BM. Güvenlik Konseyi, ‘İsrail’i koruma- kollama konseyi’dir! Çünkü..
Başkan Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’ni, ‘İsrail’in cinayetlerini koruma konseyi haline geldiğini’ söylemesi, BM. kuruluşuna karşı en net açıklama ve tavırdır. Çünkü, Güvenlik Konseyi’ndeki ‘ateş-kes’ kararı tasarısı ABD ‘veto’suyla reddedildi.
*
Evet, ‘İkinci Dünya Savaşı’ sonunda, ‘Bir daha savaş olmaması ve dünyada savaşsız bir düzen kurulması’ hayaliyle oluşturulan Birleşmiş Milletler’in asıl söz sahiplerinin, ‘savaşın galibi durumunda olan ülkeler olacağı-olduğu’ gizli-kapaklı bir durum değildi. Amerika, S.Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin devletleri, BM’i oluşturan bütün dünya devletlerinin zımnen temsilcisi olduklarını bütün dünyaya dayatmışlardı. Onlar, bu dünya kuruluşunun ‘Mafia Babaları’ görünümlü patronları konumundaydılar. Çünkü, kurulması düşünülen BM’ye üye olmak isteyen devletler, bu 5 ülkenin kendilerine verdikleri olağandışı yetkileri baştan imzalayarak kabulleniyorlardı. Dahası, üye olmak isteyen bütün devletlerin, 2. Dünya Savaşı’nın mağlubu olan ‘Almanya ve Japonya’ya savaş açması’ şartı da getirilmişti. (Ve Türkiye de, artık teslim olmanın eşiğine gelmiş olan Almanya ve Japonya’ya, o dayatmanın gereği olarak, 23 Şubat 1945 günü, kağıt üzerinde kalmaktan başka bir rolü olmayacağı belli olan şekilde, bu iki ülkeye, -bu çorbada, bir fiske tuz da bizden olsun kabilinden- Meclis’in oy birliğiyle aldığı kararla savaş ilan etmiş ve bu savaş ilânı Resmî Gazete’de de yayınianmıştı.. Sadece Franko İspanyası bu şartı kabul etmemiş ve BM üyesi olamamış; ama, 1957’de BM’nin açık davet ve ricalarıyla BM üyesi olmuştu..)
*
Şimdi, hattâ resmî söylemlerde bile uluslararası hukuk lafları devamlı tekrarlanıyor. Ve siyonist İsrail rejimi liderlerinin, insanlığa karşı savaş suçu işledikleri gerekçesiyle Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde, yargılanmaları gerektiği ifade ediliyor. Ancak, bu konuda, şunu kabul etmek gerekir ki, bugünkü dünya düzeninde, ‘su başlarını devler tutmuştur’ ve o 5 ülkeden bir tanesi bile kabul demedikçe, ‘uluslararası hukuk’ metinlerinin bir kağıt tomarı olmaktan öte bir mânâsı olmayacağından, uygulanması mümkün değildir.
(Mısırlı hristiyan bir diplomat olduğu için, 30 yıl öncelerde, 1992-96 arasında BM. Genel Sekreterliği’ne seçilen Butros Ghali, ‘BM’den adâlet isteniyor; ne boş bir beklenti.. BM’de adâlet denilen kavram, güç sahiplerinin dayatmalarından başka bir şey değildir..’ demişti, çok net bir şekilde ve doğru bir sözdü o açıklama..)
Bu açıdan, ‘uluslararası hukuk’ söylemine, inanılıyormuş gibi atıfta bulunulmasına gerek yoktur ve uluslararası ceza mahkemesinin de 0 5 ülkenden herhangi bi,rsnin reddir halinde öyle bir yargılamaya hgitmesi de mümkün değilidr. Çünkü, BM. Genel Kurulu kararları ve Güvenlik Konseyi kararları da uluslararası hukukun kaynakları arasında sayılmaktadır.
Uluslararası hukuk’un kaynağı, devletler arasındaki andlaşmalardır; ve bu andlaşmaların bağlayıcılık gücü de, bir ‘örf hukuku’ kuralı olan -ve ‘imzalanan andlaşmalara bağlı kalmaktaki iyiniyetlerini ve ahde vefa/ verilen söze sâdık kalmak diye yorumlanan- ‘pacta sunt servanda’ ilkesinden almaktadır.
*Hatırlayalım ki, son 100-150 yıldır varlığından sözü edilen ‘uluslararası hukuk’ kavramının emperyalist dünyadaki ilk büyük isimlerinden kabul edilen Theodore Woolsey, 1910’larda, toplumları, uluslararası hukuk kavramı içinde alacakları konum olarak 3 gruba ayırıyordu:
Medenî toplumlar,
Yarı medenî toplumlar ve,
İlkel toplumlar..
‘Medenî toplumlar’ olarak, ‘Judo- Chrétien (Yahudi ve Hristiyan) toplumlar, Yarı-medenî toplumlar için, Japonlar ve diğer bütün dünya toplumları ise, ‘ilkel toplumlar’ olarak gösteriliyordu.
*
‘Bu gibi tarif ve tavsiflerin zamanı çoktaan geçti, artık dünya medenîleşti’ denilebilir, ama, ‘Uluslararası Hukuk’un, hele de 2. Dünya Savaşı’ndan sonra nasıl, ‘mafyatik’, zorbaca yöntemlerle şekillendiği ortadadır ve bu durum, hiç değilse, şu son GazzeTrajedisi’nde olsun, Amerikan emperyalizminin ‘uluslararası hukuk’ adına diyerek, bütün ahlâkî-insanî ölçüleri alt-üst eden -bir savaş değil-, barbarlığı; siyonist İsrail rejimine, kendi gücünün ufak bir ‘ısırıcı unsuru’ olarak neleri ve nasıl yaptırttığı, anlaşılmış olmalı.. Ki, bizdeki iç-hukuk sistemi de, tamamen, o emperyalist dünyanın ‘hukuk’ adına dayatmalarından başka bir şey değildir.
*
Star
YAZIYA YORUM KAT