük çaplı bir krize dönüşür zira o dönemde Bosna’da her şey bir muğlâklık içerisindedir. Cesedin oradan çıkarılması bölgede yaşayan insanların içme suyuna ulaşması için gereklidir. Zaten fakirlik ve yoksullukla boğuşan bölge halkı kuyudan ulaşamadıkları içme suyuna da para vermek zorunda kalmaktadır çünkü bir teoriye göre zaten cesedi kuyuya atanlar da insanlara içme suyunu parayla satan çetelerdir. Neyse yoğun uğraşlar sonucunda halatı bulan aktivistler cesedi çıkarma işlemini başlatırlar ki tam bu esnada BM’nin muvazzaf askeri gücü bölgeye gelir ve “prosedürü” aykırı olduğu gerekçesiyle çıkarma işlemini sonlandırmaya çalışır. Aktivistlerin uzun izahlarına rağmen görevli subay anlamaz ve halatın kesilmesini emreder. Kuyunun ağzına kadar gelen ceset subayın emri üzerine tekrar kuyuya yollanır. Bölge halkı gene susuz kalmış, BM askerleri ise gene görevlerini yerine getirmişlerdir. Bu esnada aktivistlerden birisi BM askerlerine bağırmaktadır: “U-N, United Nothing!”
Şimdi bu örneklik ve gerçekliklerden yola çıkarak şöyle basit bir soru sorulabilir: “Bu BM ne işe yaramaktadır?” Bırakın yapması gereken işleri başkalarının yapacaklarını dahi engelleyen bir kurumdan bahsediyoruz. İlk filmimizde Kathryn Bolkovac’ın yaşadığı şey aslında hiç de azımsanacak bir durum değildir. Bosna’da bizzat BM tarafından tehdit edilmiş ve görevine son verilmiştir.
İşleyişini, insan hakları bir yana hak gaspı üzerine kurmuş bir kurum; Suriye meselesi bağlamında ise çözümsüzlüğün merkezi konumundadır. O koltuklarda oturanlar uluslararası bir şirketin patronu olduklarını mı düşünüyorlar bilinmez ama çok daha beter örnekler olarak Srebrenija ve Ruanda’da BM’ye bağlı askeri birliklerin katliama nasıl göz yumduklarını hala filmlerden, kitaplardan ve bizzat olayın tanıkları tarafından anlatılanlardan bilmekteyiz. Önümüzde buz gibi duran gerçeklik çok acı ki şunu düşünmemizi dahi sağlamaktadır. Acaba BM olmasaydı daha güzel bir dünyada mı yaşıyor oluyorduk? En azından zalimlerin katliamlarını uydurabilecekleri bir “prosedürleri” olmazdı…
HABERE YORUM KAT